Cuma , 29 Mart 2024

Yol haritası veya alternatif programın gerekliliği – Fikret Başkaya

16 Nisan şaibeli referandumu AKP karşıtı önemli bir potansiyelin varlığını gösterdi. Onca baskı, şiddet yalan-dolan, dalavereye, tüm devlet imkânlarının evet lehine seferber edilmesine, son derecede eşitsiz koşullara rağmen “hayırı” sandıkta değil, Yüksek Seçim Kurulu (YSK) mahallinde hileyle yenebildiler. Reel olarak kaybettiler. Kazanan taraf “hayır cephesi” oldu. Meşruiyeti daha baştan tartışmalı bir referandumdu. Zaten toplumun yarısının  reddettiği bir anayasa, problemli olmaktan kurtulamaz… Görünen o ki, Tayyip Erdoğan ve ekibi, din soslu bir faşizm versiyonunu dayatmakta kararlı. Böylesi bir kritik kavşakta, demokrasi cephesinin bu fırsatı heba etmemesi için yapılması ve yapılmaması gereken şeyler var… Bu aşamadan sonra neyi nasıl yapmak gerektiği konusunda açıklık, kesinlik ve kararlılık gerekiyor? Aksi halde sürecin karşı taraf lehine işleme riski var.

 

  1. Siyasi mahiyetteki bir saldırı söz konusu olduğunda, o saldırıya hukuk alanından cevap vermek mümkün değildir. Siyasi saldırıya ancak siyaset alanında cevap verilebilir. Üstelik tüm kurumsal ve yasal yapılar çoktan işlevsizleşmiş ve yerlerde sürünüyorken… Dolayısıyla, işte Anayasa Mahkemesi’nden, Danıştay’dan medet ummak abestir… Aynı şekilde Avrupa İnsan mahkemesine(AİHM) gitmenin de bir karşılığı olmaz. Lehte bir karar çıksa bile uygulanma imkânı yoktur, dolayısıyla kararın bir karşılığı olmaz. Avrupa Birliği’nin kurumsal yapılarından bir beklenti içinde olmak da beyhudedir. AB demek büyük sermayenin imparatorluğu demektir. ABD ‘kollektif emperyalizmin” üç bileşeninden biridir. (Diğer ikisi, asıl belirleyici olan ABD ve Japonya’dır). Emperyalist Avrupa’dan, NATO’cu Avrupa’dan medet ummak, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi mücadelesi verenlere yakışmaz. Bizimle ancak Avrupa’nın üç yüz yıllık aydınlık yüzü, gerçekten ilerici, sosyalist, demokrat unsurları dayanışma içinde olabilir. Aynı şekilde Birleşmiş Milletler Örgütünden de (BM) bir şey beklememek gerekir. Aslında o örgüt hiçbir zaman milletlerin örgütü almadı. Birleşik Devletlerin (ABD) ve bir bütün olarak emperyalist kampın örgütüydü. İçi boş bir midye kabuğuydu. Geride kalan 72 yılda seyirciyi oyalama işlevi gördü…

 

  1. Türkiye’de siyasi partiler devlet partileridir. Bugüne kadar halk tarafından kurulan partilere yaşama şansı tanınmadı… Bizde siyasi partilerin misyonu ve varlık nedeni, devlet ve mülk sahibi komprador sınıflar lehine sömürüyü, yağma ve talanı güvence altına alıp- ‘meşrulaştırmak’, bütçeyi ve hazineyi yağmalatmak, yağmalamaktır (Bal tutanın parmağını yalaması kural olduğuna göre…). Bu partiler, kitleleri aldatma, oyalama işlevine koşulmuşlardır… İddia edildiği ve sanıldığı gibi asla ‘demokrasinin’ kurumları değillerdir. Tam tersi doğrudur: Bu devlet partileri demokrasiyi gerçekleştirmenin değil, boğmanın araçlarıdır. Meclis (Parlamento) komprador oligarşinin hizmetinde içi boş bir kabuktur. Seçimler temsil yanılsaması yaratmaya yarıyor, zira kullanılan oyun reel bir karşılığı yok. Dolayısıyla mücadeleyi Meclis dahilinde sürdürmeye çalışmak beyhude bir çaba olur. Kaldı ki, Parlamento da tüm diğer devlet kurumları gibi meşruiyet zaafıyla malûldür…

 

  1. Devlete eklemlenen, sömürü düzeninin bir parçası olan mevcut örgütler ve yapılar da mücadelenin başarısı için bir engel oluşturuyor. Misyonları verili durumu yeniden üretmek olan bürokratik yozlaşmayla malûl bu örgütleri ve yapıları (mesela işçi sendikalarının ve “sivil toplum örgütü” denilenlerin ezici çoğunluğunu, vb.) teşhir etmek gerekiyor…

 

  1. AKP ve Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları asgari, hak, hukuk, adalet, özgürlük ve demokrasi koşullarında bile yönetemeyeceklerini gayet iyi biliyorlar. Zira, ülkeyi ‘yönetilebilemez’ duruma getirdiler. Yağmalanmadık, talan edilmedik bir şey bırakmadılar. İşte bu yüzden din soslu bir faşizmden medet umuyorlar. Velhasıl egemen sınıflar tüm gösterge ışıklarının kırmızıda ya da kırmızıya dönmekte olduğunun farkındalar. Dolayısıyla bütün bu yapılanların ve yapılmak istenenlerin sadece Tayyip Erdoğan ve ekibinin talebi ve dayatması olduğunu sanmak doğru olmaz… Zira, hiçbir siyasi iktidar boşlukta durmaz… Faşizmin arkasında her zaman büyük sermaye, oligarşinin etkin kesimleri vardır. Verili durumda ellerinde koyu bir baskıcı rejimi dayatma dışında seçenekleri yok…

 

  1. İşte “bu ahvâl ve şerait içinde” ne yapmak gerektiğini bilmek hayatî önem taşıyor. Bu saldırıyı ancak ne yapmak istediğini iyi bilen bir ‘özgürlük, sosyal eşiklik ve demokrasi cephesi’ püskürtebilir. Böylesi bir cephe potansiyeli de Gezi direnişi ve 16 Nisan referandumu sürecinde oluşmuş bulunuyor. Dolayısıyla ezilen-sömürülen sınıflar lehine bir potansiyel mevcut. Geriye o potansiyeli harekete geçirmek, kımıldatmak, büyütmek, sonuç alıcı bir şekilde etkinliğini artırmak kalıyor…

 

  1. sistem her geçen gün, çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan yol alamıyor (patinaj yapıyor). Böyle bir tablonun varlığı demek, bu duruma ezilen ve sömürülen sınıflar, bir bütün olarak demokrasi cephesi tarafından yapılan itirazın büyüyeceği demektir. Dolayısıyla mücadelenin radikalleşmesi ve hızlı bir bilinç sıçraması olasılığı da ihtimal dışı değildir. Bütün mesele alışılmış bürokratik örgüt modelleri dışında, farklı ve orijinal örgütlenme ve mücadele yöntem ve araçları keşfetmeye bağlı… Kaldı ki, ezilen ve sömürülen sınıfların (kölelerin, köylülerin, işçilerin) yüzlerce, binlerce yıllık mücadele deneyimleri, bize neyin nasıl yapılması gerektiğini az-çok gösteriyor…

 

  1. “Hayır” demek önemlidir ama o aşamada kalmamak, hayır’ın gereğini yapmak kaydıyla. Zira, karşı olmak neden ve niçin karşı olduğunuzla birlikte bir anlam ve değer taşır. Bu da var olana, verili olana, karşı çıkılana bir alternatifi, ‘karşı projeyi ve perspektifi’ varsayar.

 

  1. O halde sadede gelebiliriz: Adına ister “acil program”, ister “geçiş programı”, ister “asgari program” veya “alternatif program” densin, muhalefet cephesinin perspektifi somutlandıran, görünür kılan bir program (perspektif) dahilinde mücadele yürütmesi gerekiyor. Böyle bir program elbette yapılması gereken, gerçekleştirilmek istenen her şeyi kapsamaz ama hem amacın netleşmesini sağlar ve hem de mücadelenin etkinliğini artırabilir. Neyin neden yapılmak istendiğini netleştirir, umudu büyütür.

 

  1. O halde böyle bir program nasıl hazırlanacak? Bunun modalitesi nasıl olabilir? Bu soruya ancak mücadeleyi yürütenler karar verebilir. Artık kapitalizmin dokunmadığı, kapsamadığı, hizaya getirmediği, dejenere etmediği, çürütmediği hiçbir şey yok. Bu da demektir ki, mücadele alanları son derecede genişlemiş ve çeşitlenmiş bulunuyor. Bundan 150 yıl, 100 yıl hatta 30-40 yıl öncesinden çok farklı bir durum var. Böyle bir çeşitlilik büyük bir avantaj demeye geldiği gibi, bir dizi zorluğu ve sorunu da barındırıyor. Çok farklı sorunlarla cebelleşen bu çok farklı kesimleri bir perspektif dahilinde bir araya getirmek, bir mücadele bütünlüğü sağlamak elbette kolay değildir ama imkânsız da değildir. Kaldı ki, bölük-pörçük, parçalı durumu aşmak için de bir ortak programa ve perspektife ihtiyaç var.

 

  1. Çürüyen ve çürüten kapitalizmden ve burjuva devletten muzdarip olan tüm kesimler, bulundukları yerlerde, semtlerde, mahallelerde, işyerlerinde, yaşam alanlarında, meclisler, konseyler, komiteler, forumlar. vb. şeklinde örgütlenebilir. Gezi direnişindeki meclisler, forumlar, daha sonra Haziran Hareketi meclisleri ve referandum sürecindeki oluşumlar ve kümelenmeler, neyin-nasıl yapılabileceği hususunda bir fikir veriyor. Dolayısıyla bu tür oluşumları toplumun tüm kesimlerine, tüm sorun alanlarına doğru genişletmek ve etkinliğini artırmak iyi bir başlangıç olabilir…

Bulundukları her yerde demokratik olarak seçilen temsilciler, bir “Kurucu Meclis” veya “Ulusal Meclis”de bir araya gelerek, bir taslak program oluşturabilirler, daha detaylı programlar için de girişimde ve görevlendirmede bulunabilirler. Böylece, ekonomi, politik yaşam, Kürt sorunu, sosyal eşitlik, demokratikleşme, çevre sorunları, sosyal sorunlar, dış politika, vb. alanlarında nelerin, nasıl yapılacağı netleşmiş olur… Hazırlanan taslak program ikinci aşamada kitlenin onayına sunulduktan ve kabul edildikten sonra mücadelenin rotası da netleşmiş olur. Böyle bir süreç, aynı zamanda politikleşmeyi, bilinçlenmeyi de büyütür ve mücadelenin etkisini artırabilir. Artık, düşünce tarzımızı, tartışma zeminini ve mücadele yöntem ve araçlarını yenilemek durumunda olduğumuz bir zamandayız. Velhasıl, elimizin armut toplamak zorunda olmadığını kanıtlama zamanı…