Şimdilerde devlet ve toplum, dinci gericilik tarafından kuşatılmış bulunuyor. Bu nasıl mümkün oldu, buraya neden ve nasıl gelindi sorusuyla ilgili bazı hatırlatmalar, içinde bulunduğumuz sefil durumun netleştirilmesini kolaylaştırabilir.
- Din, kapitalizm öncesi toplumsal formasyonların/devletlerin egemen ideolojisi, değilse onun başlıca bileşeniydi. Batı Hristiyan toplumlarında aydınlanma, modernite devrimi ve onlarla az-çok eş zamanlı olarak tarih sahnesine çıkan kapitalizmle birlikte, geleneksel hakim ideoloji olan dinin etkisi azaldı. Burjuvazi, kendi iktidarını dayatabilmek için Eski Rejime [Ancién Régime] ve onun geleneksel ideolojisi olan dine karşı cepheden bir mücadele yürüttü ve dini etkisizleştirmeyi başardı. Dinin [Klisenin] devletten ayrı bir varlığa sahip olması ve Ruhban sınıfının [Clergé] sömürücü bir sınıf olarak emekçi sınıfı bezdirmesi, burjuvazinin işini kolaylaştırdı. Burjuva devlet genel bir çerçevede laik bir rejimi varsayar.
- Hristiyan Batı’dan farklı olarak, Osmanlı İmparatorluğunda ve İslam coğrafyasında din, devlet aygıtının tam göbeğinde yer alıyordu. İslamiyet daha baştan bir devlet dini olarak ortaya çıkmıştı. İmparatorluk kapitalizmin etkisine girip, yarı-sömürgeleştikçe, sınırlı da olsa, seküler bir rotaya girilecekti. Nitekim, Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet aşamalarında, dinin etkisi görece azalmıştı. Fakat, Türkiye’de hiç bir zaman Eski Rejim ve onun geleneksel hakim ideolojisinin önemli bir bileşeni olan dine karşı bir mücadele yapılmadı. Bir ‘aydınlanma’ ve modernite devrimi yaşanmadı… Dolayısıyla cepheden bir hesaplaşma mümkün olmadı… Zira, bizde “yenileşme hareketinin” asıl amacı, Eski Rejimi yıkmak değil, yaşatmaktı. Bu vesileyle bir hatırlatma yapmak gerekiyor. İslamiyet [din] imparatorluğun egemen ideolojisinin önemli bir bileşeni olmakla birlikte, Osmanlı Devleti salt bir din devleti de değildi. Örfi unsurlar/bileşenler önemsiz değildi.
- Cumhuriyetle birlikte laik damar güçlendi. Dinin devlet ve toplum yaşamındaki önemi azaldı ama din bir kurum olarak devlet aygıtı içinde yer almaya devam etti. Başlarda din, denetim altına alınarak etkisizleştirildi. Fakat Diyanet İşleri Başkanlığı diye bir kurumun devletin tam da göbeğinde yer alması, laiklik tanımıyla uyuşmuyordu. Zira, her ne surette olursa olsun, siz dine karışırsanız, din de size karışırdı. Dolayısıyla Rejim, hiç bir zaman ‘tam laik’ olamadı. Netice itibariyle yarı-laik bir rejim söz konusuydu.
- O halde sadede gelebiliriz: Dinci gericilik neden ve nasıl devleti ve toplumu kuşatmayı başardı? Siyasal İslam nasıl iktidar olabildi? Bunun iç ve dış nedenleri vardı. Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları sadece 1920’li, 1930’lu yıllarda üretilen resmi ideolojiye dayanarak yönetemezlerdi. Dinci gericiliği yardıma çağırmadan edemezlerdi. Türkiye’nin İkinci emperyalist savaşın sonunda “Hür Dünya” kampında yer alma tercihi yapması, daha sonra NATO’ya girmesiyle, dine yaklaşım radikal olarak değişecekti. O aşamadan sonra hem Türkiye’nin mülk sahibi sınıflarının ve hem de NATO’cu cephenin, yükselen ilerici, demokrat, sol, sosyalist, anti-kolonyalist, anti-emperyalist hareketlerin önünü kesmekte ortak çıkarları vardı.
- Politik İslam, ilk defa İngiliz Oriyantalistleri tarafında, Müslüman sömürgelerindeki anti-kolonyalist kurtuluş hareketlerini etkisizleştirmek üzere peydahlanmıştı. Buna göre “bir Müslüman ancak Müslüman bir devlette yaşayabilirdi”… Dolayısıyla din, anti- kolonyalist hareketin önünü kesmek amacıyla araçlaştırıldı.. Ve ilk Meyvesini de Hindistan yarım kıtasının Hindistan ve Pakistan olarak bölünmesiyle vermişti. Hindistan’da Mevdudî hareketiyle yapılanın bir benzerini, Mısırda Müslüman Kardeşler [İhvan-ı Müslimin’ aracılığıyla yapmak istemişlerdi. İnvan-ı Müslimin, Mısırda İngiltere karşıtı anti-kolonyalist, seküler, laik, ilerici, sosyalist hareketleri etkisizleştirmek üzere sahaya sürülmüştü.
- İkinci emperyalist savaş sonrasında ABD, tartışmasız bir hegemonik güç haline geldi. Dini (İslam’ı) araçlaştırma ve kullanma işini İngiltere’den devraldı. Elbette bu İngiliz etkisinin sıfırlandığı anlamına gelmiyordu… ABD, iki nedenle dini kullanmayı amaçlıyordu: Müslüman Üçüncü Dünya ülkelerinde solun, sosyalist ve komünist hareketlerin, demokratikleşmenin önünü kesmek, etkisizleştirmek. Ve dini Sovyet Sistemini kuşatmak amacıyla kullanmak. Nitekim, ünlü “Yeşil Kuşak Doktrini” bu amaçla peydahlanmıştı. İşte bu gerekçelerle dinci hareketler desteklendi. Geride kalan dönemde Suudi Arabistan dinci gericiliğin ihraç merkezi işlevi gördü. Dinci kurumları ve hareketleri desteklemek üzere milyarlarca dolar harcandı. Sadece Müslüman ülkelerde değil, dünyanın her yerinde, Cami İnşası, dinci kültür merkezleri, yayınlar, dinci kadroların yetiştirilmesi, fetvacı üretimi, gazete, radyo, televizyon. vb. için devasa kaynaklar seferber edildi. Bir fikir vermek için, sadece Avrupa’da Cami, dinci kültür merkezi, din adamı, dinci yayınlar, gazete ve televizyon, vb. için 45 milyar dolar harcandığı söyleniyor…
- Emperyalist savaşın ardından Türkiye’de “çok partili sisteme” geçildi. [aslında birden çok devlet partisinin kurulmasına izin verilmişti… Gerçek anlamda bir çok partili sistemi söz konusu bile değildi. Sosyalist/işçi partilerinin kurulması yasaktı. Düşünce (ifade)özgürlüğü yoktu]. Oy kaygısı, laikliği sulandırmayı kolaylaştırdı. İlerleyen dönemde dinci gericiliğin desteklenmesi sistematik bir devlet politikası haline getirildi. İmam-hatip okulları, kuran kursları açıldı, Diyanet İşleri Başkanlığına aktarılan kaynak sürekli olarak artırıldı, solun önünü kesmek üzere devlet tarafından komünizmle mücadele dernekleri kurduruldu ve daha sonra dinci siyasi partilerin kurulmasının da önü açıldı. 1971, 12 Mart ve 1980, 12 Eylül Amerikancı askeri darbeleriyle solu ezmeyi başardılar. Artık dinci gericiliğin önü sonuna kadar açılabilirdi ve açıldı… 12 Eylül darbesiyle, “Türk-İslam sentezi” denilen, resmi ideolojinin yeni bir versiyonu peydahlandı. Bu arada Suudilerle ilişkiler daha da sıklaştırıldı. Petro-dolarlar dinci gericiliği beslemek üzere daha çok akmaya başladı. O kadar ki, Türkiye’nin yurt dışı temsilciliklerindeki imamların maaşı bile Suudilerin eseri olan Rabıta örgütü tarafından ödeniyordu…
- Lâkin, Türkiye’nin şimdilerde içine sürüklendiği sefil durumun gerisinde önemli bir şey daha vardı: 1980’de ünlü 24 Ocak Kararlarıyla “yeniden kompradorlaşma” tercihi yapılmıştı. Ulusal kalkınmacılığa elveda denilmişti. O tarihten sonra ekonominin temeli aşınmaya devam etti. Yeniden kompradorlaşma tercihi yapmak, ekonomik kararların dışarının ihtiyaçlarıyla uyumlandırılması demektir. Ekonominin işleyişi, ‘dışardan uyarılır/belirlenir hale gelir. Ekonominin iç eklemlenmesi ve uyumu ortadan kalkar. Her bir sektör dışardaki gelişmelere göre biçimlenir/biçimsizleşir hale gelir … AKP’nin iktidar olduğu 15 yılda kompradorlaşma daha da derinleşti. Neoliberal politikalar bağnazca dayatıldı. Artık ekonomik temel külliyen aşınmış bulunuyor ve sürdürülebilir değil. Dolayısıyla bu günkü ekonomik, sosyal ve kültürel iflas tablosunun, dinci gericiliğin ve kompradorlaşmanın enterseksiyonunda ortaya çıkan bir şey olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor…
- Siyasal İslamcıların bir ekonomik/sosyal programı, bir ekonomi politiği yoktur. Bağnaz özgürlük, demokrasi ve sosyal eşitlik düşmanıdırlar… Siyasal İslam kadınları aşağılamak üzerinedir… Çözümü geride aradıkları için de dünyayı anlamaktan acizdirler. Dünyayı anlamaktan aciz olanların da her şeyi sarpa sardırmasında şaşılacak bir yan olmamalıdır. Mısırda, Mursi önderliğindeki Müslüman Kardeşler bir yıl bile yönetemediler. Yönetme özürlü oldukları için. Gerçi nihai olarak askeri bir darbeyle iktidardan uzaklaştırıldılar ama onları asıl götüren darbe öncesinin güçlü muhalefet hareketi, halk kalkışmasıydı. Topluma olumlu bir şey sunma yetenekleri yoktur. Zira, yedinci yüzyıl kafasıyla bu günün sorunlarını çözmek mümkün değildir. Fakat bir şeyi çok iyi becerdikleri kesin: Bütçeyi ve hazineyi ve müşterekleri yağmalamakta, talan etmekte bu İslamcı taife ile kimse yarışamaz. 15 yılda yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bırakmadılar. Hiç bir ahlak kırıntısı, hiç bir sorumluluk duygusu, hiçbir değer ölçüsü, hiç bir nirengi noktası, hiç bir ölçü kitaplarında yazmıyor. Fakat, rahatsız edici bir çelişki var. Bütün bunları da din adına, İslamiyet adına yaptıklarını söylüyorlar. Son tahlilde din de bir ideoloji olduğuna göre, İslam’ın ne olduğu, onu kimin nasıl yorumladığına göre değişiyor… Dolayısıyla, “bu İslam değil” demenin bir karşılığı yoktur! Fakat, gözden kaçan bir şey daha var: Kapitalizm her şeyle birlikte dini de hizaya getirmiş bulunuyor… Başka türlü olabilir miydi?
- ‘Arap Baharı’ denilenin ardından bir “Yeni Osmanlıcılık” damarı kabardı. Osmanlı İmparatorluğunu XXI’inci yüzyılda ihya etme hezeyanına ve kuruntusuna kapıldılar. Oysa, bu dünyada geriye dönüş olsaydı, o işi “ecdadımız” dedikleri Osmanlılar yapardı. Nitekim, hem sistemin kendi iç çelişkilerinin ve hem de hızla yükselen kapitalizmin etkisiyle imparatorluğun temeli aşınır, güç kaybederken, ‘çözümü geride aramaya” yeltendiler, başlardaki duruma dönmek istediler, hayretle tarihte geriye dönüş olmadığını anlayıp yönlerini ileriye çevirdiler ama şaşı bakmaktan da bir türlü kurtulamadılar. İmparatorluğun çöküşünü engelleyemediler. Engellemeleri mümkün değildi… AKP tayfası neden öyle bir zorlamaya girişti denirse, Yeni-Osmanlıcılık safsatası, kendilerini ve kendilerine oy verenleri kandırmak içindi. Geride “şanlı bir geçmiş” vardı ve o şanlı geçmiş ihya edilecekti… Geçmişi ihya etme düşüncesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Olmayan duaya amin demektir… İyi de o iş, bin odalı devasa saraylar yapmakla, her mahalleye koca koca camiler inşa etmekle, tüm okulları birer imam hatip imalathanesine dönüştürmekle, Osmanlı isimlerini her yere ve her şey vermekle, helâl niteleme sıfatını, her yiyeceğin, her giyeceğin, vb. önüne koymakla, Osmanlı simgeleri kullanmakla, din tacirliğiyle, yağma ve talanı, lüksü, israfı derinleştirmekte mi olacaktı? Elbette iktidara geldiklerinde de durum matah değildi ama artık her şeyi onun da gerisine taşıdılar. Her şey çığırından çıktı, tam bir yıkım ve çöküş tablosu ortaya çıktı. Başta ekonomi, (sanayi ve tarım), olmak üzere, eğitim, sağlık, sosyal yaşam, dış politika, kültür, sanat, doğal çevre tahribatı, velhasıl tüm alanlarda tam bir iflas tablosu ortaya çıktı… Fakat, bu din tacirlerinin hakkını da yememek lâzım… 15 yılda “olağanüstü hali olağan hâle getirmeyi başardılar. Öyle ya, ne kadar öğünseler yeridir… Ülkeyi bu çöküntü tablosundan ancak radikal bir halk hareketi, ne yaptığını bilen bir muhalefet çıkarabilir ve bu mümkün…