Faik Bulut’un Demokratlar Konfederasyonu Yönetim Kurulu Başkanı Fatih Kavaloğlu ile röportajının ikinci kısmı
Yaklaşık 40 yıldan bu yana Menderes Ailesi’ni yakından tanıyan Demokratlar Konfederasyonu Yönetim Kurulu Başkanı Fatih Kavaloğlu ile geçmişi ve bugünü konuştuk.
İlk bölümünü 16 Eylül Cuma günü yayımladığımız söyleşinin ikinci bölümünü okurlarımıza sunuyoruz:
– Aydın Menderes, Refah Partisi saflarında siyasete atıldı. O sırada o meşhur “pazara kadar değil, mezara kadar” türünden bir ifade kullanmıştı. Refah Partisi’ne girişi nasıl oldu?
1995 senesinde Aydın Abi, Demokrat Parti’nin başındaydı. Türkiye seçime gidiyor… Doğru Yol Partisi, Anavatan Partisi ve Refah Partisi vs. var. Partiler arasında seçim işbirlikleri konuşuluyor… Yanlış hatırlamıyorsam Anavatan Partisi’nin başında Mesut Yılmaz Bey var. Onunla, Aydın Bey’in bilgisi dâhilinde bazı arkadaşlar görüşüyor.
Birkaç tur görüşmeden sonra beklenen ittifak olmadı. Çünkü Mesut Bey’in heyetinden biri, yanılmıyorsam Yüksel Yalova, “Aydın Bey’in gücü olmadığına” dair küçümseyici bir ifade kullanıyor. Aydın Bey de Adnan Menderes’in oğlu ve Türkiye’de bu işi en iyi bilenlerden biri olarak, “Siz misiniz bana bu yaklaşımı gösteren!” diyerek hem alınıyor hem de görüşmeyi kesiyor.
O arada Refah Partisi ile Aydın Bey arasında da dolaylı-dolaysız birçok dost var. İrtibatları bir şekilde devam ediyor. Demek ki RP ile de bir görüşme zemini hazırmış. Derken Şevket Kazan Bey ile Metin Işık Bey bir araya geldiler. İki grup, çok çabuk hazırlık yaptılar. Bu ittifak bir “bomba” olarak siyasi hayata düştü.
İyi hatırlıyorum, Aydın Abi’nin RP Genel Merkezinde bu partiye intisabı pazar günü gerçekleşmişti. Büyük kalabalık önünde önce Şevket Kazan çok duygusal bir konuşma yaparak ağlamıştı. Niçin ağlamıştı? Çünkü bu milletin kahir ekseriyetinin hürmet ettiği Adnan Menderes’in oğlu Aydın Bey, RP’yi tercih etmişti. Sanki 40 yıllık bir Refah Partili gibi birlikte görüntü vermişti.
Malum, Refah Partisi’ni öcü gibi gören dev bir askeri kesim var. Dolayısıyla RP safında görünmek büyük bir cesaret işiydi. Aydın Bey’in ne kadar demokrasiye düşkün olduğunu da böylece görebiliyoruz.
Bu sırada bazı basın organları Aydın Bey için, “Geçici olarak RP’ye gitmiştir, bilahare ayrılır” türünden yorumlar yazıyorlardı. O da RP’ye katılımın gerçekleştiği o pazar gününe atfen şu veciz konuşmasını yapmıştı:
Pazara kadar değil, mezara kadar birliktelik!
Bilahare seçim listesinde Aydın Abi’nin beğendiği, istediği yer verildi. Kontenjanından da Gürcan Dağdaş listeye konuldu ki, sonradan bakanlık makamına geçti.
Ben, Aydın Abi’nin Refah Partisi’nde bilhassa Sayın Erbakan tarafından da son derece değer verilen bir kişi olarak görüldüğünü hissettim. Rahmetli Erbakan Hocamızın Aydın Abi’ye olan ilgi ve alakasının son derece had safhada olduğunu bizatihi gördüm. Birçok arkadaşımız da gördü.
Sadece Sayın Erbakan değil, Refah Partisi’nin bütün genel merkez yöneticileri de öyleydiler: Abdullah Gül, Recai Kutan, Süleyman Arif Emre, Oğuzhan Asiltürk Beyler de bunların arasındaydı.
Belki iddialı bir söz olabilir: Aydın Abi’nin o yapı içerisinde son derece mutlu olduğuna şahit oldum. Biraz da günümüze ışık tutması açısından söylüyorum. Şu kadarını bile düşünüyorum: Rahmetli Erbakan muhtemelen kendisinden sonra günün şartlarına göre revize edilebilecek olan bir Refah Partisi’nin başına Aydın Menderes’in gelmesi noktasında kafasından birtakım düşünceler geçiriyor olabilirdi.
– Galiba Abdullah Gül’ün de buna benzer bir izlenimi ya da ifadesi mi olmuş? Veya böyle bir şeyi Aydın Menderes’e ihsas mı ettirmiş?
Evet, mümkün. Abdullah Bey o zamanlar genel başkan yardımcısıydı. Ben de milletvekili adayıydım. Aydın Abi’nin milletvekili kontenjanından. Refah Partisi Genel Merkezi’nde verilen bir yemek davetinde Abdullah Bey ile yan yana oturup hasbıhal ederken şöyle demişti:
Erbakan Hocamız, Aydın Bey’e karşı son derece ilgi ve alaka içerisindedir. Bizlere de yani Refah Partisi yöneticilerine de bu istikamette her yaptığımız toplantıda telkinde bulunuyor.
Tabii, o sohbeti ve benzeri yorumları dinlerken, biraz evvel söylediğim manada bir hissiyata kapıldım. Yine de doğru bir tespittir. Sonraki gelişmeler de bunu göstermiştir. Çünkü RP içerisinde de Aydın Bey’e karşı olan ya da kendilerine göre hülyaları rüyaları olan bir kesim vardı. Bu kesim aynı zamanda Erbakan Hoca’ya da karşıydı. Buradan o çıkıyor. Dolayısıyla bende böyle bir intiba (izlenim) kaldı.
– O zamanlar İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan idi. Bu durumda Aydın Bey ile Erbakan’a karşı olduğunu söylediğiniz kesim, acaba Erdoğan’ı Erbakan Hoca’nın halefi olarak gören kesim miydi? Nitekim sonraki yıllarda Erbakan’dan ayrılıp AKP’yi kuranların bir numaralı öncüsü Erdoğan oldu. Erbakan’ın yerine geçme niyeti taşıyan Erdoğan, Aydın Bey’in parti içinde el üstünde tutulmasından ve o sıradaki saygın konumundan hoşlanmamış olabilir mi?
O tarihlerde dikkatimi çeken bir nokta vardı: Şimdiki AKP çevresi, bilhassa yönetim kademesi, Aydın Menderes’e saygı duymakla birlikte onunla epeyce mesafeliydiler. Belki de ona karşı kuşku ve güvensizlik duyuyorlardı. Bunun bir açıklaması var mı?
Bu tespit çok doğru. Biz, o zamanlar bizzat Aydın Abi’den de bunları duyardık. Sayın R. Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu devirde (1995), biraz evvel sizin söylediğiniz istikamette rahmetli Erbakan ile Aydın Bey’in yakın münasebet içerisinde olmasından memnun olmayan bir kesim vardı zaten. Buna İstanbul kesimi diyelim.
Yanlış hatırlamıyorsam Aydın Abi’nin Recep Tayyip Bey ile böyle çok yakın boyutta bir münasebeti yoktu. Yani 25-30 yıla yakın Menderes ailesiyle iç içe olan biri olarak şunu söyleyebilirim:
Evet, bir devlet adamlığı noktasında karşılıklı saygıya, sevgiye dayalı bir ilişki vardı. Ancak mesela Abdullah Gül Bey ile çok daha yakındı Aydın Abi. Abdullah Bey, Aydın Abi’nin fikirlerine hürmet ederdi; onu bir akil insan olarak görürdü. Yaşadığı müddetçe de Aydın Abi ile daima bir istişare içerisinde, diyalog içerisinde olmuştu.
– Erdoğan ile Menderes arasında “belli bir güvensizlik var” türünden söylentiler dolaşırdı gazeteciler arasında.
Bir yanıyla mümkün ve muhtemeldir. Onun da sebebi belli zaten. Tayyip Bey’in ileriye matuf düşünceleri vardı. Refah Partisi içinde bir veya birkaç kişinin ona rakip çıkması, her insan gibi belki kendisini de tedirgin etmiş olabilir. Tayyip Bey’in de böyle bir tereddüde ve şüpheye düştüğünü tahmin ediyorum. Tabii, o günkü şartlar itibarıyla söylüyorum.
Hani kimler tarafından, nasıl yapıldığını bilmiyorum ama 1995 senesinden itibaren Aydın Abi’nin etrafını da belli güçler çevirmişti. Bunu da burada açık ve net söyleyeyim.
– O belli güçler her kimseler, bir şekilde belli bir kurumun adına da hareket etmiş olabilirler. Demek ki bir taraftan Aydın Bey ile ilişki devam ediyor, bir taraftan da kontrol söz konusu. Bu kontrol, bilinen anlamda kabaca yapılmıyor olabilir. Hani Aydın Bey’e yardımcı olan veya işlerini kolaylaştıran biri de olabilir. Özel şoförü de olabilir. Buna bazı ziyaretçiler de dâhildir.
Haklısınız. Aydın Bey kontrol altındaydı. Her şeyi ve hepsi kontrol altındaydı. Ondan eminim.
– Kontrol altında olması, aynı zamanda bağlantılı olduğu yere rapor vermesi demektir. İşin düz mantığı böyle, yanılıyor muyum?
Doğrudur… Hatta üzülerek söylemek lazım, zamanı geldiğinde belki bunlar daha da açık konuşulabilir. Şimdi düşünüyorum: Hadi, Aydın Abi’nin sağlıklı dönemi amenna. Ancak o trafik kazasından ötürü yatağa bağlı kaldıktan sonra, mücadelesini o yarım haliyle devam ettiriyordu. Allah’ın verdiği bir güçtü demek ki!
Düşünebiliyor musunuz? Yataktayken mücadele edeceksiniz ama sağlık sorunlarınız var. En yakınlarınızdan dahi şüphe duyabileceğiniz bir ortamdasınız. Çünkü hastasınız ama gene de Türkiye’ye hitap ediyorsunuz. O yataktan hasta halinizle verdiğiniz beyanlar, yaptığınız röportajlar, mülakatlar bile Türkiye’de yankı buluyor. Orada dahi rahat bırakmadılar açıkçası.
– Sizin gibi yakınları ile dostları muhtemelen uyarılarda bulunuyorlardı kendisine…
Tabii, Aydın Abi çok bilinçliydi. Bu tür sohbetler yaptığımızda da şöyle derdi: “Onların hepsinin bir görevi var. Görevlerini ifa ediyorlar!”
– Bir ara da Sayın Abdullah Gül ile bir konuşması olmuştu Aydın Bey’in. Habur sınır kapısından geçişler (PKK militanlarının peşmerge kıyafetleriyle Türkiye’ye geçip, bazı AKP üst düzey yetkililerinin huzurunda ve otobüs üzerinde halkı selamlamaları vs olayı-F.B.) nedeniyle Sayın Gül’ü yöntemin yanlışlığı konusunda uyarmıştı galiba?
Sayın Cumhurbaşkanı Gül ile konuştuğu doğrudur. O sırada Tayyip Bey başbakandı. Habur meselesi gündeme geldiği ve televizyonlardan o canlı yayınların yapıldığı gün konuşuldu.
O tabloyu gören Aydın Abi, telefon trafiğinden sonra verilen randevu üzerine aynı gün veya ertesi sabah Çankaya Köşkü’ne çıkıyor. Aslında her zaman köşke çıkmazdı. Görüşmede mealen şunları söylüyor:
Çözüm ve barışma hususunda sistematik olarak sorun yok ama otobüsün üzerinden böyle abuk sabuk görüntüler verilmesi hoş bir tablo değil. Ülke için sıkıntı yaratacaktır.
Bu görüşme, Aydın Abi’nin hasta haline rağmen ülkenin hassas konularında her zaman cesaretle, korkmadan, çekinmeden fikrini söyleyebildiğinin delilidir. Böyle sesi gür çıkan akil insanlar ve toplumun geneli itibarıyla tasvip gören insanlar Türkiye’de azaldı, azaltıldı. Aydın Abi’nin böyle bir özelliği vardı.
Bütün yaptığı mülakatlara verdiği röportajlara bakacak olursanız memleket meselelerinin birçoğunu yaşamış ve yakinen de takip etmiştir. Hem konuya vakıf hem de kendine özgüveni var. Hatta bir lafı vardı:
Süleyman Demirel’den sonra merkez sağ adına konuşacak kişi benim dışımda kimse olamaz!
Bu sözüyle Sayın Hüsamettin Cindoruk‘u kastetmiş olabilir, bilemiyorum. Tenkit etmekle beraber Süleyman Bey’e saygısı da vardı.
– Sağ kesimdeki bazı isimlere sıra gelmişken sorum şudur: Süleyman Soylu, bir dönem başka partideydi. AKP’yi çok tenkit ediyordu, özellikle de dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı. Yanılmıyorsam bu tür sert eleştiriler üzerine Erdoğan, “Karadenizliyiz. Bu tenkitler niye?” mealinde bir mesaj iletmişti kendisine. Aydın Bey ile ne ilgisi var bu olayın?
Olay şöyle olmuştu: Yanlış hatırlamıyorsam, 2007 veya 2008 senesinde Demokrat Parti kongresinin yapılacağı gündü. Süleyman Soylu‘nun kaybedip Hüsamettin Cindoruk’un kazandığı kongreden bahsediyorum. Cindoruk’un bazı iddialara istinaden Soylu’nun Demokrat Parti ile ihraç yoluyla ilişiğini kesmiş olduğunu biliyorum.
Kongrenin olduğu gün ben de Aydın Bey’in evindeydim. Sayın Soylu, DP Genel Başkanı olarak Aydın Abi’yi ziyaret etti. Ben de zaten oradaydım. Yaklaşık 10-15 dakika kadar kaldı. O arada Erdoğan’dan bahisle şunu aktarmış:
R. T. Erdoğan beni aradı. ‘Demokrat Parti Başkanı olarak meydanlarda bizim hakkımızda bağırıyorsun, çağırıyorsun. Biz ikimiz de Karadenizliyiz, niye böyle yapıyorsun?’ dedi.
Soylu’nun ayrılmasından sonra Aydın Abi, bu sözü benimle paylaşarak gözlemini aktardı:
Süleyman Bey peşrev çekiyor. Aklından AK Parti’ye doğru yönelmek geçiyor olabilir.
Tabii, bununla ilgili daha sonra da başka gelişmeler oldu. Yanlış hatırlamıyorsam 2011 seçimleriydi. O zaman da AK Parti’de milletvekili olmak için bir teşebbüsünün olduğunu ben gayet iyi biliyorum.
– Aydın Menderes’in “Babam ve Ben” isimli kitabının ikinci sayfasında, “Bu kitabın telif gelirleri Aydın Menderes Demokrasi Vakfı’na bağışlanacaktır” ibaresi yer alıyor. Ancak ortada bir Aydın Menderes Demokrasi Vakfı göremiyorum ben. Ayrıntılı cevabını istemiyorum ama olay nedir?
Sayın Faik Hocam, vallahi tebrik ederim. Gözünüzden kaçmamış o not. Şimdi kitabın ilk sayfasındaki o not kimseyi de pek ilgilendirmediği için, yani belki bizim Adnan Menderes Vakfı kurma adına faaliyet içerisinde bulunduğumuzu düşünerek bu soruyu sordunuz.
O vakıf bizimle alakalı değil. Yanlış hatırlamıyorsam o dönemde bu vakfın kurulmasıyla ilgili bir çalışma başlatılmıştı. Vakfın yönetim kurulu başkanlığını Sayın Süleyman Soylu yapacaktı. Bu hususu Sayın Soylu bizzat bana kendisi de ifade etmişti ve Aydın Menderes’in eşi Ümran Hanım da bahsetmişti.
Çünkü benim de bir vakıf kurma çalışmam vardı. O an için bu tür çalışmayı durdurmamızı, kendilerinin bir vakıf kuracağını bizzat bana ve arkadaşlarıma ifade etmişti. Ama daha sonra ne oldu, bilmiyorum. Bilebildiğim bu kadar.
– Sayın Yüksel Menderes’in malum intihar meselesi var. Siz bu hadisenin kuşkulu olduğundan bahsetmiştiniz. Aslında kesin olmamakla birlikte Aydın Bey de dâhil Menderes’in üç oğlunun ölümlerinin bazı şüpheleri beraberinde getirdiğini ifade etmiştiniz. Gerekçeniz nedir?
Kesinlikle. Evet, çok önemli. Tabii, bu sorunun cevabını vermeden önce şu tespiti bir yapmak lazım: 1960 ihtilalinden sonra günümüze kadar bu Menderes ismi bütün eksiğiyle, fazlasıyla hâlâ var ve önemlidir. Kimseyi de ilahlaştırmanın bir anlamı yok. Bu memlekete kim hizmet ettiyse, prensip olarak yâd etmek durumundayız. Bunu görüp yaşıyoruz.
Anıt mezardaki yerimize her gün yurdun dört bir yanından, farklı bölgelerden insanlar geliyor. Şunu anlıyorum ki her evde hayra veya şerre bir tane Menderes hatırası var. Özellikle 1960’tan yani bu başvekilin şehit edilmesinden sonra, bu milliyetçi-muhafazakâr kesimde Menderes’e karşı efendim, alakanın her geçen gün arttığını biz gördük, görüyoruz.
Bunu nereden tescil ediyoruz? Kurulan bütün siyasi partiler hep malzeme olarak onu (Menderes adını) kullanıyor. Demirel kullandı, Özal kullandı, Çiller kullandı. Şimdi de AK Parti işine geldiği zaman kullanıyor yani.
Bir yanıyla güzel tabii… Öyle ifadeleri de kullanmaları güzel ama fiili durum öyle mi? O da tartışılır. Dolayısıyla öyle artarak gelen bir teveccüh var. Herkesin de imrenerek takip ettiği bir hazine var orada. Bu hazineye sahip çıkabilmek çok önemlidir.
Aydın Abi sağ olduğu sürece bu hazinenin muhatabı ve sahibi oydu. Daha geriye gidersek mesela Yüksel Bey ve Mutlu Bey’i ben tanımadım. Ama tanıyanlardan büyük abilerimizden dinlediğim kadarıyla mesela Yüksel Bey tam bir devlet adamıymış. Hariciyeci. Rahmetli Başvekil babası da onun üzerinde o manada fazlasıyla durmuş. Ne yazık ki o da 1972 senesinde intihar etti mesela. Öyle dendi, ancak intihar etmesini gerektiren hiçbir sebebin olmadığını çok duyduk etrafındaki arkadaşlardan ve halen yaşayan büyüklerimizden.
Aydın Abi’den de dinlediğimiz kadarıyla (intihardan) bir gün evvelinde gayet müstesna şekilde bir arada bulunmuşlar, etmişler vesaire. Sabah da işte gidip havagazının musluğunu açıp intihar ettiği noktasında bir notla karşılaşmışlar. Gerçekte o konulan not da tartışılır. Daha sonra bunlar konuşuldu. Yani ölümüyle ilgili bir ciddi bir şüphe var Yüksel Bey hadisesinde.
Keza 1976 senesinde Mutlu Bey de gene bir trafik kazasında hayatını kaybediyor. Ankara Tunalı Hilmi Caddesinde karşıdan karşıya geçerken bir aracın çarpması neticesi vefat ettiği noktasında hep şüphe var. Bir de enteresan, her iki olay da mart ayında oluyor.
Tabii, bu şüpheye düşmemizin sebebi de (ki Aydın Abi bunu tescil ettirdi) bizzat Aydın Abi’nin başına gelenlerdir.
Yüzde 70 sağ seçmenin olduğu toplumun büyük bir kesiminde Menderes’e karşı bir teveccüh var. Şimdi bu materyali iyi değerlendirmek lazım… Ama nasıl değerlendireceksiniz? Türkiye’yi dizayn etmek isteyen güçler muhakkak oraya kullanabilecekleri, kendi lehlerine olan bir profili getirmek adına Yüksel Bey’de, Mutlu Bey’de, Aydın Abi’de böyle bir profil görmediler.
Bu profiller, o dış güçlerin hayal ettiği insan profili olmadığı için ortadan kaldırıldılar. Ben bunu böyle görüyorum.
Aydın Bey de trafik kazası (15 Mart 1996) sonucu ağır yaralandı, sağlığını kaybetti. Kaza hususunda şüpheye düşmedim açıkçası. Aydın Abi’nin geçtiği yerden bir traktörün çıkması tesadüftü. Çünkü arabada şoförle beraber iki kişi daha vardı. Ama kaza sonrasında Ankara’da hastaneye kaldırıldı, Amerika’ya gidip tedavi gördü vesaire.
Ölümünden yaklaşık bir beş altı ay evveline, hatta üç ay evveline gidersek şunu görüyoruz: Aydın Abi tıp konusunu da iyi bildiği için içtiği ilaçlara kadar analiz yapardı. Onun enteresan bir beslenme şekli vardı. Kalori hesabına göre beslenirdi. Her gün 2800-3000 kalori civarında besin alırdı. İşte fındıkta ne kadar var? Suda ne kadar? Bunları bilirdi.
Bir de hareket edemediği için öyle beslenmek mecburiyeti de vardı. Dolayısıyla mesela Ankara’daki ilk 20-25 gün yattığı hastanede Aydın Abi’nin vücut kimyası bozuldu. Dengelerini bozdular. Bunun akabinde de Yıldırım Beyazıt Hastanesi, Turgut Özal Üniversitesi Habtanesi, vs… Ben bunu inanarak söylüyorum açıkçası. Kendi tespitlerim ve duyumlarım da var ilk ağızlardan.
Yoğun bakımına geçeceği gün Aydın Abi’nin Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le de bir telefon görüşmesi yaptığı odada bulunanların bizatihi ifadeleridir. Hatta ben de sordum, ne konuşuldu etti diye. Bana, olayı şu şekilde izah ettiler: Abdullah Bey’i aradık. Aydın Bey, telefonda konuşurken, “Abdullah, Abdullah beni öldürecekler, beni buradan çıkar!” demişti. Evet. Bu tescilli bir sözdür. Bunu herkes bilmez ama Menderes aile efradı ile camiamızdaki herkes bilir.
Bu konuşmadan bir iki saat sonra Dr. Recep Akdağ, yanında iki üç tane profesörle geliyor. Aydın Abi’yi alıp Yıldırım Beyazıt Hastanesi’nin yoğun bakımına koyuyorlar. O safhadan sonra ben yurtdışındaydım. Döndüm, geldim. Üzülerek söylüyorum tabii. Halen kelimelerle izah edemiyoruz.
Aydın Menderes gibi birinin o hastanenin yoğun bakımına götürülmesi kadar hatalı bir şey olamaz. GATA var, Ankara’da daha farklı donanımlı hastaneler var. Yoğun bakım dediğimiz, zaten sekiz on odadan oluşan böyle perdelerle bölünmüş ve girenin çıkanın belli olmadığı çok enteresan bir mekân… Zaten orada da vefat etti, 23 Aralık 2011’de. Allah mekânını cennet eylesin!
Aydın Abi’nin ölüm şekli ve son iki aylık dönemi, yeri ve zamanı geldiğinde kesinlikle tartışılıp konuşulacaktır. Çünkü Aydın Abi bir ölümcül hasta değildi. Anlaşılan basit bir soğuk algınlığından ötürü Ankara’da milletvekillerine mahsus anlaşmalı hastaneye gidiyor. Orada ona kesin tıbbi bir müdahale yapılıyor ve bütün dengelerini bozuyorlar.
– Kısa bir süre önce Sayın Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, mealen şöyle demişti: “Biz, Menderes geleneğinin devamıyız.” Sizce mevcut iktidar bu geleneğin devamı mı?
Bu sorunun cevabı için önce Menderes’i ve onun temsil ettiği fikri iyi anlamak lazım. Bu konu bir tarafta Tayyip Bey, bir tarafta Başvekil Menderes duruyor meselesi değil. Onlar zaten mukayese edilemez. Hem yaşadıkları dönem, hem devlet adamlığı, hem de meziyetleri itibarıyla her ikisi birbirinden farklıdır. Zaten onu konuşamayız. Konuşmak da doğru olmaz.
Biraz evvel ne demiştim? Ortada bir gelenek, bir define ve cevher var. AK Parti de gerektiğinde, mesela seçimler yaklaştığında bu defineyi kullanma yoluna gidebiliyor. Başka zaman ağızlarından duymazsınız Menderes kelimesini.
Rahmetli başvekilin başında bulunduğu Demokrat Parti’nin beş umdesi vardı. Bir tanesi milli ve manevi değerlere önem vermektir. Bunun içinde dini umdeler de olabilir. Örfümüzden gelen saygı, sevgi olur… Aklınıza gelen her şey olabilir. Ama onların uyguladığı sistemle, günümüzdeki uygulanan mevcut sistem o kadar farklı ki!
Basit bir örnek vereyim: Bugün camilerde özel güvenlik görevlileri nöbet tutuyor. Allah’ın evinde, en mukaddes yerde, özel güvenlik görevlisi ne iş yapar? Başka bir şey de söylemek istemiyorum…
– Biyografinizi röportajın sonuna ekledik okuyucular için. Demokratlar Konfederasyonu ve hedefleri hakkında bizi bilgilendirebilir misiniz?
Malum, geçen cumartesi (27 Ağustos) konfederasyonumuzun üçüncü olağan kongresini ifa ettik. Demokratlar Konfederasyonu tüzel kişiliği adı altında bünyesinde 4 federasyon ve 60’a yakın dernek bulunduran bir sivil toplum örgütüyüz.
Ülkemizin 50 kadar vilayetinde temsilcilikleri olan yapımızın büyük bir kesimini, (1946’da kurulup siyaset sahnesine çıkan) Demokrat Parti kökenli kişiler oluşturuyor. Kalan kesimi de sosyal demokratlardan, muhafazakârlardan, liberallerden meydana geliyor. Adeta bir mozaik gibiyiz; çeşitli fikir ve düşüncelere sahip arkadaşlarımızın, dostlarımızın, dava arkadaşlarımızın oluşturduğu bir sivil toplum örgütüyüz.
Tabii ki bu yapı içerisinde, farklı görüş ve düşüncelerden arkadaşlarımız var. Hepimiz, ortak paydada buluşma hususunda hemfikiriz. Büyük Atatürk’ün göstermiş olduğu yolda; demokrasiye inanan, özgürlüklere inanan, hak hukuk, adalet noktasında, milli hassas konular üzerinde bir mutabakatımız var.
Bu manada farklı siyasi düşüncelerden arkadaşlarımızla beraber faaliyetlerimizi yurt genelinde devam ettirmeye çalışıyoruz. Önümüzdeki dönemde umuyorum bir çalışma planımız da olacak. Daha fazla ses getiren ve ülkenin, milletin hayrına olacak muhtelif faaliyetlere başlayacağız.
– Demokratlar Konfederasyonu, bir sivil toplum kuruluşu. İktidardan herhangi bir yardım almayan, kendi gücüne dayanan bir konfederasyon. Doğru anlamış mıyım?
Doğru! Biz, kamu yararına çalışan, o statüde olan bir kuruluşuz. Ancak iktidardan nemalanan bir STK değiliz. Nemalanma meselesi hicap duyduğumuz bir konu. Maalesef kamu yararına çalışabilen statüde olabilmek için muhakkak bir yerlerle haşır neşir olmak gerekiyor.
Biz senelerce bu davaya gönül vermiş arkadaşlarımızın imece usulü katkılarıyla kendi imkânlarımız çerçevesinde faaliyet yürütmeye çalışarak bütün bu projeksiyonlar ile organizasyonları ifa ettik.
Öbür taraftan bir yerlerden bir şey talep ettiğiniz zaman bir yerlere de bağlı oluyorsunuz. Şu anda biz Demokratlar Konfederasyonu olarak Türkiye’deki bilaistisna (istisnasız) bütün siyasi partilere eşit mesafedeyiz.
Bizim ana temamız demokrasidir. Bu ülkede herkesin düşünce ve fikirlerini özgürce konuşabileceği, özgürce anlatabileceği hür bir ortamda hayatını ifa edebileceği, kimsenin kimseyi ötekileştirmediği, saygının, hoşgörünün, sevginin ön planda olduğu, bu ülkede yaşayan bütün vatandaşlarımızın huzurlu, mutlu olduğu bir Türkiye hayaliyle mücadelemize devam ediyoruz.
– Adnan Menderes Dernekler Federasyonu, sizin kardeş kuruluşunuz mu?
Evet, öyledir.
– Kongrenizdeki konuşmanızda da değinmiştiniz. Genelde sosyal demokratlarla muhafazakâr demokratların yakınlaşmalarını bir şekilde engelleyen ve karşı çıkan çeşitli çevrelerden söz ettiniz. Sizler ise sosyal demokratları, demokratları, liberalleri ve muhafazakâr demokratları ortak paydasında (demokrasi, hak, adalet ve hukukun üstünlüğü gibi) buluşturmak istiyorsunuz. Doğru mu?
Evet, çok doğru! Başından beri ifade ettiğimiz bir düşüncemiz var, o da şudur: Bu ülkenin
esas itibarıyla geleneksel iki büyük siyasi teşekkülü var.
Cumhuriyet rejiminden bu yana bakacak olursak, iki büyük yapıyı görüyoruz: Biri sosyal demokrat düşüncede insanların, vatandaşlarımızın oluşturduğu Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yani kurucu irade diye hitap ettiğimiz, düşündüğümüz, bildiğimiz bir oluşum. Diğeri de 1946’dan sonra çok partili siyasi hayata geçtikten sonra kurulan ve halen düşünce olarak, fikir olarak mevcudiyetini koruyan Demokrat Parti (DP).
CHP, Serbest Fırka ve bilahare Ocak 1946’da Demokrat Parti’nin kurulması rahmetli İsmet İnönü beyefendinin devlet başkanlığı döneminde teşekkül eden, oluşup olgunlaşan bir siyasi proje… DP’yi kuranlar da rahmetli Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, M. Fuad Köprülü. Bunlar da büyük Atatürk’ün takdirine mahzar olmuş insanlar.
Rahmetli Koraltan devletin önemli bir valisi, rahmetli Bayar üçüncü Cumhurbaşkanımız, Atatürk’ün başbakanı, iktisat bakanı, Milli Mücadele’de zorlu mücadeleler vermiş bir asker. Öbür tarafta rahmetli Menderes; Ege Bölgesinde, Aydın’da tarımla, çiftçilikle uğraşan tahsilli bir zat.
Hepsi de günün şartlarına göre memleket meselesine vakıf olmuş insanlar. Bunların tamamı 1946’ya kadar CHP içerisindeydiler. CHP’nin siyasi düşüncelerine karşı bir araya gelmiş, memlekete hizmet etmek için yola çıkmış olan devlet adamları.
Bir de şu açıdan bakmak lazım: Sayın Bayar, rahmetli Cumhurbaşkanımız da anılarında belirtmiş ve muhtelif yazarlar da hep yazıp neşretmişlerdir. CHP ile Demokrat Parti’nin program ve tüzüklerinde esas itibarıyla çok büyük farklar da yoktur. Bir iki nüans vardır. Biri karma ekonomiden, diğeri serbest piyasa ekonomisinden yanadır. Hatta serbest piyasa ekonomisini savunan Demokrat Parti, 1955’ten sonra KİT’lere (Kamu İktisat Teşekkülleri) önem vererek bir nevi devletin ticaretin içerisine girmesine de vesile olmuştur.
İki yapı arasında böyle çok derin, çok engin bir farklılık olmadığını da zaten biliyoruz. Öyle üzerinde konuşulabilecek, tartışılabilecek bir iki konunun dışında farklılık yok. Böyle bir noktada biraz evvel isimlerini zikretmiş olduğum dört devlet adamı, zor şartlarda devletine, milletine ve bu ülkeye hizmet etmiş büyük Atatürk’le bir arada olmak gibi bir şerefe nail olmuş olan bu insanlar, 1945 yılından başlayarak yayınladıkları “Dörtlü Takrir” esası üzerinde 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurmuşlardır.
1950’den sonra Türkiye’de çok partili siyasi hayat , bir nevi “demokrasi bayramı” diye addedebileceğimiz ama tamamını da gene burada tescil etmemiz gereken bir konu var: Bu işler, dönemin Cumhurbaşkanı rahmetli İnönü’ye rağmen de yapılmadı. İnönü de ülkenin ve dünyanın şartları itibarıyla artık Türkiye’de çok partili siyasi hayata geçilmesinin gerekli olduğunu savunup ifade etmiştir.
Burada özellikle şunu belirtmek istiyorum: Günümüzdeki Demokrat Parti ile 7 Ocak 1946 tarihinde kurulan Demokrat Parti arasında çok fark var. Yani uzak görüşlü o insanlar, 7 Ocak’ta Demokrat Parti’nin kuruluşu esnasında ortaya konan program, tüzük ve parti çalışmalarıyla bugün dahi Türkiye’nin zaruri ihtiyaçlarını öngörebilmişlerdir.
Ocak 1946’da o günkü CHP ile ile DP’nin ülkeyle alakalı düşüncelerini ortaya koysanız, Türkiye’nin dertlerine derman olacak projeler bunlardır diyebilirsiniz.
Şunu açık ve net söylemek istiyorum: Esas itibarıyla CHP ile DP’nin aralarında genel manada büyük bir fark yoktur. İkisinin de özü, kaynağı aynıdır.
Her iki siyasi parti de büyük Atatürk’ün açmış olduğu yoldan refahı, kalkınmayı, sanayileşmeyi ve tarımı önemseyen; bu ülkenin her bölgesinde yaşayan her vatandaşımızın ülkenin milli gelirinden eşit şartlarda faydalanmasını savunan faaliyetler içerisinde olan tüzel kişiliklerdir.
Her ne kadar farklı farklı siyasi partilerde olsalar dahi, bakın tarih tekerrür ediyor. İşte bugün Türkiye’de de bu “Altılı İttifak” dediğimiz çatı altında bir Demokrat Parti Sayın Genel Başkanı ile CHP’nin Sayın Genel Başkanı bir araya gelip ülkenin hayrına olan her konuyu medeniyet çerçevesinde tartışıp konuşabiliyorlar.
– Kongrenizdeki konuşmanızda da defalarca dile getirildi: “Ayrılmaz Üçlü” diye tarif edilen üç devlet adamı Atatürk, İsmet İnönü ve Celal Bayar idiler. Tanımdan şunu anladım: Bugünkü kutuplaşmada alternatif olabilecek bir uzlaşma isteniyor. Ülkenin ortak paydası olması gereken demokrasi, hak-hukuk-adalet paydasında buluşma anlamında. Geçmişten günümüze gelen mesajın vurgusu sanırım buydu?
Çok doğru tespit etmişsiniz.
– Teşekkür ederim
Ben teşekkür ediyorum. Böyle bir imkân tanıdınız. Hayırlı günler diliyorum.
Sadullah Fatih Kavaloğlu kimdir?
20 Ağustos 1961 İstanbul doğumludur. Tevfik ve Nermin Kavaloğlu’nun oğludur. Sarıyer Pertevniyal İlkokulundan sonra orta ve lise eğitimini Yıldız Kolejinde tamamladı. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Turizm ve Otelcilik Yüksek Okulu ile İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu.
1983 yılında aktif siyasi hayata atıldı. Anavatan Partisi Sarıyer ilçe teşkilatının kurucusu ve başkanlık divanı üyesi idi. Büyük Değişim Partisi ve Demokrat Parti’de ilçe başkanlıkları ve il başkan yardımcılıkları görevini yaptı.
1995 yılı seçimlerinde Refah Partisinden İstanbul 3. Bölge adayı oldu. Demokrasi adına kurulan pek çok STK’da kurucu başkanlık ve yöneticilik yaptı. İstanbul Topkapı’da Adnan Menderes adına inşa edilen Anıtmezar’daki külliyenin yaklaşık 30 yıl boyunca türbedarlık ve benzeri hizmetlerini arkadaşlarıyla birlikte gönüllü olarak yaptı.
1960’ta Yassıada’da kurulan mahkeme heyetinin verdiği antidemokratik ve mesnetsiz kararların keenlemyekün (hiç olmamışçasına) yok sayılması için birçok etkinlik düzenledi.
Halen Demokratlar Konfederasyonu Başkanlığı görevini sürdürmektedir. İş adamı olup Fenerbahçe Spor Kulübü Yüksek Divan üyesidir.
© The Independentturki