5 Ağustos 2019
22 Temmuz, Bretton Woods konferansının sonuçlanmasının 75. yıldönümü. Bu konferans, iki dünya savaşının ve 1930’ların Büyük Bunalım’ının ardından dünya kapitalist ekonomisinin yeniden istikrara kavuşturulmasının temellerinin atılmasında ve dolayısıyla savaş sonrası hızlı kapitalist büyümenin yolunun açılmasında kilit rol oynamıştı.
Üç çeyrek yüzyıl sonra, dünya kapitalist sistemi, onu temellerine kadar sarsan ve işçi sınıfının Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi ile başlayan devrimci mücadelelerine yol açan felaketlerin patlak vermesi ile karşı karşıya bulunuyor.
Konferansa katılan ve hala Almanya ile Japonya’ya karşı savaşın son aşamalarında olan müttefik devletlerin temsilcileri, yeni bir dünya ekonomik düzeni kurma görüşmelerinde söz konusu olanın, kendi egemenliklerinin varlığını sürdürmesinden başka bir şey olmadığının son derece bilincindeydiler.
Konferansın kapanışında konuşan ABD Hazine Bakanı Henry Morgenthau, sonuçları şöyle özetliyordu: “Ulusal çıkarlarımızı korumanın en akıllıca ve en etkili yolunun, uluslararası işbirliğinden; başka bir ifadeyle, ortak hedeflere ulaşma yönündeki birleşik çabadan geçtiği sonucuna vardık.”
Bu yönelime yön veren korkular, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı William Clayton’ın Mart 1945’te Kongre’de yaptığı konuşmada açık bir şekilde ifade edilmişti. Yüksek gümrük vergisi savunucularına karşı konuşan Clayton, “dünya barışı, her zaman, iki dünya savaşı arasında çok şiddetli bir şekilde yürütülen türde uluslararası ekonomik savaşla ciddi biçimde tehlikeye atılacak” ve “demokrasi ve serbest girişim, yeni bir dünya savaşından sağ çıkamayacak,” uyarısında bulunmuştu.
Bu sözler, tam da dünyanın bugün gittiği yolu tarif etmektedir: Donald Trump’ın önderliği altındaki ABD emperyalizminin öncülük ettiği, derinleşen ekonomik çatışma ve savaş.
Trump, göreve başlama konuşmasında şunları söylemişti: “Sınırlarımızı, ürünlerimizden yapan, şirketlerimizi çalan ve işlerimizi ortadan kaldıran diğer ülkelerin tahribatından korumalıyız. Koruma, büyük refaha ve güce yol açacak.” ABD, aradan geçen iki yılı aşkın sürede, “ulusal güvenlik” adına gümrük vergisi uyguladığı ya da uygulamakla tehdit ettiği müttefiklerine ve rakiplerine karşı tırmanan bir ekonomi savaşı yürüttü.
Fakat hiç kimse, Bretton Woods anlaşmasının mimarlarının bir felakete yol açacağı uyarısında bulunduğu politikaların sadece Trump’ın Beyaz Saray’ının ürünü olduğu yanılsamasına kapılmamalı. Doğrusu, Demokratlar daha bile savaşçılar. Onlar, Çinli telekom devi Huawei’yi hedef alan bir tasarıya destek verdiler. Bu, Trump’ın, herhangi bir ticaret anlaşmasının parçası olarak, ABD’nin şirkete uyguladığı felç edici yaptırımları kaldırmasını engelleyecek.
Bu iki partili destek, tırmanan ticaret savaşının ve dünya savaşı tehlikesinin, belirli bir grup kapitalist politikacının, bir tür “rota düzeltmesi” yoluyla üstesinden gelinebilecek psikolojisinin ya da zihniyetinin ürünü olmadığını göstermektedir. Tersine, bu süreçler, ABD emperyalizminin köklü ve kontrol edilemeyen krizinden kaynaklanmaktadır. Bizzat bu kriz de, dünya kapitalizminin, Bretton Woods anlaşmasından beri geçen üç çeyrek yüzyıldaki evriminin ürünüdür.
Bretton Woods Anlaşması’nın, biri siyasi, diğeri ekonomik olmak üzere iki temel ayağı vardı.
Dünya kapitalizminin önderlerinin yeni bir dünya ekonomik düzeni kurmak üzere bir araya gelmelerini olası kılan siyasi temel, Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist bürokrasinin ve tüm dünyadaki Stalinist Komünist Partilerin, 1920’lerde ve 1930’larda patlak vermiş olan devrimci işçi sınıfı mücadelelerine ve savaş kanlı sonuna doğru yaklaşırken Avrupa genelindeki ve Asya’nın büyük kısmındaki işçilerin kapitalizm karşıtı yeni mücadelelerine ihanet etmesiydi.
Savaş öncesinde, Stalinist halk cephesi programı (egemen sınıfların sözde demokratik kesimleri ile ittifak), 1936’da Fransız işçi sınıfına yönelik ihanete ve 1936-39’daki iç savaşta İspanya işçi sınıfının boynunun vurulmasına yol açtı. Avrupa işçi sınıfının uğradığı yenilgilerin ve 1917 devriminden sonra kurulan ilk işçi devletinin yalıtılması sonucunda ortaya çıkmış olan Stalinist bürokrasi, artık dünya emperyalizminin başlıca payandasıydı.
Stalinist bürokrasi, 1943’te Komünist Enternasyonal’i tasfiye ederek, dünya emperyalizmine, savaş sonrası dünyada oynayacağı role ilişkin güvence verdi. Britanya Başbakanı Churchill ve ABD Başkanı Roosevelt, Şubat 1945’teki Yalta zirvesinde bunun önemini belirtmişti. Stalin, Sovyetler Birliği’nin, savaş sonrası Batı Avrupa’da kapitalist hükümetlerin geri gelmesini destekleyeceğini açıkça ortaya koydu. Bu söz, Stalinist partilerin Nazilerin yenilgisinin ardından Fransa ile İtalya’daki burjuva hükümetlere girmesi ve işçi sınıfının sosyalist devrim yönelimini bastırmaları ile tutuldu.
Ekonomik temel, sanayi kapasitesi savaş boyunca büyümüş olan ABD kapitalizminin gücüne dayanıyordu. O kadar ki, 1945’e gelindiğinde, dünyadaki üretimin yaklaşık yüzde 50’si ABD’ye aitti.
Ekim Devrimi’nin sürdürücüsü oldukları yanılgısı ve Kızıl Ordu’nun Nazi Almanyası’nın yenilgisindeki merkezi rolü nedeniyle işçi sınıfı içinde kitlesel desteğe sahip olan Stalinist partilerin işbirliğini güvenceye alan ABD, dünya kapitalizmini yeniden inşa etmek üzere ekonomik gücünü kullanabildi.
Ancak bunu başkalarını da düşündüğü için değil; savaştan harap olmuş Avrupa’da ve Asya’da kapitalizmin yeniden kurulması Amerikan emperyalizminin çıkarlarına uygun olduğu için yapmıştı. ABD egemen çevreleri, Avrupa’nın ve dünyanın geri kalanının 1930’ların koşullarına dönmesi durumunda, dünya piyasasının genişlemesine bağımlı olan Amerikan ekonomisinin felaketle karşılaşacağını ve sonucun, Stalinizmin siyasi rolüne rağmen, Avrupa’da ve bizzat ABD’de devrimci mücadelelerin patlaması olacağını anlamıştı.
Marksist hareket, 1914’te I. Dünya Savaşı’nın başlamasından itibaren, küresel savaşların patlamasının, dünya ekonomisinin gelişmesi ile dünyanın rakip ulus devletlere bölünmüşlüğü arasındaki çelişkinin sonucu olduğunu çözümlemişti. Bu çelişki, emperyalist güçler arasında her zamankinden daha şiddetli çatışmalara yol açıyordu. Pazarlar, karlar ve kaynaklar uğruna merkezi mücadele dahil olmak üzere çıkarlarını savunan bu güçlerin her biri, dünya ekonomisi ile ulus devlet arasındaki çelişkiyi, herkesin herkese karşı savaşına yol açacak şekilde, kendisini rakipsiz dünya gücü yaparak çözme peşinde koştu.
Bu çelişki, büyük kapitalist güçler arasındaki çatışmaları en aza indirmeyi amaçlayan Bretton Woods para sisteminde ifadesini buldu. Britanya emperyalizminin çıkarlarını savunan ekonomist John Maynard Keynes, küresel ticaret ve yatırım işlemlerini finanse etmek için “bancor” adlı uluslararası bir para birimi kurulmasını önermişti. Keynes’in planının özü, ABD’yi diğer büyük güçler ile aynı disipline tabi kılmak ve böylece hakimiyetini azaltmaktı.
“Bancor” planı kesin bir şekilde reddedildi ve ABD doları yeni uluslararası para sisteminin temeli yapıldı. Uluslararası işbirliği gerekliliği söylemine karşın, ABD’nin egemenliği Bretton Woods anlaşmasında güvence altına alınmıştı. Tek kısıtlama, doların, onsu 35 dolardan altınla değiştirilebilir olmasıydı.
Bretton Woods sistemiyle, dünya ekonomisi ile ulusal sistem arasındaki çelişki giderilmemiş; yalnızca bastırılmıştı.
Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması ve daha gelişmiş Amerikan üretim teknolojilerinin kullanımı yoluyla dünya ekonomisinin yeniden yapılandırılması gibi diğer önlemler ile birlikte, Bretton Woods para anlaşması, tüm büyük kapitalist ekonomilerde bir ekonomik büyümeye yol açtı. Savaş sonrasındaki hızlı büyüme sırasındaki basmakalıp yaklaşım, kapitalizmin önceki yarım yüzyılın felaketlerinin üstesinden geldiği ve küresel ekonominin başarılı bir şekilde yönetilebildiği idi.
Ancak Bretton Woods para sistemi içsel bir çelişki içeriyordu. Sistem, dünya piyasasının genişlemesini ve diğer kapitalist ekonomilerin (Almanya, Fransa, Britanya ve Japonya) gelişmesini teşvik ettikçe, sistemin dayandırıldığı ABD’nin hem göreli hem mutlak ekonomik üstünlüğünün altını oyuyordu.
Daha 1960’ların başlarında saptanmış olan bu çelişki, 15 Ağustos 1971’de patlayarak açığa çıktı. Başkan Nixon, altın rezervinin erimesi karşısında, ABD’nin bundan sonra doları altına çevirmeyeceğini tek taraflı olarak ilan etti.
Nixon’ın, ABD’li işçilerin ücretlerinin dondurulmasını ve ithalata yüzde 10 ek vergi getirilmesini de içeren adımları, Amerikan emperyalizminin dünya ekonomisi ve mali sistemi üzerindeki egemenliğini sürdürmeyi amaçlıyordu. Fakat ABD’nin ekonomik üstünlüğünün hem göreli hem mutlak olarak gerilemesi, sonraki yıllarda yalnızca hız kazandı. Altın desteğinden muaf itibari bir para biriminin kurulması, mali sermayenin son kırk yıldaki aralıksız yükselişinin başlıca etmenlerinden biriydi.
ABD’nin sanayi üretimdeki üstünlüğü de, bugün hem Çin’in hem Avrupa Birliği’nin arkasında kalacak kadar aşındı ve kar birikimi, gitgide daha çok spekülasyona ve mali piyasa operasyonlarına bağımlı hale geldi.
Trump yönetiminin ve Amerikan ordu-istihbarat kurumunun başlıca hedeflerinden biri olan Huawei olayı, bu sürecin çarpıcı bir ifadesidir. Huawei, internet aracılığıyla sanayi kapasitenin gelişmesi üzerinde büyük bir etkisi bulunacak olan 5G cep telefonu teknolojisinin geliştirilmesinde ön saflarda olduğu için hedef alınmaktadır.
Huawei, artık, 19. yüzyılın son yıllarından beri teknolojide muazzam ilerlemelere öncülük etmiş bir ülkeye yönelik varoluşsal bir tehdit olarak görülüyor, çünkü onunla karşılaştırılabilir bir ABD firması bulunmuyor. Bu yokluğun nedeni, ABD’de kar elde etmenin, yatırım ve üretici güçleri geliştirme zararına, giderek artan şekilde kısa vadeli kazançlara ve mali manipülasyonlara bağımlı hale getirilmiş olmasıdır.
Bretton Woods Anlaşması’ndan üç çeyrek yüzyıl sonra, dünya kapitalist sisteminin –anlaşma eliyle bastırılmaya çalışılan– tüm çelişkileri, yeniden yüzeye çıkıyor. Bu çelişkiler, ABD emperyalizminin, 1930’ların felaketlerine yol açan, şimdi teknoloji yasakları ve savaş yoluyla arttırılan gümrük vergileri ve korumacı önlemler uygulayarak egemenliğini yeniden ileri sürme yöneliminde en patlayıcı biçimini alıyorlar.
Dünya işçi sınıfının karşı karşıya olduğu mesele, I. Dünya Savaşı’nın patlamasıyla Lev Troçki’nin ortaya koyduğu ile aynıdır. Troçki, 1915’te, dünya sosyalist devrimi perspektifinin ve ekonominin sosyalist örgütlenmesinin, günün işçi sınıfı mücadelelerine yol gösteren pratik programı haline gelmesi gerektiğini yazmıştı. Kapitalist sistemin çelişkileri yeni bir dünya savaşına doğru ilerlerken, bu çözümleme her zamankinden daha doğrudur.
* wsws.org’dan…