Fikret Başkaya ile derin söyleşi.
Serdar Değirmenci*
Serdar Değirmenci: Dünyanın şu an itibariyle içinde bulunduğu durumu iki kelimeyle ifade etseniz, bu iki kelime ne olurdu?
Fikret Başkaya: Herhalde “kaos ve çöküş” olurdu. Artık kapitalist dünya sistemi patinaj yapıyor, çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor. Genel bir sürdürülemezlik durumu veya aynı anlama gelmek üzere, bir uygarlık krizi ortaya çıkmış bulunuyor. Gerçi burjuva uygarlığı ‘birilerini’, küçük bir azınlığı zengin etmeyi başardı ama bunu büyük çoğunluğu yoksullaştırarak ve doğayı tahrip ederek gerçekleştirdi… Nedense insanlar yıkılanı değil de yapılanı görme eğilimindedirler. Sekiz “iş bitirici” adamın serveti, 3,5 milyardan fazla insanın sahip olduğu kadar… Bu büyük bir skandaldır ve skandal utanılacak şey demektir. Durum bu ölçüde utanç vericiyken utananların sayısının hala fazla olmaması da herhalde başka bir skandaldır!
Öyleyse buraya nasıl gelindi, bu nasıl mümkün oldu? İnsanlara sözde bir kendinden menkul “piyasa ekonomisi”, “serbest ticaret” dayatıldı. Emekçi sınıflar aşırı sömürüye maruz bırakıldı, doğal kaynaklar talan edildi, insanların ortak kullanımına sunulmuş olan, sunulması gereken yaşam alanları ve kaynakları (müşterekler) metalaştırıldı, paralılaştırıldı, özelleştirildi, özel mülk kategorisine indirgendi, teknik (teknoloji) tanrılaştırıldı, eleştiriden muaf hale getirildi, biyolojik yaşam alanları (biotope) yok edildi, rekabet refaha giden yegane yol sayıldı ve neredeyse herkes herkesin düşmanı değilse, rakibi haline getirildi, toplumsal eşitsizlikler insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaştı, velhasıl yaşamın temeli aşındırıldı…
S.D: Durum bu kadar kötüleşmişken, sizin sık kullandığınız bir tabirle, bir “sürdürülemezlik” durumu veya bir “uygarlık krizi” ortaya çıkmışken, itirazlar neden bu kadar cılız?
F.B: İnsanların ezici çoğunluğu sistemin ortaya çıkardığı olumsuzluklara fazlasıyla maruz kalsalar da, henüz durumun vahametinin farkında değiller. İdeolojik kölelik öyle bir şeyi şimdilik mümkün kılıyor. Bu sistem dahilinde durumlarının iyileşeceğini sananlar hayli fazla ama bu ilelebet devam etmez… Zira tarih, insan bilincinin nasıl hızla değiştiğinin, nasıl ani sıçramalar yaptığının örnekleriyle doludur…
S.D: Çöküş derken bununla ne kastediliyor?
F.B: Çöküş durumu, artık verili sistemin sorun çözme yeteneğini kaybettiği demeye geliyor. Sistem bir dizi kriz yaratmadan ve sorunları azdırmadan yol alamıyor ama her kriz de bir diğerini veya diğerlerini tetikliyor. Başka türlü söylersek, bir krizler sarmalı ortaya çıkıyor. 1917- 2003 tarihleri arasında yaşamış olan Rus kimyacı/fizikçi Ilya Prigogine – ki aynı zamanda Nobel ödülü sahibidir- : ” Eğer bir kimyasal, biyolojik veya sosyal sistem normal denge durumundan fazlaca saparsa ve bu da sıklıkla tekrarlanırsa, artık bir daha sistem yapamaz” diyor. Aslında Prigogine’nin söylediği kapitalist dünya sisteminin bu günkü manzarasını çok iyi ifade ediyor. Mesela geçerli paradigma dahilinde iklim krizini (atmosferin ısınması), işsizlik sorunun, enerji sorununu, vb. çözmek artık mümkün değil. Öyle ki, birini yapmaya kalkıldığında diğeri bozuluyor ve tabii çözümsüzlük büyümeye devam ediyor ve çöküş hızlanıyor…
S.D: Bu söylediğiniz biraz açsanız?
F.B: Belki şöyle diyebiliriz: Atmosfer neden ısındı, neden bir iklim krizi ortaya çıktı? Fosil yakıtların aşarı kullanılmasından değil mi? O halde atmosferin ısınmasını, iklim krizini önlemek için o kaynakları toprağın altında tutmak gerekecektir… Eğer bunları kullanmaktan vazgeçilirse o zaman ne olur? Bu günkü yaşam büyük ölçüde fosil yakıtlara (kömür, petrol, doğal gaz, vb.) dayanıyorken? Eğer fosil yakıtlar kullanılmazsa, bu en başta ekonomik kriz demektir. Ekonomik kriz de anında politik krizi, sosyal krizi, belki savaşı bile tetikleyebilir…
Bu gün dünya nüfusunun üçte ikisinden (2/3) fazlası petrol sayesinde yaşıyor. Başka türlü söylersek, sanayi üretimi, gıda üretimi (bir bütün olarak tarımsal üretim), ulaşım sistemi, sağlık sistemi. vb. doğrudan petrole dayanıyor. Dolayısıyla, petrol olmadan bu kadar nüfusu yaşatmak, bu yaşam standardını sürdürmek mümkün olmaz. Ekonomiler borçla yol alıyor ve finansman olmadan yeni petrol kuyuları açılamaz – kaldı ki, başta petrol olmak üzere fosil enerji kaynakları azalmakta, tükenmekte ve çıkarılmaları her seferinde daha çok harcama gerektiriyor-, hükümetler gerekli harcamaları yapamaz, mesela ulaşım aksar, fabrikalar düşük kapasiteyle çalışmak zorunda kalır veya kapanır, işsizlik artar, yoksulluk derinleşir… Fakat gözden kaçan bir şey var: Borçlanma ancak ekonomi büyüyorken mümkündür. Ekonomik büyüme için de her seferinde daha çok enerji kullanmak gerekiyor… Ekonomik büyümeyi sağlayacak ucuz enerji bulunamazsa, borçlanmayı sürdürmek mümkün olmaz.
Enerji ve finansman yetersizliğinden ulaşım sistemi aksarsa, kentler gıdasız kalır. Öyle bir durum ortaya çıkarsa, mesela üç ay gibi kısa bir zamanda 3-4 milyar insan, açlıktan, susuzluktan, soğuktan, hastalıktan, vb. ölebilir… Türkiye’de bir kaç yıl önce bir çok yerde elektrikler bir kaç saat kesilince bile insanlar nasıl kırılgan bir zemin üzerinde durduklarını fark ettiler. Dolayısıyla toplum yaşamının tüm alanlarında işler sarpa sarmışken, çöküş sadece mümkün değil aynı zamanda da çok yakın denebilir… Zira, enerji sorunu büyüyor, borçlar sürdürülemez bir eşiğe hızla yaklaşıyor, gelir dağılımı dengesizliği devasa boyutlara ulaşıyor, bir dizi eko-sistem çöküyor… Özetle şunu söyleyebiliriz: Bu yolun sonu yok, bu sistem dahilinde çözüm yok! Mesela hiç bir devlet artık işsizlik sorununu çözemez…
S.D: Alternatif enerjiler devreye sokularak, iklim krizi bertaraf edilemez mi?
F.B: Fosil enerjilerin (kömür, petrol, doğal gaz) alternatifi, nükleer enerji, biyo-yakıtlar, güneş, hidrolik, rüzgar, termal, vb. enerjiler olabilir. Nükleer enerji çok tehlikeli, biyo-yakıtlar da çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor, astarı-yüzünden pahalı… Geri kalanlar içinde en uygun olanı şüphesiz güneş enerjisi ama, mevcut olana alternatif oluşturmak bir zaman istiyor. Nitekim, 2015 yılı itibariyle, petrol kullanılan toplam enerjinin %32.8’ini, kömür %28.8’ini, doğal gaz % 24’ünü oluşturuyordu ki, bunların toplamı %85.6 ediyor… Güneş enerjisinin payı da sadece %04 (binde dört). Dolayısıyla bu günden yarına fosil yakıtları ikame etmek çok zor. Fakat asıl sorun, bu aşırı enerji yutucu, aşırı israfçı üretim, tüketim ve yaşam tarzından çıkmak olmalıdır ama bu kapitalizm dahilinde mümkün değil. Zira, kapitalizm reforme edilebilir, ıslah edilebilir değildir…
S.D: Bu söyledikleriniz bütün bölgeler ve ülkeler için aynı derecede geçerli mi? Farklı bölgeler, farklı ülkeler için aynı şeyi söylemek doğru olur mu?
F.B: Elbette çöküş her bölgede ve her ülkede aynı yoğunlukta yaşanıyor değil ama netice itibariyle farklı yoğunluklarda olsa da tüm ülkeleri şu veya bu şekilde angaje ediyor. Mesela Bengladeş, iklim krizinden, Norveç’ten daha çok ve daha çabuk etkilenir ama, okyanus sularının yükselmesinin neden olacağı göç, ta… Norveç’e kadar ulaşabilir. Enerjinin pahalanmasından ve kıtlaşmasından tüm ülkeler etkilenir. Zira bir yerde ortaya çıkan felaketin domino etkisi yaratması kaçınılmazdır. Bir tür “bulaşıcı etki” söz konusudur. Mesela bir iklim krizi bir isyana veya savaşa neden olabilir ve komşu ülkelere sıçrayabilir… Nitekim Orta- Doğu’da emperyalizm tarafından peydahlanan savaşlar ve yaratılan kaos ortamı, sadece bölgeyi angaje etmiyor. Mülteci akını ve terör olarak Avrupa’ya da taşınıyor… Tabii göçmenler emperyalist sermaye için ucuz işgücü demeye de gelir ama sosyal-politik-kültürel sorunları da beraberinde getirerek…
S.D: Çöküş daha çok tarihçilerin ve arkeologların kullandığı bir kavram değil mi?
F.B: Aslında çöküşten söz etmek, olmuş-bitmiş, anlık bir durumdan, tek bir olaydan, bir sonuçtan söz etmek değil, bir süreçten söz etmektir. Mesela Roma İmparatorluğu’nun çöküşü yüzyıllar almıştı. Biliyorsun dekadans kavramı Roma’nın zamana yayılmış çöküşünü ifade ediyor. Fakat bu sefer durum farklı. Daha şimdiden bir çok bölgede ve ülkede çöküş çoktan başlamış bulunuyor. Global olarak en yoksulları vuran dalga, hızla orta sınıfları da girdabına alacaktır. Özetlersek, çöküşten bahsedildiğinde, kantitatif değil, kalitatif bir durumdan veya eğilimden söz ediliyor…
S.D: Zenginlerin ve en zenginlerin de bu çöküşten etkilenmeleri söz konusu değil mi?
F.B: Tabii bir bütün olarak zenginler sınıfı veya küresel oligarşi densin, sistemin ürettiği olumsuzluktan bırakın zarar görmeyi kâr ediyor. Ama bunun da bir sınırı var elbette. Çöküş nihai tahlilde herkesi angaje eden bir şey ama onların şimdilik “benden sonra tufan” demek gibi bir lüksleri var. Esasen her şeyin, tüm yaşam alanlarının özelleştirildiği (meydanlar da dahil) bu durum sürdürülebilir değil. Böyle bir durumda oligarşi cephesi kendilerini ancak yüksek duvarların arkasına saklanarak, “yüksek güvenlikli” korunmuş adacıklarda, (lüks gettolarda densin) rahat hissedebilir ama eninde sonunda yangın her tarafı sarar…
S.D: Yeni teknolojik icatlarla, inovasyonla sorunun aşılacağı beklentisinin bir karşılığı yok mu?
F.B: Kapitalizm dahilinde teknolojik ilerleme sorunun çözümü değil ama çözümsüzlüğün kaynağıdır demekte bir sakınca yoktur. Onca öğünülen, yere-göğe konmayan, harikalar yarattığı söylenen ileri teknoloji bu güne kadar hangi temel sorunu çözdü? Sömürüyü derinleştirmekten, kârı artırmaktan, yağma ve talanı büyütmekten, doğa tahribatını derinleştirmekten başka ne işe yaradı? İleri teknoloji yok olan kuşları, balıkları, biyolojik çeşitliliği geri getirebilir mi, kutuplarda eriyen buzulları yerine koyabilir mi? Kaldı ki, sosyal sistemden ayrı bir teknoloji düşünmek mümkün değildir. Enerji olmadan teknoloji bir şeye yaramaz. Modern teknoloji harikası ‘akıllı telefon’ kendiliğinden işe yaramaz. Şarj aletine takıldığında çalışır. Toplumsal ilişkilerden ayrı bir teknoloji mümkün değildir ve teknoloji de diğerleri gibi bir araçtır. Netice itibariyle enerjiyle teknolojiyi birbirine karıştırmamak gerekiyor. Teknoloji kendi başına bir amaç değildir. Tıp teknolojisi harikalar yaratıyor ama bu dünyada yaşayan insanların yarıdan fazlası o teknolojiden habersiz yaşıyor… Teknolojinin yerli yerine konabilmesi için önce sistemin yerli yerine konması gerekiyor. Kapitalizm dahilinde teknoloji sadece kötülükleri ve yıkımı derinleştirebilir. Ancak sınıfların, sömürünün ve devletin olmadığı komünist bir toplumda teknoloji gerçek işlevine kavuşabilir ve bu mümkün…
S.D: O halde çöküşün kaçınılmaz olduğunu söylüyorsunuz?
F.B: Artık sanayi kapitalizminin çöküşünü engellemek mümkün değil. Yolun sonuna gelindi. Fakat bu, bu durum karşısında bir şey yapılamaz anlamına da gelmemeli. Çöküşü, eli-kolu bağlı seyretmek ve yıkımın sonuçlarına katlanmak diye bir şey olamaz. Vakitlice, üretim, tüketim, yaşam tarzını, insan-insan, insan-doğa ilişkisini ve aracın rotasını değiştirmek gerekiyor. Bu da ancak kapitalizmi aşma perspektifine eklemlendiğinde mümkündür. Radikal olarak anti-kapitalist olmadan, komünist toplum perspektifine sahip olmadan, şeylerin seyrini değiştirmek, insanlığın geleceğini kurtarmak mümkün olmayacak… Aksi halde çöküş barbarlığa varacaktır ve bir üçüncü olasılık yok!
Tabii bu vesileyle bir yanlış anlamaya da yer vermemek gerekiyor. Birincisi, burjuva uygarlığının sonu demek, her şeyin sonu demek değil. Zira her çöküş aynı zamanda bir yeniden doğuşun başlangıcıdır. Bir arkeolog olarak gayet iyi bilirsin ki, tarih bir bakıma yıkılmış, yok olmuş uygarlıklar mezarlığıdır ve bu güne kadar nice uygarlıklar gelip-geçmiştir.
“Büyük İnsanlığın” veya aynı anlama gelmek üzere, küresel proletaryanın kendi kaderini kendi ellerine almasına bir engel yok. Devletin, paranın, özel mülkiyetin olmadığı bir insanlık toplumu yaratma düşüncesinin ve perspektifinin binlerce yıllık geçmişi var… Bütün mesele, bu dünyanın tüm zenginliğini yaratanların ayağa kalkmasına bağlı. Bunun da önkoşulu, politika yapma ayrıcalığını “profesyonel politikacıların” elinden almak ve onu herkesin “şeyi” yapmaktır. Zira, politika yapma etkinliği herkesin “şeyi” olduğunda her şey farklı görünecektir…
S.D: Çok teşekkür ediyorum hocam…
F.B: Bir teşekkür de benden…
_____________________________________________________________________________
*Arkeolog.