İktisat, insanın yerleşik, medeni tarihi ile karşılaştırıldığında genç bir bilim. Hep yapıldığı gibi miladını meşhur Milletlerin Zenginliği yapıtının yayınlanması olarak kabul edersek, yaklaşık 250 yaşında. Bana göre bu hayret uyandırıcı bir durum. Nasıl olur da insanın yeniden üretiminin, yani varoluşunun en zaruri yanlarından biriyle özel olarak ilgilenilmemiş, insanlar fiyatların nasıl belirlendiğinin bilgisinden yoksun bir biçimde bu kadar uzun süre yaşamışlardır? Aslında iktisat benzeri bir şeyin siyaset felsefesi metinlerinde içerildiği düşüncesiyle bu iddiaya çeldirici olduğunu düşündüğüm bir itiraz yöneltilebilir. Ama mesele iktisadi olguların görmezden gelinmesi meselesi değildir, kendi metafizik çekirdeğine (alana özgü çözümsüz sorulara) ve kendi yöntem bilgisine sahip bir disiplinin neden 250 yıl öncesine kadar ortaya çıkmadığının en makul yanıtı, bir disiplin olarak iktisadın kapitalizmle ortaya çıkmış olmasıdır. Bu manada iktisat has burjuva bilimidir, kapitalizmin medeniyete armağanıdır.
İktisadın başlıca metafizik soruları (milletlerin?) zenginliğin kaynağının ne olduğu ve bu zenginliğin temin edicisi fiyat sisteminin (piyasa) nasıl işlediği ya da fiyatların (malların fiyatlarının, emeğin ücretinin, toprağın rantının, sermayenin kârının, servetin faizinin) nasıl belirlendiği sorularıdır. Biraz cömert davranıp fizikten, matematikten, istatistikten devşirdiği modellemeyi de iktisadın kendine özgü yöntem bilgisi kabul edebiliriz. Söz konusu soruların ve yöntem bilgisinin başlangıcını, A. Smith’in 1776’da yayınlanan klasik yapıtı yerine François Quesnay’nin (1694-1774) öncülüğünü yaptığı Fizyokrasi ekolü olarak kabul etmek daha doğru hale gelir böylece. Bu kabulle iktisadı çok az yaşlandırmış oluruz, ama onun has burjuva bilimi olduğu iddiasına halel gelmez. Yine de yaptığımız tespit, söz konusu döneme dek iktisadi fenomenin neden sistemli bir biçimde ele alınmadığı sorusuna yanıt teşkil etmez kuşkusuz.
Sorunun güçlü ve yanıltıcı olduğunu düşündüğüm bir yanıtı, söz konusu döneme dek iktisadi olanın, siyasal olanın içinde gömülü olduğu, dolayısıyla siyasal olanın belirlenimine tabi olduğu iddiasına dayanır. Bu bakış açısı en soyut ve olgun biçimini, G. W. F. Hegel’in esasen iktisadi olanla siyasal olanı birbirinden ayrıştırdığı sivil toplum-devlet ayrımında bulur. Oysa iktisadi olan, kapitalizm öncesi için siyasal olan olarak tarif edilen egemenlik ilişkilerinin yeni biçimi olarak da görülebilir. Burada yanıltıcı olan siyasal olanın, yani egemenlik ilişkilerinin esasen devlet gibi biçim bakımından eski bir yapıda sürdürülüyor olduğu kabulüdür. Aslında egemenlik ilişkileri, eski siyasal yapıları kuşatan, onları yeniden biçimlendirerek içeren iktisadi olan tarafından devralınmıştır. İktisat disiplininin vazgeçilemez bir toplumsal ihtiyaç olarak baş göstermesi, bir yandan iktisadi olan kılığına bürünmüş yeni egemenlik ilişkilerinin topluma doğallık, insan tabiatı, kendiliğindenlik olarak yutturulması ihtiyacına binaendir, diğer yandan egemenlik ilişkilerinin tesis edilme alanı olarak piyasanın şu ya da bu düzeyde rekabeti gerektirmesinden kaynaklı, iktisadi faaliyetin aşkın bir karakter arz ediyor olması nedeniyledir. Diğer bir deyişle, kapitalizmde egemenlik ilişkilerinin, yani siyasal olanın tesis edilmesini sağlayan piyasa, iktisadi faaliyetin baskın bir biçimde gayriiradî olmasına neden olmuştur. Çok sayıda piyasa aktörünün kazanç arzularının belirlediği piyasa fiyatı, kapitalizm öncesinde pazaryerinde yerel otoritenin koyduğu narh değildir. Bu belirleme, piyasanın gittikçe hiyerarşik, gittikçe tekelci bir karakter kazandığı gerçeğine aykırı değildir, aksine halka ait, şimdi ve burada cereyan eden yerel pazaryerinden burjuvaya ait zaman ve mekânın maniple edildiği bütünleşik ulusal piyasaya geçiş, burjuva siyasallığının en temel teşkil edicisi olmuştur.
Şu ya da bu düzeyde barındırmak zorunda olduğu rekabet nedeniyle hep anonim, kendiliğinden, tarif edilmesi zor, aşkın bir yapı olarak kavranan piyasa, burjuvazi tarafından temellük edilip kendi ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirildikçe esasen tekelci bir nitelik kazanmıştır. Piyasanın ne olduğu sorusuna yanıt aramaya çalıştığım yüksek lisans tezimin temel iddiası, piyasanın burjuvazi tarafından hayata geçirilen bir kıtlaştırma projesi olduğuydu. Burjuvazi topluma ait olan ne varsa, doğal, kendiliğinden bir yapı olarak sunduğu, kendisine ait piyasa kabının istediği mıntıkasına atıp çitliyor. Bu sayede istediği kadar imtiyaz yaratıyor. Burjuvazinin imtiyaz yaratma kapasitesini kaba bir örnekle açıklamaya çalışayım. Fortune dergisinin 2017 yılı için yayınladığı Türkiye’nin en büyük ilk beş yüz şirketinin ilk onunun net satış gelirleri yaklaşık olarak 330 milyar lira imiş, ilk beş yüz şirketin net satış gelirleri toplamı ise yaklaşık olarak 1 trilyon 200 milyar lira imiş. Aynı yıl milli gelir yaklaşık 3 trilyon 100 milyon lira olarak açıklanmış. Yani en büyük on şirketin satış gelirleri milli gelirin yüzde onundan fazla, en büyük beş yüz şirketin satış gelirleri milli gelirin üçte birinden fazla. Peki, rekabet serbestîsinin, hikmetinden kimsenin sual edemediği, adil, tıkır tıkır işleyen bir makineye dönüştürdüğü piyasadaki şirket sayısı nedir? 2017 yılında Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği tarafından derlenen veriye göre bu yıl sadece kurulan şirketlerin sayısı 72 binin üzerinde, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nın 2017 yılı Aralık Ayı Veri Bülteni’ne göre ise Türkiye’de bu dönemde 1 milyon 796 binin üzerinde şirket faaliyet göstermektedir. Yani 2017 yılında faaliyet gösteren şirketlerin yaklaşık olarak % 0,0278’nin (yani yaklaşık olarak 10 binde 3’ünün) net satış gelirleri milli gelirin üçte birinden fazladır. Böyle bir tabloyla, bu yoğunlaşma düzeyiyle rekabeti istediğiniz kadar serbest kılabilirsiniz. Yine en kabasından bir hesapla en büyük ilk bin şirketin net satış gelirlerinin milli gelirin yarısını aşacağı söylenebilir. Başka bir deyişle ekonomideki tüm şirketlerin yüzde 1’inden çok azının satış gelirleri milli gelirin yarısını aşacaktır. Gayem ilk beş yüz ya da bin şirketin piyasa hâkimiyetine ilişkin kaba hesaplar yapmak değil, az çok sezileni kimi küçük hesaplarla göstermek istedim. Piyasa esasen kapitalist hiyerarşinin en tepesindeki sermayedarlara aittir, rekabet piyasayı şu ya da bu ölçüde kendiliğinden, doğal kılarak onun sermayedarlara ait olduğu gerçeğinin üstünü örter. Rekabetin yarattığı zorunlu yoğunlaşma, savunucusu olunan serbest piyasayı olanaksızlaştırır (aslında bu hiç istenmez, ama kendi haline bırakıldığında tiranlığa dönüşecek piyasa sistemi işlesin diye “rekabet kurumları” oluşturulur), çünkü sermaye son derece eşitsiz dağılır, doğası gereği eşit dağılması da mümkün değildir. Diğer yandan kapitalizmin hanesine başarı olarak yazılanların çoğu, özellikle de teknolojik ve organizasyonel atılımlar, söz konusu eşitsiz sermaye dağılımının ürünüdür. Bununla birlikte hiçbir sermaye (kapitalist), ne kadar büyük olursa olsun tek başına toplam sermaye birikimini aşacak kadar büyüyemez. Bu durum, rekabet az çok muhafaza edildiği sürece, kapitalist piyasayı tekinsiz bir yer kılar. Piyasanın bu gayriiradîliğini, tekinsizliğini, muğlâklığını giderecek araç iktisattır. Rekabetin öngörülemez kıldığını, modelleyerek burjuvalar ve onların siyasal temsilcileri hükümetler için öngörülebilir kılar iktisat. Öte yandan piyasanın asıl olarak burjuvaziye ait olduğunu da görmezden gelip gizlemek zorundadır. İktisat bu nedenlerle burjuva bilimidir ve asıl katkısı toplumun tamamının katıldığı iktisadi faaliyeti, ortağı olduğu piyasanın siyasal işlevini gizlemesidir.
Burjuva toplumsal düzeninin Allah vergisi (deus ex machina) olduğu yanılsamasını genel geçer bilgi kılmak için uğraşır iktisat. Söz konusu düzen Allah’ın arzusuysa, burjuvalar fıtraten ona uygun davranmak zorundadırlar. İktisadın tabiat yasaları kadar genel geçer bilgi elde etme arzusu (böylelikle tek muteber sosyal bilim olacaktır), pozitif bilim olma gayretinde dışa vurur, ama bunu bence hiç beceremez (modellere temel teşkil eden değişkenlerin nicelleştirilmesi sorunu; sermaye ve faydanın ölçülemezliği iki tipik örnektir). Fakat pozitif yöntemin asıl sorunu, görülmek istenenin mevcut içinden seçilip öne çıkarılmasıdır. Örneğin iktisat fayda yerine elemi (acıyı) modelleyebilirdi, zenginlik yerine yoksunluğun kaynağını kurucu sorusu olarak belirleyebilirdi. Genellenecek olursa, önemli görüldüğü için öne çıkarılan ‘var olan’ değil, anlaşılmak isteneni kuşatan ‘yokluk’ ortaya koyularak ‘var olan’ belirlenebilir. Bu yol var olanı görmezden gelme ihtimalini düşürür. Örneğin iktisadi büyüme kavramını anlamaya çalışacak biri, üretim artışıyla kaynak tüketimi arasında bağ kurabilecektir. Mevcut durumda iktisadi büyüme için nelerin tüketildiği önemsenmemektedir. Çünkü aslında burjuvaziye ait olup ilahi bir emir gibi kavranan piyasanın doğal bir sonucudur, bu nedenle sorgulamaya kimsenin hakkı yoktur. Hal böyle iken, anaakım iktisat kuramı, gayriiradî süreçlerin modellenmesinden gittikçe iradi olanın modellenmesine doğru evrilmiştir; bu çerçevede davranışsal iktisat, deneysel iktisat, oyun kuramı öne çıkmıştır. Çünkü kapitalist piyasa, burjuva siyasallığının tezahür alanı olarak baskın biçimde iradidir, 1000 kadar şirket bir ülkenin sanatı, sosyolojisi, ideolojik aidiyetleri, geçim koşulları ve siyasetini (hangi rejimle idare edilecekleri, kimler tarafından yönetilecekleri vb.) belirler. İktisadın bu son atılımı bu gerçeği ortaya koymak için değil, iktisadi fenomeni söz konusu 1000 aktör arasındaki stratejik hamlelerin sonucu olarak anlama gayretinden ileri gelmektedir: fiyatlama stratejileri, iktisadi karar alma süreçlerindeki irrasyonellik, karar alma süreçlerini belirleyen faktörlerin deneysel olarak tespiti… Tamamı burjuvazinin piyasa üzerindeki denetimini pekiştirmek, adeta mükemmelleştirmek için. Neticede tüketiciye çoğu israf edilecek malın satılması sağlanır, rekabet aşığı kapitalistler tekelleşmek için ellerinden geleni yaparlar. İktisadın çaresine baktığı işler genel olarak bunlar. Çünkü piyasa gittikçe daha açık bir biçimde burjuva egemenlik ilişkilerinin kurulduğu bünye olarak tezahür eder olmuştur. Devletlerin de gittikçe birer şirket gibi idare ediliyor olmalarına şaşmamak gerek. Dolayısıyla iktisat söylemi, iktisat disiplininin yarattığı kavramlar, düşünsel kalıplar, bakış açısı insanlık için yıkıcı niteliktedir ve boşa çıkarılmaları gerekiyor.