Elime geçen son iki kitabın ortak noktası, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilip Ortadoğu’dan çekilen Osmanlı‘nın ardında bıraktığı Arap sivil-asker memurlar ile şehirlerin geçirdikleri dönüşümdü ve oldukça ilginç bilgiler içeriyordu.
Bunlardan ilki Hazım Sağıye isimli yazarın Beyrut’taki bir yayınevi tarafından yayımlanan Arap Ortadoğu’sunun Romantikleri ( رومنطيقيّو المشرق العربيّ) isimli çalışmasıydı.
Londra merkezli Suudi Arabistan gazetesi Şark’ul Avsat, geçtiğimiz haziran ayında bu çalışmanın belli bölümlerini, “Radikal Önderliklere Giden Yol” (الطريق إلى الزعامة الراديكاليّة) başlığı altında dizi halinde yayımladı. 1
Lübnanlı Rum Ortodoks bir aileye mensup olan gazeteci, eleştirmen ve siyasi yorumcu Hazım Sağıye 1951 doğumludur.
1960’larda Arap kurtuluş hareketlerine ilgi duymuş; Mısır ve Arap dünyasının bağımsızlık simgesi sayılan Cemal Abdülnasır ile Baas Partisi’nin önermesi olan “Arap Sosyalizmi“ni savunmuştur.
Türkiye’de Kemalizm‘in farklı bir türevi sayılan Nasırcılık ile Baasçılık arasında gidip gelen Sağıye’ye göre: “Önünde her ikisinden başka bir alternatif yoktu!” Sonrasında “sosyal faşizmi” savunan Suriye Toplumcu Milliyetçilik partisinin görüşünü benimser.
1970’lerde İngiltere’deki yüksek öğrenimi sırasında Marksizm-Leninizm’i keşfeder. 1979’da İran İslam Devrimi’nden etkilenir. Gerisi malum: “Demokratik sol” yoluyla liberalizmde karar kılar.
Zikzaklı geçmişini bir yana bırakırsak, şimdilerde ise Suudi Arabistan’ın Londra merkezli Şark’ul Avsat gazetesinde köşe yazıları yazan H. Sağıye’nin, Ortadoğu’nun son 100 yılına ışık tutan siyaset ve tarihe yönelik araştırma kitapları, dikkatli okunup mantık süzgecinden geçirilmek kaydıyla ciddi başvuru kaynağı sayılabilir.
Kitabında yazdıklarını şöyle özetlemek mümkün:
Osmanlı yönetiminin çöküşünden sonra, onun bünyesinde çalışan Arap askeri-sivil bürokratları, bulundukları ülkelerde kurulmakta olan devletlerinin öncüleri ve kurucuları haline geldiler.
Ortadoğu’daki sömürgeci-emperyalist devletlerin hegemonya mücadelesinin seyrine göre kendilerini şu veya bu cephede buldular ve süreç içinde giderek radikalleştiler.
Biz, bu kadarıyla yetinmeyip somut örnekler üzerinden ayrıntılara da girelim:
1921’de İngiliz eliyle inşa edilen Irak Krallığı, 1932’de sözde bağımsızlık kazandı. 1958’de ise krallık devrilip yerine cumhuriyet kuruldu.
Her üç aşamadaki Irak ve Suriye hükümetlerinin başkanları, çoğunlukla eski üst rütbeli Osmanlı memurlarıydı:
Ali Rıda Rukkabi, Sultan Atraş, Yusuf Azma, Muhammed İzeddin Halebi, Said As, İbrahim Hananu, Hişam Attasi, Nuseyb Bekri, Hasan Hakim, Mustafa Satı Husri.
İlaveten Saadallah Cabıri, Fevzi Gazi, Abdurrahman Keyyali, (Lübnanlı) Fevzi Kavukçi gibi daha alt rütbeli subayları da sayabiliriz.
Ürdün ile Lübnan’da memurluk yapmış olan Reşid Taliu, Filistinli Muhammed İzzet Deruze ve Refik Temimi de aynı ekolden gelirler.
Osmanlı ordusunda görevli olmalarına rağmen Arapçılık fikriyatından etkilenip Osmanlı’dan ayrılmak isteyen üst rütbeli subay sayısı 150-200 kadar iken, yüzlerce genç subaydan söz edilebilir.
Sözgelimi Harbiye’nin en meşhur Iraklı mezunu (1906) 1888 doğumlu Nuri Said Paşa, Musul’a yerleşmiş Kafkas kökenli bir ailenin evladıdır.
İsmet İnönü‘yü Harbiye’den tanımaktadır. Osmanlı Genelkurmay bünyesinde ve Balkan savaşlarında görev almış; İngilizlerin kurduğu kraliyet hükümetinde yedi kez başbakanlık, muhtelif bakanlık yapıp askeri görevler üstlenmiştir. Arap dünyasının ilk ve en şöhretli diplomatı sayılmaktadır.
Kudretli Nuri Said Paşa, başbakanlığı sırasında Kerkük’ün Kürtler ve Türklerden arındırılıp fiilen Araplaştırılması için Arap memur ve aşiretlerini bu şehre aşamalı olarak yerleştirmiş; Kürt ve Türkmen memurları başka il ve ilçelere tayin ettirmiştir.
Kendisi, 1958’deki askeri darbede kadın kılığında kaçmaya çalışırken yakalanıp idam edilmiştir.
Harbiye mezunu olup Osmanlı’ya “en sadık Iraklı subay” olarak bilinen Yasin El Haşimi ise, Irak hükümetinde başbakanlık yapmış, muhtelif bakanlıklarda bulunmuş, bazı askeri hizmetlerde görev almıştır.
Bu subaylar, bir zamanlar emrinde çalıştıkları Osmanlı devletindeki saray darbelerinden örnek alarak 1930’lu ve 1940’lı yıllarda devletleşme sürecindeki iktidar kavgalarına bulaştılar; darbe teşebbüsünde bulundular, kimi zaman başardılar bazen de yenildiler.
Irak‘ta darbe işlerine karışan komutanların çoğu, eski Osmanlı subaylarıydı. Bunlardan biri olan dönemin Irak Genelkurmay Başkanı Kürt Bekir Sıdkı Paşa, Arap dünyasında ilk darbe yapan asker-siyasetçi olarak bilinir.
Osmanlı hayranlığı o kadar ileriydi ki, Türkiye ile federasyon temelinde birleşmek istemekteydi. Bu amaçla Ankara’yı gitmek için 1952’de Musul’dan hareket edecek treni beklerken, muhtemelen İngiliz ajanlarınca katledildi. 2
Eski Osmanlı subayı olan iki siyasetçi Yasin El Haşimi (1935) ile Raşid Ali Geylani (1941) de darbelere bulaştılar.
Her ikisi de fanatik Arap milliyetçisiydiler ve işgalci İngilizlere karşı Mussolini ve Hitler yanlısıydılar.
Onlara öykünerek militan milis ve izci kümeleri oluşturdular (Kara Gömlekliler gibi). Yaklaşık 25 bin genci militaristleştirdiler. Özellikle İtalya ve Almanya’yı örnek alarak “Büyük Arap Birliği”ni silah zoruyla kurma planları yaptılar.
Her ikisiyle de aynı konuda rekabet eden Irak Kralı Gazi ise beden eğitimi vermek suretiyle, “Fütüvvet Nizamı” adıyla genç milisleri etrafında topladı. Yetkili olduğu dönemde tüm siyasi partileri, muhalif gazeteleri ve sol eğilimli oluşumları kapattı.
Bu eski Osmanlı memur ve zabitan takımının büyük bir kısmı, yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden doğan Kuvayi Milliyecilerin Mustafa Kemal önderliğinde toparlanıp işgalcilere karşı zafer kazanmasını örnek aldılar.
Toplumu değiştirmek için de Kemalist proje ve toplum mühendisliğini bir şekilde uygulama yoluna gittiler.
Bunlardan biri olan Lübnan asıllı eski Osmanlı subayı Fevzi El Kavukçi, 1925’te Suriye’deki devrimin (direnişin) önderi oldu.
İşgalciler karşısında yenilince, eski silah arkadaşı (I. Dünya Savaşı sırasında) Atatürk ile görüşmek umuduyla, 1 Temmuz 1927’de tekstil tüccarıymış gibi sahte bir kimlikle İstanbul’a gitti.
Ancak El Kavukçi, silah ve benzeri yardımlar almak maksadıyla gittiği İstanbul’da aradığını bulamadı.
Atatürk ile de görüşemeden Hicaz’ın yolunu tuttu. Orada yeni kurulmakta olan Suudi Arabistan ordusuna askeri eğitim verdi.
Fevzi El Kavukçi, Filistin’e dönüp Siyonistler ve İngilizlere karşı silahlı mücadele vermek üzere Selamet Ordusu’nu kurup, 1948 Arap-İsrail savaşında komutanlık yaptı. Uzun yıllar destansı direniş sergilemesine rağmen çaresizliğe yenildi.
Suriye isyanının başını çekenlerden Sultan (Paşa) Atraş ise, sürgünde bulunduğu Ürdün’den Suudi topraklarına kovuldu. İsyanın diğer önderleri de Amman (Ürdün), Kudüs (Filistin) ve Kahire (Mısır) şehirlerine dağıldılar.
Mustafa Kemal Atatürk, İttihat ve Terakki devrinde “dava ve silah arkadaşları” olan Arap subaylara beklenen yardımı yapmadı.
Ülkesindeki Fransız işgalini defetmek maksadıyla eski dostları olan Suriyeli Salih Ali ve Lübnanlı Edhem Hançer’in komuta ettikleri Şam diyarındaki Fransızlara karşı direnişi kısa süreliğine destekledi.
Ancak aynı Atatürk, Dürzî siyasetçi Şekib Arslan’ın 1923 sonlarında İstanbul’a gelerek önerdiği, Fransızlara karşı Türkiye-Suriye cephesi kurma teklifini kabul etmedi.
Çünkü o, bu sırada Fransızlarla anlaşmış; eski Arap dostlarına ihtiyacı kalmamıştı.
1939’da Hatay‘ın ilhak edilmesi (resmi deyimle Türkiye’ye katılması), Arap dünyasında Kemalist yönetim karşıtlığını zirveye çıkardı.
Hal böyle olunca, Kemalistlere duyulan eski hayranlık ve özenti, yerini öfke ve nefrete bıraktı. Arap subayları, siyasetçileri ve aydınlarının başını çektikleri “Arap Aydınlanması” Türkleştirmeye ve Osmanlı sömürgeciliğine bir tepki olarak ortaya çıktı.
Arap kökenli yüksek bir bürokratın serüveni, o dönemin aynası gibidir; Osmanlı ve sonrasını açıkça yansıtmaktadır.
Birlikte bakalım:
II. Meşrutiyet döneminin ünlü eğitimcisi 1880 Yemen doğumlu Satı Bey (Mustafa Satı El Husri), aynı zamanda meşhur bir siyasetçi ve fikir adamıydı.
1909’da İstanbul Darülmuallimin (Erkek Öğretmen Okulu) ve ardından Darüşşafaka müdürü oldu.
Dönemin Maarif Nezareti (Eğitim Bakanlığı) adına mesleki alanda dergi çıkaracak kadar başarılı bir memurdu. Bu yüzden de eğitim alanındaki bir araştırma için geziye gönderildi.
İtalya, Fransa, İsviçre, Belçika, İngiltere ve Romanya’da bulundu. Aynı kapsamda Şam, Beyrut, Adana, Konya, İzmir, Selanik ve Drama’daki eğitim kuruluşlarını inceledi.
Satı Bey Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra “Arap milliyetçiliği ideolojisini geliştiren kişi” diye bilinip tanındı.
Büyük Arap Birliği ülküsünü taşıyan bir düşünürdü. Almanya’yı birleştiren Bismark ve İtalya birliğinin fikir babası Garibaldi’den etkilenmişti.
Osmanlı’nın çöküşünden sonra kendisine müsteşarlık teklif edilmesine rağmen Türkiye’den ayrılarak Arap davası peşine düştü.
Tutarlı ve sistematik bir teoriden yola çıkarak Suriye, Irak ve Mısır’da Arap eğitimine ve milliyetçiliğin (Pan-Arabizm) gelişmesine katkıda bulundu.
1920’de kurulan kısa ömürlü Suriye Krallığında eğitim bakanı oldu. Kral Faysal’ın bir yıl sonra Suriye’den ayrılıp Irak’taki krallık tahtına oturması üzerine, bu kez de oradaki eğitim bakanlığına getirildi.
Mustafa Satı Bey’in Arap milliyetçisi görüşlerinden etkilenen ordu, İngilizleri destekleyen kraliyet ailesini devirip (1941) yerine Hitler hayranlığıyla bilinen Pan-Arabist Raşid Ali Geylani’yi iktidara getirdi.
Bu dönemde Satı Bey’in itibarı daha da arttı. İngilizlerin Geylani’yi devirmesi üzerine Satı Bey, Irak’tan kovuldu.
Cumhurbaşkanı Geylani ise Nazi Almanya’sına kaçıp orada sürgünde bir hükümet kurdu. Nazilerin yenilmesinden sonra da S. Arabistan’a sığındı.
1958’de krallığın devrilip cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte anayurduna döndü.
Satı Bey, 1943’te Suriye Cumhurbaşkanı Şükrü el Kuvvetli’nin daveti üzerine milli eğitim müsteşarı oldu.
Üç yıl sonra gittiği Kahire’de Arap Kültür Dairesi’nde bilim danışmanı oldu. 1965’te döndüğü Bağdat’ta dört yıl sonra hayatını kaybetti.
Gelelim, Osmanlı komutanı bir Kürd’ün hikâyesine…
Osmanlı hükmünün sona ermesiyle birlikte Arap dünyasında ve Kürt toplumunda adı çokça duyulan Osmanlı subaylarından biri de Mehmet Emin Zeki Beg idi.
1880’de Süleymaniyeli bir Kürt ailesinin evladı olarak doğan bu meşhur zat; Çanakkale, Filistin, Irak ve Kafkas cephelerinde savaşmış, birçok madalyayla ödüllendirilmişti.
Osmanlı tarihe karışınca, Temmuz 1923’te döndüğü Bağdat’taki Kraliyet Askeri Okulu’nun öğretmeni, 1924 yılı sonunda ise müdürü oldu.
Irak Ordusu’nda miralay (albay) rütbesi verilerek eğitim dairesinde görevlendirildi. Osmanlı Ordusu’nda edindiği tecrübeyle Irak’ta askeri eğitim ve araştırmalara önemli katkılar sağladı.
Temmuz 1925’te Süleymaniye’den mebus seçildi, meclis başkanvekilliği ve askeri komisyon başkanlığına getirildi.
Mayıs 1928’de Süleymaniye, Ocak 1932’de Erbil, Ağustos 1935 ve Ekim 1943’te yine Süleymaniye mebusu seçildi. 25 Aralık 1943’te Âyan Meclisi’ne üye oldu.
1925-1943 yılları arasında Irak krallık yönetiminde kurulan yaklaşık otuz hükümetin çoğunda İskân, Ulaştırma, Maarif (Eğitim), Savunma, Adalet ve İktisat Bakanı olarak görev yaptı. 10 Temmuz 1948’de Süleymaniye’de vefat etti.
Modern Kürt tarihinin öncüsü sayılan M. E. Zeki Beg, yoğun askeri ve idari görevlerine rağmen Osmanlı gazetelerinde (Tanin, Tasvîr-i Efkâr, Vakit) Türkçe; Kürt basınında ise (Gelâvêj, Jîn, Bangî Kurdistân, Jiyâneve, Jiyân) Kürtçe/Soranice yazılar yazmıştır.
Başta “Kürtler ve Kürdistan Tarihi” olmak üzere halkının tarihine dair çok sayıda kitabı yayımlanmıştır. 3
Osmanlıcı bir Dürzî aristokrat memurun başından geçenler ise, Arap şahsiyetlerin imparatorluk sonrasındaki arayışlarının yol haritası gibidir.
“Aristokrat bir Dürzî ailenin evladı olarak 1869’da Lübnan’da (Şuf ilçesi, Şuveyhat köyü) dünyaya gelen Emîr (Prens/Bey) Şekîb Arslan ile kardeşleri Sünni eğitimi gördüler ve buna uygun yaşadılar. Şekîb Arslan, altı yaşından itibaren bir süre Şûf’taki bir Amerikan okuluna devam etti.
879’da, Beyrut’taki en gelişmiş Mârûnî okuluna girdi. Özellikle Arap edebiyatı ve tarihi alanında çok iyi yetişti; ayrıca Fransızca öğrendi. 1886 yılında Beyrut’ta Medreset’ül Sultâniyye’ye geçti.
Burada diğer ilimlerin yanı sıra, o yıllarda şehirde sürgünde bulunan ve aynı okulda öğretmenlik yapan Mısırlı âlim Muhammed Abduh’dan fıkıh ve akaid dersleri aldı. Türkçeyi de burada öğrendi…
1887’de Şûf’a dönen Şekîb Arslan, aynı yıl babasının ölümüyle boşalan Şüveyfât nahiye müdürlüğüne tayin edildi. 1890’da bu görevinden ayrılarak gittiği Mısır’da Muhammed Abduh’un etrafında oluşan ve fikirlerini yayan gruba dâhil oldu; Mısır’ın önde gelen fikir ve kalem erbabıyla tanıştı. Kahire’de yayımlanan El Ehrâm gazetesinde çeşitli yazılar yazdı.
1890 yılı sonlarında İstanbul’a gitti; devrin önde gelen devlet adamlarından Hasan Fehmi ve Maarif Nâzırı Münif Mehmed Paşalarla yakınlık kurdu. 1892’de kısa bir süre Paris’te kaldı ve orada Mısırlı meşhur şair Ahmed Şevki ile görüştü.
Aynı yıl İstanbul’a dönen Şekîb Arslan, o günlerde İstanbul’da bulunan Cemâleddîn-i Efgānî ile tanıştı ve sohbetlerine katıldı. 1892 sonlarında Lübnan’a döndü. 1902’de üç ay kadar Şûf kazası kaymakamlığı yaptı, daha sonra istifa etti. 1908’de Jön Türkler’in yönetime gelmesiyle birlikte tekrar Şûf kaymakamlığına tayin edildi. Üç yıl bu görevde kaldı.
1911 sonlarında İtalyanların Trablusgarp’ı işgalleri üzerine gizlice Libya’ya gitti. Enver Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusuna katıldı. O yılın sonlarında İstanbul’a dönen Emîr Şekîb Kızılay heyetleri müfettişliğine seçildi. 1914’te Osmanlı Meclis-i Mebûsanı’nda Havran temsilcisi oldu.
I. Dünya Savaşı’nın ilk iki yılını Suriye’de geçirdi. Burada bir taraftan ayrılıkçı Arapları kazanmaya çalışırken diğer taraftan güney cephesinde ordu kumandanı olarak görev yapan Cemal Paşa’ya halkla ilişkilerinde yardımcı oldu.
1916 sonlarında İstanbul’a döndü. 1917 ortalarına kadar Harbiye Nâzırı Enver Paşa ile birlikte çalıştı. Aynı yılın sonunda özel bir görevle Almanya’ya gönderilen Şekîb Arslan uzun süre Avrupa’da kaldı.
Osmanlı Devleti’nin yıkılışından önce Emîr Şekîb, devleti parçalamaya yönelik en büyük tehlikenin Batı’dan geleceğini, bunu önlemek için Osmanlı hilâfeti etrafında bir İslâm dayanışması oluşturmak gerektiğini, Türkler ve Arapların bu dayanışmanın vazgeçilmez unsurları olduğunu ileri sürdü…
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransızların Suriye ve Lübnan’ı, İngilizlerin Filistin’i işgal etmeleri üzerine emperyalizme karşı sert bir tavır takındığı için bölgeye girişi yasaklanan Emîr Şekîb, Avrupa’da ikamete mecbur edildi.
Bunun üzerine mücadelesini Avrupa’nın değişik şehirlerinde sürdürdü. 1920’de Berlin’de Şark Kulübü başkanlığına seçildi; 1921’de yine Berlin’de Milletler Cemiyeti’nde Arapların haklarını korumayı amaçlayan Suriye-Filistin heyetinde yer aldı. Üç yıl sonra Almanya’daki Müslümanların işleriyle ilgilenmek üzere Berlin’de Hey’etü Şeâiri’l İslâmiyye adıyla bir dernek kurdu.
1925-1926 yıllarında Suriye’de meydana gelen ayaklanmalar, esasen Arapları temsil etmeye çalışan Emîr Şekîb Arslan’ın liderliğinin belirgin hale gelmesine vesile oldu. 1926’da Suriye Manda Komisyonu başkanı Markiz Diyoddi ile görüşmek üzere bir heyetin başında Roma’ya, 1927’de hemşerilerinin daveti üzerine Detroit’te toplanan kongreye başkanlık etmek üzere Amerika’ya gitti. Aynı yılın sonlarında Rusya’yı ziyaret ederek bu ülkedeki Müslümanların meseleleriyle ilgilendi, İslâmî konularda konferanslar verdi.
1929’da hacca giden Şekîb Arslan, bu sırada Kral Abdülazîz ile görüştü. 1930’da İspanya’yı ziyaret etti. Aynı yıl Cenevre’de La Nation arabe dergisini yayımlamaya başladı. 1934’te Mekke’de düzenlenen İslâm Konferansı’na katıldı. 1937’de Fransa’nın yasağı kaldırması üzerine Suriye’ye dönen Emîr Şekîb Arslan, büyük bir törenle karşılandı.
Suriye hükümeti onu Bilim Kurulu başkan tayin etti. Fakat Fransa, Suriye ile 1936’da yaptığı anlaşmayı bozarak Emîr Şekîb’in sınır dışı edilmesini istedi; bu yüzden görevine başlamadan Cenevre’ye dönmek zorunda kaldı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye ve Lübnan’ın istiklâle kavuşması üzerine 1946 Ekiminde Lübnan’a döndü. 9 Aralık 1946’da burada vefat etti.
Arapça yanında Farsça, Türkçe, Fransızca, İngilizce ve orta derecede Almanca bilen Emîr Şekîb Arslan, Arap dünyasının istiklâline kavuşması için çok büyük gayret sarf etti. Bu hususla ilgili hemen her toplantıya katıldı ve Arapların meselelerini milletlerarası platformda savundu…” 4
Son örneğimizi çok renkli bir kişiliğe sahip olan ve Mısır’da yaşayan bir Osmanlı subayından seçtik:
Osmanlının son devrinden kalan bu şahsiyet, Aziz Ali el Mısri’dir. 1880 doğumludur. Kahire’de oturan Çerkes asıllı bir ailenin evladıdır.
“Arapçılık fikriyatının ve milli kurtuluş hareketinin bayraktarı” olarak nam salan El Mısri, 1904’te İstanbul merkezli Harbiye’den mezun oldu.
1906’da “El Vatan” derneğini kurdu. Bu dernek, “demokratik bir Osmanlı devleti” kurulması amacıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birlikte davranıp 1908 darbesini destekledi.
Ancak İttihatçılar, Türkçülük yaparak diğer halklar gibi Arapları da küstürünce, El Mısri Arap arkadaşlarını da yanına alarak El Kahtaniye cemiyetini kurdu; Türkler ve Arapların federal bir hükümdarlık çatısı altında kalmalarını önerdi.
İttihat ve Terakki’nin Türkçü görüşlerine rağmen 1910 ile 1913 yıllarında Osmanlı ordusu subayı olarak Arnavutluk, Libya ve Yemen’de savaştı.
İllegal siyasi-askeri bir Arap örgütü kurması nedeniyle Osmanlı yönetimi, 1914-1916 yılları arasında hakkında iki kez idam kararı çıkardı.
Bu tarihten sonra Hicaz Şerifi Hüseyin‘in Osmanlı’ya karşı başlattığı büyük Arap isyanına katıldı. Kraliyet hükümetinde savunma bakanı oldu.
İngilizlere fazla güvenen Şerif Hüseyin ile ihtilafa düşen El Mısri, kurucusu olduğu El Ahd (Ahit, Ant) adlı dernek çevresinde bağımsızlık yanlısı Arap subay ve siyasetçileri topladı.
Medine şehrinde kuşatılmış vaziyette bulunan Fahri Paşa’ya şunu önerdi:
Avrupalı düşmanlara karşı sizinle aynı cephede savaşırız. Buna karşılık Osmanlı, Arap ülkelerine geniş kapsamlı bir özerklik vermeyi kabul etmelidir.
Bu tekliften haberdar olan Şerif Hüseyin, El Mısri’yi azlederek tatile gönderdi.
Mısır Kralı Faruk’un zamanında Genelkurmay Başkanı oldu. İşgalci İngilizlere duyduğu derin kin yüzünden Nazilere sempati duyan Aziz Ali El Mısri, Mayıs 1941’de bir İngiliz savaş uçağını kaçırıp Libya’daki Alman birlikleriyle temasa geçmeyi denedi. Maksadı, Mısır’ı Almanya safında İngiltere’ye karşı savaşa sokmaktı.
Ancak girişim başarısız oldu; Mısır’daki İngiliz yönetimi, kendisini tutuklayıp hapse attı ve arkasından sürgün etti.
Ulusal kurtuluşçu lider Cemal Abdunnasır, El Mısri ve benzeri kıdemli subayları, bağımsızlık yanlısı Arap komutanlarının “manevi babaları” olarak tanımlayarak onu 1953’te Moskova’ya büyükelçi olarak atadı.
Bu örnekler, Osmanlı zamanındaki asker ve sivil görevlilerin çöküş sonrasında hayal ettikleri “Bağımsız Arap devletleri” ve ardından 21 farklı coğrafyayı kapsayacak “Büyük Arap Birliği”ni gerçekleştirme serüveninin acılı sürecini bize göstermektedir.
Osmanlı sonrası Arap şehirlerinin dönüşümünün hikâyesini ise, İngilizce yayımlanmış kitabı Türkçeye çeviren gazeteci Gül Atmaca’nın kurgusuna sadık kalarak anlatacağız.
Şam Diyarı ve Ortadoğu’nun yeniden inşası
Modern Ortadoğu’nun sosyo-mekânsal oluşumuna dair bir yorum olan kitabın yazarı akademisyen Cyrus Schayegh (Kiros Şayeg) dünya vatandaşı diyebileceğimiz kişilerden.
Baba tarafı 1960’larda ülkesini terk eden Musevi dinine mensup İranlı, anne tarafı Avrupalı, kitapta teşekkür ettiği karısı Tsolin Nalbantyan ise Ermeni.
Elimizdeki kitap Harvard Üniversitesi tarafından basılmadan önce değişik zamanlarda Beyrut Amerikan Üniversitesi, Kudüs’teki İbrani Üniversitesi, Cambridge Üniversitesi başta olmak üzere çeşitli üniversitelerdeki sunumların konusu olmuş.
Cyrus Schayegh, “Ortadoğu ve Modern Dünyanın İnşası” isimli çalışmasında bugün Suriye, Ürdün, Lübnan ve İsrail/Filistin’in yer aldığı, Bilad’üş-Şam (Şam Diyarı/Şam Eyaleti) olarak bilinen bölgeyi, 20’nci yüzyılın başındaki olağanüstü dönüşümüyle ele alıyor.
Bölgenin geçmişine uzanarak coğrafyaya farkını katan kentlere odaklanıyor önce. Bu kentlerin arasındaki iktisadi, sosyal ve siyasi bağları, bu bağları etkileyen faktörleri, sömürge devletlerin etkisini ve Osmanlı sonrası oluşan ulus devletlerin bölgede yarattığı değişiklikleri birbirleriyle etkileşimi çerçevesine yerleştiriyor.
Kentlerin, bölgelerin, devletlerin iç içe geçtiği, mekânın dönüştürücü güç olarak asıl aktör haline geldiği Ortadoğu’yu inceliyor.
Kitap, 19’uncu yüzyılın üçüncü çeyreğinden başlayarak Ortadoğu’nun merkezinde bulunan Şam Eyaleti’ni mercek altına alıyor.
Burada, köklü kentlerin ve bölgelerin dinamik modern dünya ekonomisine ve güçlü modern devletlere niçin, nasıl ve hangi aşamalarda biçim verdiğini; buna karşılık kentler ve bölgelerin yeniden nasıl biçimlendiğini ele alıyor.
Söz konusu zaman dilimi, 1918’de Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması ve Ortadoğu’da Avrupa hâkimiyetinin yayılmasıyla birlikte bitmediği gibi belli sayıda Ortadoğulu devletin bağımsızlığını kazandığı 1940’lara kadar devam ediyor.
Kitap, Şam Diyarı’ndan ötesini; ona komşu Mısır, Irak ve Türkiye’yi, diaspora topluluklarını ve ulus ötesi çeşitli bağlantılarını ele alıyor.
Ayrıca bölgeye, kentlere ve onların bağlarına, küresel ekonomik güçlere, Osmanlı ve Avrupalı emperyal devletlere ve Bilad’üş-Şam’da geçerli olan Osmanlı sonrası ulus devletlere derinlemesine bakıyor.
Mekânsal dönüşümün Şam, Halep, Beyrut, Trablusşam, Yafa, Hayfa, Kudüs, Amman ve Şam Eyaleti’nin diğer şehirlerinde ne tür değişikliklere yol açtığı ayrıntılarıyla kitapta anlatılıyor.
Buna göre; şehirlerin kaderi, coğrafi konumları kadar yerel ve küresel çıkarlar tarafından belirlenebilir. Bu kapsamda kara, demiryolu ve telgraf/telefon hatlarının şehirlerarası ilişkideki önemine işaret ediliyor.
Şam Eyaleti aydınları, 19’uncu yüzyıl ortası gibi Osmanlı yönetimini reddetmeden bölgeye kültürel milliyetçi bir anlam aşılayarak “Arapçılığın” bölgesel biçimini geliştirdiler.
Gerileyen Osmanlı yönetimi, Avrupa emperyalizminin yayılmacılığına ve Avrupa merkezli küreselleşmesine karşı hamle yaptı: Devlet aygıtını modernleştirip ticari ve iletişim altyapısını geliştirdi.
Böylece Şam Diyarı’nın farklı yöreleri, eskisinden daha sıkı bir şekilde bütünleşmiş oldu.
Modern Osmanlı devlet bölgeciliğinin bir parçası olarak, Osmanlıcılık yükseldi ve egemenliğindeki Arap eyaletlerinde, özellikle Bilad’üş-Şam’da, “Arapçılığın” kültürel anlamı doğdu.
1920’ler, Bilad’üş-Şam’da dört yeni ulus devletin oluşmasıyla çok önemli değişiklikler gördü. Osmanlı sonrası Siyonizm ile Arap milliyetçiliğinin değişik biçimleri, tamamen siyasi ve daha gürültülü hale geldi.
Eserde önemli bir yer tutan “Yişuv” kavramını biraz açmakta yarar var:
İskân (yerleşimci) sömürgeciliğine dayalı projeler çerçevesinde Avrupalı emperyal devletler Hindistan alt kıtası, Uzakdoğu, Güney/Kuzey Amerika, Afrika gibi farklı bölgelere “pioner” (öncü) yerleşimci koloniler (topluluklar) gönderiyorlardı.
Bu türden iskân sömürgeciliğini örnek alan Siyonist politikacılar, dönemin en büyük sömürge imparatorluğu sayılan İngiltere’ye sırtlarını dayadılar.
Hem dini hem de siyaseti kullanıp öncü (pioner) Yahudi toplulukları, “Tanrı tarafından vaat edilmiş olan süt ve bal akan topraklar”da yerleşip ortak tarıma dayalı yerlerde üretim yapmaya yönlendirdiler.
İşte bu Yişuv, yerleşimci sömürgeciliğin İbrani dilindeki politikleştirilmiş “ülkücü” ve “idealist” kavramıdır.
O yerleşim yerleri ise Moşav (iskâncılığa dayalı ortak tarım-sanayi üretim merkezleri, çiftlikleri veya kooperatifleri) diye bilinir. Türkiye’de en bilineni olan Kibbutz tesisleri, Moşav’ın daha kapitalist bir türevidir.
Britanya tarafından 1910’un sonlarında tanınmış olan Siyonist yönetim, 1929’da Yahudi Ajansı olarak modernize edilip güçlendirildi.
1930’ların başı itibarıyla Avrupa’da artan Yahudi karşıtlığı, Yahudi göçü ve Yişuv’a sermaye transferine katkıda bulundu.
Sonuç olarak, Yişuvların nüfusu, satın alma gücü ve sanayisi hızla büyüdü.
Yişuv kavramıyla uygulanan Yahudi yerleşimciliğin Şam Diyarı’ndaki etkilerini bugün de görebiliyoruz:
Suriye, Lübnan ya da Trans-Ürdün manda yönetimlerinin, Siyonist ulus devlet inşasıyla karşılıklı ilişkilerine bakmadan günümüzdeki sorunlar, özellikle Arap-İsrail çatışması tam olarak anlaşılamaz.
Kitaba göre Bilad’üş-Şam, 19’uncu yüzyılın sonlarında hem ulusallaştı hem de küreselleşti ve 1930’lardan itibaren “Arap Dünyası”nın ayrılmaz bir parçası olarak giderek daha fazla tanımlandı.
Kentler, 1918’den itibaren yeni bir çerçeveye oturtuldu-ulusallaştı ve bazı iç bölgeleri ulus ötesi hale geldi.
Bu arada, yeni ulus devletler çoklu kentsel alanlar olarak ifade edildi, işlev gördü ve dahası ulus ötesi alanlara bağlandı.
Son söz: Türk, Arap, Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, Çerkes ve bilumum halkların geçmişlerini bilmeden Ortadoğu’yu anlamak imkânsızdır.
“Osmanlı’nın torunlarıyız; Ortadoğu’nun 400 yıllık tapusu bizdedir!” diye böbürlenmek yetmiyor çünkü. Her iki kitap da bu hususta aydınlatıcı bilgi ve belgelerle dolu rehberler niteliğindedir. Okumanızı öneririz.
Kaynakça:
1. Şark’ul Avsat gazetesi, 13-16 Haziran 2021 tarihli dizi yazısı.
2. Cahit Kayra’nın “1938 Kuşağı” isimli kitabından aktaran Murat Bardakçı, “Türkiye’yle birleşecekti”, 8 Şubat 1998, Hürriyet.
3. Faik Bulut, “Osmanlı subayı Mehmed Emin Zeki Beg, nasıl Kürt tarihi yazarı oldu?”, independent türkçe, 23 Eylül 2020.
4. Hulusi Kılıç, “Emîr Şekîb Arslan”, TTV İslâm Ansiklopedisi, 1995 yılı basımı.
The Independentturkish