“Ne zaman kültür sözcüğünü duysam,
elim tabancamın kabzasına gidiyor.”[1]
Söze şu saptamayla başlamalı: İktidarını sağlama alıp “demokrasi, liberalizm, AB’ye uyum” gibi retorikleri bagajından boşalttığından beri, AKP’nin eğitim politikası iç içe geçmiş iki eksen etrafında biçimleniyor: İslâmîleş(tir)me ve piyasalaştırma…
Bunlar, kimilerinin öne sürdüğü üzere, birbirini dışlayan ya da nötralize eden kutuplar değil. Pek çok liberal yazar, AKP’nin kapitalizm sevdasının partinin dinsel tutumunu esneteceği, İslâmî umdeleri yumuşatacağı, radikal yönlerini törpüleyeceğini, kısacası “piyasanın görünmez eli”nin AKP’nin İslâmcılığını “terbiye edeceği” beklentisindeydi… Kazın ayağının hiç de öyle olmadığının ortaya çıkması gecikmedi. AKP, toplumu – “barış süreci”nin fiyaskoyla sonuçlanmasının ardından milliyetçilik dozajının giderek yükseltilip bir “yerlilik” terkibi oluşturacak tarzda İslâmcılığa karıldığı bir “maneviyatçılık” kalıbına yeniden dökerken, “piyasalaş(tır)mayı ise, kendi cenahının, yani gövdesini oluşturan muhafazakâr/dindar metropol-dışı sermayenin pastadaki payını büyütecek, dolayısıyla da elini güçlendirecek bir girişim olarak görüyordu. İktidar partisinin niyeti İslâm’ı ılımlılaştırmak, ehlîleştirmek filan değil, kapitalizmi İslâmlaştırmaktı: Petrol şeyhlerinin karılarının kabul günlerinde malikanelerinin klimalı bölmelerinde Avrupa’dan aldıkları kürklere bürünüp oturdukları, ama sokakta saçının ucu görünen kadınların kırbaçlandığı Körfez ülkeleri misali…
Eğitim, her iki eksen için ideal alanı oluşturuyor: Bir yandan gelecek kuşakları iman esasları doğrultusunda biçimlendirerek imal edilen “dindar ve kindar nesiller” eliyle, girişilen rota değişikliğini, yani Türkiye kapitalizminin Batıcı modernleşme projesinden kopuşunu (bir başka deyişle ülkenin ve toplumun “de-Kemalizasyon”unu) güvence altına almak; bir yandan da hem eğitimi bir “sosyal devlet görevi” olmaktan çıkartıp (yandaş sermayenin at oynatabileceği) bir kâr kapısı haline getirmek, ve aynı zamanda yandaş kapitalizmine gövdelerini yakıt edecek ucuz, biat-yönelimli, otomat emekçileri yetiştirmek. Nitekim, 2013 yılında, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ağzından kaçırıvermişti: “Bu ülke Müslüman bir ülke. Yüzde 99’u Müslüman. Tarihten gelen bir yapısı var. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya çok zor bir bölge ve Türkiye onun merkezinde bulunuyor. Şimdi Türkiye’nin konumu itibariyle biz icat yapamıyoruz, buluş yapamıyoruz. Tarım ülkesiyiz biz. Ne yapacağız biz? (…) Ara teknik eleman ülkesiyiz biz. O zaman biz çok daha iyi eğitim almak zorundayız. İnsanlarımızı çok daha iyi yetiştirmek zorundayız. Öyle kalem efendisi değil.”[2] Kemalist bürokratizmin “dekonstrüksiyonu”!
Bu “proje” (tabii AKP’nin iktidar olduğu 15 yıl boyunca yaz-boz tahtasına dönen, kadrolaşma hevesinde çorak kafalı kifayetsiz muhterislerin at koşturduğu, lime lime pespayeliğe ne kadar “proje” denilebilirse) eğitim sisteminde bütün açıklığıyla gözler önüne serilir.
İLK VE ORTA ÖĞRETİMİN HAL-İ PÜR MELALİ
Benden üniversitelerin acınacak halini dinlemek istediğinizi biliyorum; ancak 15 yıl içerisinde üniversiteler ile ilk ve orta dereceli okullar bir ve aynı zihniyetin elinde öylesine köklü bir deformasyona uğratıldı, üniversiteyi “üniversite” yapan tüm özellikler (düşünce, bilim ve ifade özgürlüğü, kamusallık, liyakat, özerklik…) öylesine aşındırıldı ki, günümüzde üniversitelerle liseler birinin müdürünü Milli Eğitim Bakanının, diğerinin rektörünü Cumhurbaşkanının atamasında ayrışıyorlar sadece. Belki bir de -en azından şimdilik- üniversitelere tekil ve sabit bir müfredatın dayatılmamasında. Ama sadece “şimdilik”. Yarının nelere gebe olduğunu kestirebilmek, bu ülkede fazlasıyla zor…
Bu nedenle, ve her iki kurum da AKP’nin -ikili!- niyetlerinin boy hedefi olduğundan, öncelikle ilk ve orta öğretimde neler olup bittiğine bir göz atalım, diyorum. Üniversiteleri biraz ileride ele alacağım.
AKP’nin ilk ve ortaöğretimin İslâmîleştirmesi konusundaki en önemli hamlesi, hiç kuşku yok ki, 8 yıllık temel eğitimi 4+4 olarak parçalayıp, ilkokula başlama yaşını, kendi yetkililerinin ağzından, hiç saklamaya gerek duymadan, “hafızlık öğrenimine başlamanın ideal yaşı 9’dur” diye 5.5’a çekerek 5. yıldan itibaren İmam-Hatip ortaokullarının yolunu açması oldu. Ardından dinsel eğitimi, Kur’an kurslarını anaokullarına dek indirdi… zorunlu din dersi kapsamındaki ders sayısını arttırırken seçmeli din derslerini de pratikte (özellikle küçük kentlerde ve velilerin direnç olanak ve gücünden yoksun olduğu toplumsal kesimler için) zorunlu hâle getirdi. Bununla da kalmayan Millî Eğitim Bakanlığı, bir yandan Diyanet İşleri Başkanlığı, bir yandan da çeşitli cemaatlerin vakıflarıyla imzaladığı protokollerle ilk ve ortaöğretim çağındaki çocukların eğitimini cemaatlerin eline terk etti.[3]
Bunu, düz liselerin ortadan kaldırılıp, koleje gidecek parası olmayan, Anadolu liselerine de puan tutturamayan orta öğrenim öğrencilerinin İHL ile meslek liseleri arasında tercihe zorlanması oldu. Bu, düz liselerin fiilen İmam Hatip’leştirilmesi anlamına geliyordu. MEB hızını alamayıp Anadolu liselerini de durup durup İmam Hatip’e dönüştürrmeyi sürdürüyor. Böylelikle Türkiye’de ortaöğrenim gençliğinin ana gövdesi ya meslek liseli ya da İHL’li olmaya yönlendirilmekte.
Bunun somut kanıtı, “Proje okullar” projesi! Bildiğiniz üzere, MEB ülkenin seçkin ortaöğrenim kurumlarını “proje” ilan edip bunlara yapılacak öğretmen atamaları ve yönetici görevlendirmelerini doğrudan Bakana bağladı. Böylelikle, seçkin liselerden onlarca öğretmen merkeze çekildi, sınavsız yönetici atamaları başladı. İstanbul Erkek, Galatasaray, Kabataş Erkek, Bornova Anadolu, Ankara Fen liseleri gibi başarılı okullar bu yolla, örneğin “Bütün okullarımızın İmam Hatip lisesi gibi olmasının zamanı geldi,”[4] diyebilen yöneticilerin ve sadece “yandaşlık” kriterine göre seçilen öğretmenlerin eline teslim edildi.[5] İtiraz eden öğrenci ve veliler ise okulların etrafını kuşatan TOMA’lar, çevik kuvvet, plastik mermiler ve “ikna odaları” ile “ikna” edilecekti![6]…
Ancak bu kadar da değil: AKP iktidarı, her kürsüye çıkışında Gezi gençliğine veryansın eden, gençleri “üst akıl”ın oyunlarına karşı uyanık olmaya ve “milli ve manevi değerlere bağlılığa” çağıran reislerinden aldığı şevkle eğitim alanında freni patlamış kamyon misali, dur-durak tanımıyor. MEB, seküler müfredata da müdahale ederek din-dışı konuları da dine uygun hâle getirmekte. Örneğin bakanlık tarafından hazırlanan müfredat taslağında, evrim kuramı müfredattan çıkartıldı. Liseliler, evrimden, mütasyondan, Darwin’den arındırılmış bir biyoloji öğrenimi alacak ve herhalde terliksi hayvanların organizmalarını bu denli mükemmel yarattığı için Tanrı’ya şükretmeyi öğrenecekler… Felsefe, salt kuru bir “felsefe tarihi”ne indirgenirken (bilim ve ahlâk felsefesinin yanısıra, pek çok temel felsefi kavram da müfredattan çıkartıldı)[7], tarih dersi cumhuriyeti ilişkinsizleştirecek ve Cumhuriyet-öncesi tarihi öne çıkartacak tarzda yeniden kurgulanıyor. Örneğin “Ortaöğretim Türk Kültür ve Medeniyet Tarihi” dersi öğretim programında “Türklerde Eğitim ve Bilim” başlığı altındaki alt başlıklardan bazıları şöyle:
Kavramlar ve terimler: Ozan, tekke, zaviye, sahn-ı seman, darülmuallimat, Darülfünun, Enderun
Konu, kazanım ve açıklamaları:
* Örnekler üzerinden Hun, Kök Türk ve Uygurların eğitim ve bilim faaliyetleri ele alınır.
* 12 Hayvanlı Türk Takvimi örneğinden yola çıkılarak ilk Türk devletlerinde bilim anlayışı ele alınır.
* Uygurlar Dönemi eğitim ve bilim faaliyetleri ele alınır.
İlk Müslüman Türk Devletlerinde Eğitim ve Bilim:
* Mescit, ribat, tekke ve zaviyelerin eğitimdeki rolüne değinilir.
* Nizamiye Medreselerinin kuruluş amacı ve işlevleri ele alınır.
* Ahiliğin mesleği eğitimdeki rolüne yer verilir.
* Gevher Nesibe Hatun Şifahanesi üzerinden ilk Müslüman Türk Devletlerinde tıp alanındaki gelişmelere yer verilir.[8]
Ve Eğitim Sen raporunda da belirtildiği üzere, Milli Eğitim’in okullara önerdiği 100 Temel Eser “irşad” diliyle “hak dinine” uygunlaştırılmış durumda: Örneğin Oscar Wilde’ın Mutlu Prens’inde Miller ve Hans “Hayırlı sabahlar” diyerek selamlaşıyor, Pinokyo “Allah rızası” için ekmek istiyor, Tolstoy’un İnsan Ne ile Yaşar adlı kitabında “Bana acıdınız, Allah sizden razı olsun” diyor, Anton Cehov kitaplarında “Çok günah işlemeye başladık. Allah’ı büsbütün unuttuk” ifadeleri geçiyor…[9]
Ve nihayet, Bakanlık, baklayı ağzından çıkartıyor: Ortaöğretimde ‘din, ahlâk ve değerler’ alanında seçmeli olarak okutulan Temel Dini Bilgiler dersinde (İslâm 1-2) sekülarizm ve pozitivizm, öğrencilere ‘deizm, agnostisizm, ateizm, nihilizm, satanizm, reenkarnasyon ve sahte peygamberlik’le birlikte “inanç problemleri” olarak sunuluyor…[10]
Sonuç mu? Ne yazık ki sonuçlar büyük bir hızla gelmeye başladı: OECD’nin, 72 ülkenin yer aldığı Uluslararası Eğitim Değerlendirme Programı’nın (PISA) 2015 yılı sonuçlarına göre Türkiyeli öğrenciler, değerlendirilmeye alınan üç alanda (fen bilimleri, matematik, okuduğunu anlama) 2012’ye göre 7 sıra gerileyerek OECD ülkeleri arasında sondan ikinci sıraya yerleşti! Gerileme, dramatik: 41. sıradan 50.’liğe![11]
Ancak iş PISA’daki gerilemeyle bitmiyor. Yüzbinlerce öğrenci, temel eğitim zorunluluğunu “açık öğretim”le baypas etme olanağının da açtığı yoldan, öğrenimini yarıda bırakıyor. Açık öğretim lisesindeki öğrenci sayısı 2013’den bu yana hızla artıyor; 2016 yılında 1 milyonu bulmuştu.[12] Lise çağındaki gençlerin yüzde 30’u eğitim yaşamının dışına düşmüş durumda! Böylelikle Türkiye’de yurttaşların ortalama öğrenim süresi (12 yıllık zorunlu eğitime rağmen!) 7 yılda kalıyor![13] Okulu terk eden/terk etmek zorunda kalan erkekler atölyelerin yolunu tutarken[14] kız çocukların payına ise “çocuk gelin”lik düşüyor![15] Arka sokaklardan, kuytuluklardan otoyol kenarlarına taşınan görüntülerle artık “herkesin bildiği sır” haline gelen uyuşturucu, özellikle de sentetik uyuşturucu kullanımı, eğitim kurumlarındaki cinsel istismarlar, genç intiharlarındaki patlama da cabası: AKP’nin “maneviyatı sağlam, imanlı gençlik” yetiştirme iddiası, kendi eğitim sistemi tarafından şimdiden çöpe atılmış durumda!
Toplumun yoksul kesimlerinin gençliği içten içe patlıyor da üst sınıf gençler hayatlarından memnun mu? Yoo! Onlar da kapağı yurtdışına atma çabasında: Alman Lisesi, Üsküdar Amerikan, Tarsus Amerikan, İtalyan Lisesi, Saint Benoit gibi yabancı kolejlerde okuyan öğrenciler arasında yurtdışında eğitim talebinin son üç yılda hızlı bir artış gösterdiği kaydediliyor… Ve bu eğilim, “siyasal nedenlere” bağlanıyor![16] Devamsızlık ve okul bırakmanın İmam Hatip’ler için dahi MEB’i bu konuda çalışma yapmaya zorlayacak ölçüde yoğun olduğu[17] göz önünde bulundurulursa, AKP’nin “teröre panzehir” olarak sunduğu, maneviyatçı, milli, tarihiyle barışık, ahlâklı eğitim sisteminin meyvelerinin pek yenilebilir gibi olmayacağı anlaşılıyor…
Ne mi oluyor? YÖK üyelerinin “ben halkın cahilini, okumamışını severim; okuma seviyesi arttıkça beni hafakanlar basıyor” buyurduğu ortamda, bir veba salgını gibi yayılan cehalet, ülkenin geleceğine ilişkin karabasanı seriyor gözler önüne. Bunu görebilmek için sosyal medyada sıkça yer alan, bir sunucunun sokaklarda dolaşıp rasgele karşısına çıkanlara sorular sorduğu programlarda verilen yanıtlara bir göz atmak, yeter: “Mısır piramitlerinin Türkiye’den kaçırıldığı söyleniyor, ne dersiniz?” sorusuna “Gümrükçülere rüşvet yedirmişlerdir; bu tip kişiler cezalandırılmalı; kanunlar yetersiz; kaçırılmasaydı daha iyi olurdu…” gibi yanıtlar verenler[18], uzaya köprü projesini “Tayyip yapıyorsa” sonuna kadar desteklediğini açıklayanlar[19], Einstein’ın fotoğrafına bakıp “İsmail Dümbüllü mü bu?” diye soranlar…[20] “kendinden hoşnut” bir cehaletin toplumun köşesine bucağına nüfuz etmekte olduğunu gösteriyor…
TEMEL ÖĞRETİM BÖYLE, YA ÜNİVERSİTELER
Diye mi sordunuz? O zaman buyrun, AKP üniversitelerinden manzaralar:
* Sabahattin Zaim Üniversitesi rektör yardımcısı profesör Bülent Arı, “ben bu ülkede cahil, okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum, ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, cahil halktır, profesörden başlayarak en tehlikeli olanlar üniversite mensuplarıdır, en güvenilir olanlar, ilkokul bile okumamış olanlardır, okuma oranı arttıkça beni hafakanlar basıyor” dedi. Arı bu sözlerinden sonra YÖK Denetleme Kurulu üyeliğine getirildi…
* Profesör Jale Saraç AKP’den milletvekili adayı oldu, kazanamadı, rektör adayı oldu, yine kazanamadı, dindar cumhurbaşkanı tarafından metazori rektör yapıldı, tarihteki ilk türbanlı rektör oldu, yandaş medya tarafından ayakta alkışlandı, muhalif akademisyenlere kan kusturdu, neticede FETÖ’cü olduğu gerekçesiyle tutuklandı! Senelerce başörtümüz yüzünden üniversiteye giremedik diye oy isteyenlerin atadığı ilk türbanlı rektör böylece derdest edilmiş oldu.
* Prof. Veysel Eroğlu, “NASA da kim oluyor, bizim teknolojimiz onlardan ileri, NASA bizim çok gerimizde” dedi. Hükümet tarafından “ilim adamı” kabul edilen Cübbeli Ahmet, profesör Veysel Eroğlu’nu tasdikledi, “Mars’ta su var mı, Merih’te et var mı, but var mı, manyak manyak işler, masrafa değmez, akılsız, salak herifler, hepsi cahil zaten, ver bana 100 bin dolar hepsini anlatayım” dedi.
* Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Alpaslan Özyazıcı, trenlere mescit yapılmasını istedi, Devlet Demiryolları inceledi, virajlarda kıble denk getirilemeyeceği için yapılamadı.
* İTÜ’den Prof. İsmail Tuncay Uslu, rüyasında tarikat şeyhi gördü, tarikat şeyhi “YÖK yanlış işler yapıyor” dedi, rüyasındaki şeyhin sözlerini dilekçeye döken profesör, başbakanlığa gönderdi, başbakanlık inceledi, “kardeşim arıza mısın?” demedi, gereğinin yapılması için milli eğitim bakanlığına havale etti, milli eğitim bakanlığı dilekçeyi inceledi, gereğinin yapılması için YÖK’e havale etti…
* Dumlupınar Üniversitesi’nden Yrd. Doçent O.N.B., evini dergâha çevirdi, çarşaflı eşini peygamber ilan etti, çarşafın üstüne kafasına taç takıp, çıplak ayaklarını öptüren bu arkadaşın “gökyüzünde nikahımız kıyıldı” diyerek, gözüne kestirdiği müritleriyle yattığı anlaşıldı.
*Selçuk Üniversitesi’nden Prof. Orhan Çeker, dekolte giyen kadınların tecavüzü göze alması gerektiğini söyledi, “kadının evden çıkması caiz değildir, parfüm haramdır, kadının topuklu ayakkabı giymesi ayete aykırıdır, saç boyama caiz değildir, kadının fazla laf etmeden arada sırada konuşmasında sakınca yoktur” dedi.
* Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Prof. Alpaslan Akgenç, katıldığı teknoloji panelinde İslâmi usullerle, helal bisiklet üretilebileceğini izah etti.
* Lise mezunu dolandırıcı Cuma Aydın, sahte üniversite diplomasıyla Kastamonu Üniversitesi’nde bölüm başkanı oldu, kimse uyanmadı, ders verdi, az kalsın dekan olacaktı, profesör olarak Mustafa Kemal Üniversitesi’ne transfer olmaya kalktı, tesadüfen yakalandı.
* Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Prof. Ahmet Atan, Gezi parkına alışveriş merkezi dikilmesine karşı çıkanları “gavur” ilan etti, “Yahudi, Ermeni veya Rumsanız, Gezi eylemlerinde aktif rol almanızı anlayışla karşılıyorum, soyunuzu araştırın” dedi.
* İsmi Abdülhamid olarak değiştirilen GATA’dan Prof. M. Kemal Irmak, şizofreni hastalığının cin çarpması yüzünden meydana geldiğini izah etti. İnsan beynine yerleşen cinlerin şizofreniye sebep olduğunu, tedavi için dini şifacılarla üfürükçülerin faydalı olabileceğini söyledi.
* TÜBİTAK başkan yardımcılığı da yapan YÖK başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan, akademik yıl açılış konuşmasında “domatesin içine öyle bir mekanizma yerleştirirler ki, milletimiz yok olabilir” dedi.
* Selçuk Üniversitesi’nden Prof. Uğur Yensel, kalçaya takılan platinleri, sanayi sitesinde tornacıya yaptırdı. “Çakma” platin takılan hastalar arasında yaşamını yitirenler oldu…[21]
* 2008 yılında Vatan Sağlık ve Eğitim Vakfı tarafından kurulan ve 2010-2011 döneminde “iş garantili üniversite” sloganıyla öğretime başlayan Yeni Yüzyıl Üniversitesi, YÖK incelemelerinden geçemedi. Üniversite, tespit edilen 50 milyon 278 bin TL’lik kayıp, üniversitelere tanınan imkânların yöneticiler tarafından kişisel ihtiyaçlar için kullanılması ve akademik usulsüzlükler nedeniyle ciddi cezalarla karşı karşıya…[22]
* Denizli’de 15 Temmuz darbe girişiminin ardından vekaleten Pamukkale Üniversitesi Rektörlüğü’ne atanan, ardından 19 Nisan’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından asaleten rektörlük ataması yapılan Prof. Dr. Hüseyin Bağ, Bereketli İmam Hatip Ortaokulu’nda öğretmen olarak görev yapan eşi Derya Bağ’ı, Pamukkale Üniversitesi İslâmi İlimler Enstitüsü’ne Enstitü Sekreteri olarak atadı.[23]
* Ve nihayet, Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın Wikileaks tarafından ele geçirilip yayınlanan e-postalarında, Albayrak’ın tezini Marmara Üniversitesi’nden Profesör Erişah Arıcan’ın yazdığına dair kanıtlar çıktı ortaya. Profesör Arıcan bu “yardım”ın ardından hızla yükselerek önce Marmara Üniversitesi Bankacılık ve Sigortacılık Enstitüsü Müdürlüğü görevine, ardından da Borsa İstanbul Yönetim Kurulu Üyeliğine seçildi. Ancak profesörün “hizmet”lerinin bununla da sınırlı kalmadığı anlaşılıyor. Çalıştığı üniversitedeki akademisyenleri Bakan Albayrak’a ihbar ediyor, Erişah Arıcan. E-postasında 29 akademisyeni tek tek sayıp, “solcu, gezici, aktivist, ülkücü, iktidar karşıtı, tehlikeli, rejim karşıtı, hükümet politikalarını eleştiriyor” diye fişliyor. Üstelik yalnızca akademisyenleri değil, ailelerini de. Örneğin bir akademisyenin adının yanına “Kızı Gezi’ye katıldı” notunu düşmüş![24]
Sonuncu örneğe “ve nihayet” ibaresiyle başlayışım lafın gelişi. Yoksa hiçbir şeyin nihayete filan erdiği yok, üstelik Türkiye yükseköğretim sistemi de gün geçtikçe daha bir pespayeleşiyor.
Akademik mesleğime başlar başlamaz ÖES’li olduğum için olmalı; üniversiteler üzerine çok yazdım-çizdim. Bu yazıların bir kısmı kitaplar halinde derlendi de… Şimdi onları yeniden gözden geçirdiğimde, çoğunun üniversitelerdeki neo-liberal yönelime yönelik itiraz ve eleştiriler olduğunu görüyorum. Kuşku yok ki üniversitelerin piyasa isterleri doğrultusunda yeniden örgütlenmesi, piyasaya entegre olması, daha doğrusu piyasa tarafından istila ve işgal edilmesi yönündeki küresel trend, üniversiteyi üniversite olmaktan çıkartarak onu tümüyle kapitalist sistemin bir eklentisine dönüştürme girişimi olarak sonuna kadar karşı çıkılması gereken bir vakı’a…. AKP’den önceki iktidarların üniversiteleri ideolojik bir “biçimlendirme” aracı olarak görüp (bu eğilim özellikle 12 Eylül darbesinden doğma YÖK’le birlikte iyice görünürlük kazanır) ona şu ya da bu ideolojik yönü (“Kemalist”, “Türk-İslâm sentezcisi”, “laisist”) dayatmaları da keza…
Ancak AKP iktidarının üniversiteler üzerindeki yıkıcı etkisi, bu iki yönelimle açıklanamayacak kadar kapsamlı ve boyutlu. Özellikle son yıllardaki icraatıyla iktidar üniversite(ler)i bir “rövanş”ın hedefi haline getirdiklerini düşündürmekte. Kemalizmin, hatta önceli İttihat Terakki’nin Batıcı modernleşme yönelişine, hilafet ve saltanatın ilgası gibi hamlelere yönelik bir rövanş. Ergin Yıldızoğlu’nun deyişiyle bir “hakikât rejimi” kurma teşebbüsü. Bu, aynı zamanda İsmet İnönü’nden Turgut Özal’a, Tansu Çiller’e dek gelmiş geçmiş tüm yöneticilerin paylaştıkları “çağdaş uygarlık düzeyini Batı’nın (tamamlayalım: Batı kapitalizminin) temsil ettiği” varsayımına yönelik köklü bir reddiye, ve uygarlığın merkezini Osmanlı aşısı vurulmuş, desekülarize edilmiş, emperyal emelleri diriltilmiş T.C.’nin odağına yerleştiği bir İslâm coğrafyasına doğru kaydırma hayalidir. En son, Kızıl Elma’nın peşinde koşarken bir Bolşevik havan topu altında can veren Enver Paşa’nın benzerini güttüğü bir hayal…
Sonucunun hüsran olacağını tarihin pek çok kez tescil ettiği böylesi bir hayal ise toplumun baştan ayağa, tüm yönleriyle yeni bir hegemonya doğrultusunda örgütlenmesini gerektiriyor. Nitekim Tayyip Erdoğan, şu mahut Ensar Vakfı’nın 28 Mayıs 2017 tarihli 38. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada bu hegemonyanın bir türlü tamamlanamadığından yakınıyordu. Erdoğan özetle şöyle konuşmuştu:
“Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var (abç). İmam hatiplere olan ilginin artması, tüm okullarda Kur’an-ı Kerim, siyer-i nebi gibi derslerin okutulması çok güzel gelişmeler. Ama bizim hayalimiz olan nesillerin yetiştirilmesi konusunda hâlâ pek çok eksikliğimiz bulunuyor.
Artık biz 80 milyon insana ulaşmayı hedefleyen bir hareketiz. Umudunu bize bağlamış yüz milyonlarca mazlumun sorumluluğunun…
Dilimizden tarihimize kadar birçok alanda ecdadımıza ve kültürümüze duyulan husumetin ürünü bir yaklaşımla hazırlanmış olan müfredatlar daha yeni yeni değişiyor.
Medyadan sinemaya, bilim, teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda hâlâ en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin bulunduğunu biliyorum.
O gece oraya gelenler Gezi Parkı’nın gençleri değildi. O gece oraya gelenler vatanını, milletini seven; bayrağı, ezanı için yola koyulan gençlerdi”…[25]
Ergin Yıldızoğlu’nun şu yorumu, sonuna kadar haklıdır: “Karşımızda, yalnızca ekonomik, siyasi olarak değil kültürel ve toplumsal olarak, diğer bir deyişle ‘yaşamın simgesel’ ifadeleri üzerinde iktidar olmaya (neyin bu alana girip neyin giremeyeceğini belirlemeye) kararlı bir hareket var. Bu hareket 80 milyonu kontrol etmeyi, milyonlarca mazlumu (İslâm âlemini) temsil etmeyi arzuluyor. Bu hareketin kültürel toplumsal iktidarı için, eğitim sistemi değişiyor, bir ‘ruh mühendisliği’ ile uygun nesillerin ‘üretilmesi’ amaçlanıyor.
Bu ‘ruh mühendisliği’, hareketin ruh mühendisliği projesine uymayan tüm kültürel biçimleri, üreticilerini eğitim alanından, medyadan sinemaya, bilim ve teknolojiden hukuka, yok etmeyi amaçlıyor. Diğer bir deyişle, bu hareket toplumun bilgi üreten, disiplini ve cezayı tanımlayan alanları ve mekânları üzerinden bütünsel bir iktidar kurmayı amaçlıyor.”[26]
Hiç kuşku yok ki, böylesi bir paradigmatik kaymayı gerçekleştirme uğraşının en çok önemseyeceği alan, eğitim/öğrenim alanıdır. Ve bu alan içerisinde üniversiteler çok kritik bir konumdadır. Zira, bu ülkede öteden beri ezberci olagelen ilk ve orta öğretim yurttaşların temel sosyal duygu ve bilgilerinin biçimlendirilmesinde etkinse eğer, üniversiteler (bilimin doğası gereği) sorgulamanın, kuşkunun, eleştirinin, itirazın öğrenildiği yerlerdir. Daha doğru bir deyişle, üniversiteler bilginin üretildiği, kamuoyu oluşturucuların, yani insanlara nasıl düşüneceklerini öğreten kişilerin yetiştiği mekanlardır. İslâmi bir ıstılaha başvuracak olursak, avamı biçimlendiren havassın yetiştiği mekanlar. Bu nedenledir ki boş bırakılmaya hiç gelmez…
AKP bu alanı boş bırakma niyetinde olmadığını çeşitli vesilelerle, pek çok kez gösterdi! Sonuncudan başlayalım: Fethullahçıları üniversitelerden temizlemek bahanesiyle, aralarında Barış Bildirgesi imzacılarının da olduğu muhalif konumlu binlerce akademisyeni KHK marifetiyle bir gecede üniversiteden atmak… OHAL’in ilanından bu yana, 672, 675, 679, 681, 686 ve 689 sayılı KHK’larla Türkiye üniversitelerinden 5941 öğretim elemanı ihraç edildi… Bu rakama, emekliliği gelip de atılma tehdidiyle emekli olmaya zorlanan akademik personel ya da sözleşmeleri yenilenmeyen araştırma görevlileri dahil değil. Bunlar da katıldığında üniversitelerden uzaklaştırılan on bin dolayında akademisyen, YÖK verilerine göre 2016 yılı itibariyle Türkiye üniversitelerinde çalışan 85 bin kadar öğretim elemanının[27] yüzde 12’sidir! Evet, AKP altı ay içerisinde Türkiye’deki akademik personelin yüzde 12’sini tasfiye etmiştir.
Tasfiye edilenlerin önemli bir bölümünün AKP-Fethullah Gülen ortak yapımı “üniversiteleri ele geçirme” projesi çerçevesinde kadrolara alınan Fethullahçılar olduğu bir vakıadır. Şunu akıldan çıkartmamak gerek: AKP’nin iktidara geldiği 2002’den 2017’ye vakıf ve kamu olmak üzere toplam üniversite sayısı 56’dan 183’e yaklaşık üçe, öğretim elemanı sayısı ise 42 500’den 85 000’e, yaklaşık ikiye katlanmıştır. AKP döneminde kurulan kamu üniversitelerinin tümü, vakıf üniversitelerinin ise büyük bölümünün yönetim kadroları başından itibaren, diğerlerininki ise Ahmet Necdet Sezer’in görevden ayrıldığı 2007 sonrasında AKP’ye yakın/müttefik çevrelerden devşirilmiştir. Ve bu çevreler, üniversitenin akademik personelini (idari personeli hiç saymıyorum) olabildiğince eş-dost ahbap çevrelerinden, ya da cemaat bağlantıları üzerinden devşirmişlerdir. Üniversitelerin, özellikle de “yeni” üniversitelerin web sayfalarına girdiğinizde, aynı soyadını taşıyan çok sayıda elemanın kadrolara yuvalandığını görürsünüz. Bu nedenledir ki kanımca bugün üniversitelerde çok daha kapsamlı bir “temizlik” gerekmektedir.
“Akademik atama ve yükseltmeler belli bilimsel kriterlere tabi değil mi?” diye soranınız çıkabilir. Bunun yanıtı, akademik çalışmalar üzerine yapılan iki çalışmada gizli. İlki, Boğaziçi Üniversitesi’nden:
“Akademik yazı kalitesi ile ilgili bir çalışma yürüten Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Politikaları Araştırma ve Uygulama Merkezi (BEPAM) bu kapsamda 2007-2016 yılları arasında yazılmış 470’i yüksek lisans ve 130’u doktora tezi olmak üzere 600 tezin incelenmesini tamamladı. Bu tezlerin 477’si kamu, 123’ü vakıf üniversitelerinde yazılmıştı ve 89’u İngilizce ve 511’i de Türkçe idi. (…)
Yapılan çalışmanın ne kadar orijinal olduğunu ifade eden benzerlik indeksinin dünyada kabul edilen seviyesi yüzde 15 iken Türkiye’de yapılan tezlerde bu oran yüzde 28.5 çıktı. Bu da Türkiye’de yapılan çalışmalarda ortaya yeni bir şey konamadığı ve çalışmaların sıklıkla bir birini tekrar eden araştırmalar olduğunu gösterdi. Çalışma kapsamında İngilizce tezlerin benzerlik indeksi yüzde 24 iken, Türkçe tezlerde bu oran yüzde 29 oldu. Kamu üniversitelerinde benzerlik oranı yüzde 28, vakıf üniversitelerinde ise yüzde 31 çıktı. Bu da kamu okullarında yazılan tezlerin daha iyi durumda olduğunu gösterdi. (…) Çalışmanın amacı intihal olmamasına rağmen araştırma sırasında yüksek intihalli tezler görmezden gelinemeyecek kadar çok olunca bu tezler intihalli olarak işaretlendi. Araştırma sonucunda 207 tezin, yani tezlerin yüzde 34’ünün yüksek intihalli olduğu ortaya çıktı. Kamu okullarında intihalli tez sayısı 150 iken (yüzde 31), vakıf okullarında bu sayı 57 (yüzde 46) oldu. Yüksek lisans tezlerinde intihalli olanların sayısı 173 (yüzde 36) iken, doktora tezlerinin sayısı 34 (yüzde 26) oldu. ”[28]
Bu ne anlama mı geliyor? Doktora tezlerinin yüzde 26’sında yüksek oranda intihal saptandığına göre, genç akademisyenlerin dörtte bir kadarının kariyerlerine “bilimsel hırsızlık”la başladıkları anlamına! Ne yazık ki BÜ ekibi akademik personelin görevde kalabilmek ve akademik ilerleme için yapmak zorunda oldukları indeksli yayınları konu almamış. Ancak bu konuda da önemli bir araştırma var.
ODTÜ’den Prof. Metin Balcı, 2010 yılında Türkiye adresli bilimsel makalelerin yayınladığı ilk 10 dergi üzerine yaptığı incelemede ilginç sonuçlara varmış. Prof. Balcı’ya göre:
“Bu 10 derginin analizi, karşımıza ilginç tablolar çıkartıyor. Dergilerin 3’ü Türkiye’de farklı kurumlar tarafından çıkarılıyor, diğerleri ise yabancı dergilerdir. Bu dergilerin 9’u TÜBİTAK’ın yaptığı gruplandırmada C grubuna, yalnız biri A grubuna girmektedir. Bu da, Türk bilim camiasının çoğunlukla etki değeri çok düşük dergilerde yayın yaptığını ortaya koymakta. En can alıcı noktalardan biri ise bu 10 dergiden 5’inin makaleleri belli bir ücret karşılığında yayımlamasıdır. Bu ücretler 500 ile 750 $ arasında değişiyor. Özellikle paralı dergilerin geniş bir editör ekibi bulunuyor ve Türk editör sayısı da oldukça fazladır. (…)
Son yıllarda bazı kişiler, kuruluşlar ve hatta ülkeler organize bir şekilde bilimsel dergi çıkarmak için bir yarış içerisine girmişlerdir. Bunların amaçları kesinlikle bilime katkı sağlamak olmayıp tamamen maddi çıkar sağlamaktır. Örneğin Journal of Animal and Veterinary Advances başlıklı dergi 2007 yılında yayın hayatına girmiş Pakistan (Medwell Journals) tarafından yayımlanan bir dergidir. Derginin ismi her ne kadar hayvancılık ve veteriner ile ilgili bir çağrışım yapıyorsa da, yayın dağılımı hemen hemen homojen olup çoğu sahayı (tıp, temel bilimler, mühendislik, ziraat) kapsamaktadır.
Bugüne kadar dergide yayımlanan toplam makale sayısı 1762 olup bunların 722’si (yüzde 41) Türkiye adresli iken, Pakistan adresli tek bir makale yoktur. Derginin mevcut 69 editörünün 14’ü Türk’tür. Burada hemen şu soru akla geliyor. Bu dergi ne zaman Türk bilim camiası tarafından benimsendi ve neden bu kadar Türk editör atandı? Yoksa bu dergi Türk bilim insanlarının makalelerini yayımlamak için mi hayata geçirildi?
Diğer bir dergi ise Malezya tarafından 2005 yılında çıkarılmaya başlayan Scientific Research and Essays isimli dergi çok kısa bir sürede Türk bilim camiası tarafından keşfedildi. Son 5 yılda yayımlanan makale sayısı 911’dir. Türkler son iki yılda yapmış olduğu yayımlarla (toplam 373 makale, yüzde 40) hemen bu dergide de birinci sıraya oturmuştur. Türk bilim camiası, bu dergide yayın yapan Nijerya, Malezya, Çin ve İran ile yarışa girmiştir. Son yıllarda bilim camiamız Afrika dergilerini keşfetmeye başladı ve çok kısa sürede bu dergilerde de yayın yapan ülkeler arasında birinci sıraya oturmayı başardı.
African Journal of Agricultural Research ve African Journal of Biotechnology dergileri Academic Journals adlı bir firma tarafından çıkarılıyor. Bu firmanın tüm sahalarda yayımladığı bilimsel dergi sayısı 103 olup dergilerin tamamı paralı (500-750 $)’dır. Bu firmanın merkezi Kenya’dadır, dergi editörleri çeşitli ülkelerdendir. (…)
Türkiye adresli makalelerin en çok yayımlandığı ilk 10 bilimsel dergide yayımlanan makaleler üniversiteler bazında incelendiğinde, makalelerin daha çok Anadolu üniversitelerinde çalışan öğretim üyeleri tarafından yayımlandığı görülüyor. Gelişmiş üniversitelerin yayın sayısı bu dergilerde daha azdır. Örneğin, birinci sırada bulunan Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nin yayın sayısı 122 (Bu makalelerin 60’ı Acta Crystallographica Section E-Structure Reports Online dergisinde yayımlanmıştır) iken Orta Doğu Teknik Üniversitesi 5 makale ile 85. sıradadır. (…)
Öğretim üyelerimizin önemli bir kısmı paralı dergilerde makale yayımlayarak derece alma yollarına başvurmaktadır. Dışarıya bu konuda önemli miktarlarda döviz ödenmektedir.”[29]
Özetle, akademik atama ve yükseltmeler -birkaç üniversite dışında- hiç de sanıldığı gibi liyakat esasına göre değil, çalıntı ve/veya ne idüğü belirsiz dergilerde para karşılığı yayınlanan makalelerle gerçekleşmektedir. Bu nedenledir ki Türkiye üniversitelerinin hâlâ geniş çaplı bir temizliğe ihtiyacı vardır, diyorum.
Ancak OHAL ile birlikte üniversitelerden atılanlar, intihal yaptıkları, parayla makale bastırdıkları, ya da kurum olanaklarından ticarî kazanç sağladıkları (bu zaten mümkün; üstelik de az ileride değineceğim yeni YÖK yasa tasarısı sayesinde yasal!), ya da hatta cinsel tacizde bulundukları, öğrencilerinden maddi çıkar sağladıkları, mobbing yaptıkları filan için değil, AKP’nin yakın zaman öncesine dek “bu yollarda beraber yürüdüğü” ve “ne istese verdiği” Fethullah Gülen cemaati mensubu oldukları gerekçesiyle atıldılar.
Ve/fakat atılanlar arasında, Gülen Cemaatiyle uzak yakın en küçük bir ilişkisi olmayan, Eğitim-Sen üyesi, Barış Bildirisi imzacısı, muhalif tutumuyla bilinen yüzlerce öğretim elemanı da bulunmaktaydı. Ve hiç kuşku yok ki kendi alanlarının en iyileriydiler. Makaleleri Malezya, Sri Lanka, Azerbaycan, Türkmenistan, Endonezya mahreçli çakma “bilimsel” dergilerde değil, alanlarının prestijli yayınlarında yer buluyor, yurtdışındaki saygın yükseköğrenim kurumlarının kürsüleri onlara açılıyordu.
Evet, AKP iktidarı, “Allah’ın lütfu” dediği 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan ettiği OHAL’i, göreli kendi erişimi dışındaki büyük kent üniversitelerini “temizlemek” için kullandı. Kıyımların en yoğun yaşandığı kurumlar, Ankara, Kocaeli, Mersin, Ege üniversiteleri oldu. Her ne kadar Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olarak YÖK yasasının kendisine tanıdığı yetkiyle tüm devlet üniversitelerinin rektörlerini atama gücünü elinde bulunduruyor olsa da Erdoğan’ın rektörleri, bu üniversitelerde üzerlerindeki kurumsal baskıyla AKP mamulatı taşra üniversitelerinde olduğu kadar rahat hareket edememekteydiler. OHAL, onlara (ve de AKP’ye) bu fırsatı verdi: rektörler “çıbanbaşı” addettikleri öğretim elemanlarının listelerini YÖK’e sundular, YÖK ise ilgili mercilere. Sonuç, bir gece içinde hiçbir gerekçe göstermeksizin, her türlü yasal itiraz yolu kapalı olmak üzere binlerce öğretim üyesinin işsiz bırakılması, açlığa mahkûm kılınması oldu: sözün gerçek anlamında açlığa. Çünkü KHK’larla işten atılan kamu görevlileri bir daha kamuda çalışamayacaktı. Yurtdışı üniversitelerinin kapısı ise pasaportları iptal edilerek kapatılmıştı. Özel kurumların ise hem çoğu felsefeci, sosyolog, siyasetbilimci vb. olduğu için ‘bir işe yaramayacağı’ gerekçesiyle, hem de iktidar korkusuyla bu KHK mağdurlarını işe alamayacağı, bir vakı’aydı! Bu anlamda araştırma görevlisi Nuriye Gülmen ile öğretmen Semih Özakça’nın giriştikleri açlık grevi, iktidarın KHK mağduru kamu çalışanlarını yatırdığı açlığı en çıplak, en çarpıcı, en görünür haliyle gözler önüne sermektedir.
Üniversiteler alanında OHAL’in AKP’ye sunduğu tek olanak, binlerce akademisyeni bir kalemde kapının önüne koyma imkânı değildi. Aynı zamanda, yine bir Kanun Hükmünde Kararname’yle[30] öğretim elemanlarının en azından rektör adaylarını belirlenmesine katılmalarına olanak sağlayan YÖK düzenlemesi, yani öğretim üyelerinin rektörlerini seçmek için oy kullanmaları koşulu da (hiç kuşku yok ki bu, rektörlük seçimleri bir “fars”tan ibaretti: akademisyenler oy kullanıyor, Üniversite en yüksek oy alan altı adayı YÖK’e bildiriyor, YÖK aday sayısını (aldıkları oya bakmaksızın) üçe indirip Cumhurbaşkanına sunuyor, Cumhurbaşkanı ise bu üç adaydan gönlünün çektiğini rektör olarak atıyordu) ortadan kaldırılarak rektörün atanması işlemi Cumhurbaşkanı’na tevcih edildi[31]. Bu durum, tüm yüksek düzey kamu görevlilerini atama yetkisini C. Başkanına veren “Başkanlık sistemi Anayasası”yla da yasal kılıfına kavuştu. Böylelikle tüm Türkiye üniversitelerinin kaderi, fiilen, üniversite diploması olmayan bir kişinin eline bırakılmakta… Ve atanacak rektörler de üniversitelerindeki “eğilim yoklaması”nın basıncından kurtulup tek bir “velinimet”e, kendilerini o makama getiren kişiye bağlanmaktadır.
“Mevcut Cumhurbaşkanı hangi evsafta kişileri rektör olarak atar?” diye mi sordunuz? Hemen eldeki örneklere göz atalım:
İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi: Üniversite rektörü Adem Esen, geçmişte AKP Konya Selçuklu Belediye Başkanı olmuştu. Belediye başkanlığı döneminde Selçuklu Belediyesi, durduğu yerde çöken Zümrüt Sitesi’nde 92 kişinin hayatını kaybetmesinin ardından açılan davada mahkûm olmuş, belediye cezayı ödemeyince belediyenin banka hesabı ve gayrimenkullerine haciz konulmuştu. Adem Esen, faciada ölenlerin arkasından menfaatperestlik yapıldığını ifade etmişti. İçişleri Bakanlığı ise Adem Esen’in hakkında soruşturma izni vermemişti.
Marmara Üniversitesi: Rektörlük seçimlerinde birinci olan Necla Pur’un yerine, üçüncü sırada yer alan ve AKP’ye yakınlığıyla bilinen Zafer Gül atandı. Pur’un 482 oyuna karşılık Gül’ün 302 oyu bulunuyordu.
İstanbul Teknik Üniversitesi: Rektörülük seçimlerinde 458 oyla birinci olan Muhammed Şahin’in arkasından 317 oyla ikinci olan Mehmet Karaca 6 Temmuz 2012’de rektör olarak atandı. Karaca, rektörlüğe gelir gelmez YÖK’ün yasal bağlayıcılığı olmayan bir tavsiye mektubunu uygulamaya sokarak 50/d kadrosunda çalışan asistanları işten çıkarmaya başladı, İTÜ’de büyük protestolara yol açtı.
Yıldız Teknik Üniversitesi: Rektörlük seçimlerinde oyların yüzde 81’ini aldıktan sonra rektör olarak atanan İsmail Yüksek 6 Ekim 2012’de Recep Tayyip Erdoğan’a fahri doktora unvanı verdi ve ”Eğitim ücretini kaldıran değerli Başbakanımıza teşekkürler” yazan ”T Cetveli” hediye etti. Yüksek, ODTÜ olaylarına dair açıklamalarına “içtenlikle mi imza attınız?” diye soran bir kişiye twitter üzerinden “emir mi cevap istiyorum vermiyorum ne yaparsın molotof mu atarsın lastik mi yakarsın” diye cevap vermişti.
Galatasaray Üniversitesi: Galatasaray Üniversitesi Rektörü Ethem Tolga, Sebahat Tuncel’in katılacağı gerekçesiyle Cinsiyet Eşitliğinin İnşası konferansını iptal etmişti. Tolga’nın döneminde kampüs içinde reklam panoları yerleştirilmesi ve kampüs girişlerine turnikeler koyulması öğrencilerin tepkisi çekmişti.
İstanbul Üniversitesi: İstanbul Üniversitesi Rektörü Yunus Söylet 2008 yılındaki rektörlük seçimlerinde ikinci olmasına rağmen rektör olarak atandı. Recep Tayyip Erdoğan’ın aile doktoru olduğu ifade edilen Söylet, 2009 yılında Erdoğan’a fahri doktora unvanı vermişti. 2011 yılında İÜ rektörlüğü, Fatih ilçesi sınırlarında yer alan tüm binalarında polisin herkesin üstünü arayabilmesi için mahkemeden karar çıkarttığı karara dava açan ve üstlerini aratmayan öğrenciler hakkında soruşturma başlatmıştı. Söylet döneminde Öğrenci Kültür Merkezi kapatıldı, İÜ’de basın açıklaması yaptığı, slogan attığı gerekçesiyle onlarca öğrenciye soruşturma açıldı, sadece 2009 yılında 54 öğrenci 14 yıl 9 ay uzaklaştırma cezası aldı. Söylet twitter üzerinden “Öğrenci hareketlerini örgütlemek ve bunlara çanak tutmak aşağılık bir durum” mesajı yayınlamıştı.
Bingöl Üniversitesi: 2007 yılında açılan Bingöl Üniversitesi’nin Rektörü Gıyasettin Baydaş’ın oğlu ve kızı başta olmak üzere 5 akrabasının üniversitede akademisyen olması dikkat çekiyor. Bu isimler arasında Buhanettin Baydaş, Abdulvahap Baydaş, Mahmut Baydaş, Zeynep Baydaş Tuzcu ve Fatma Baydaş Caf yer alıyor. Bingöl Üniversitesi Baydaş döneminde Said-i Nursi’nin kitaplarıyla “evrim teorisini çürüten” evrim karşıtı Adem Tatlı’nın konuşmacı olarak katıldığı “Bilimin Işığında Evrim” konferansı düzenlemesiyle gündeme gelmişti.
Hacettepe Üniversitesi: 2011 yılındaki rektörlük seçimlerinde 657 oyla birinci olan Uğur Erdener’in ardından 501 oyla ikinci olan Murat Tuncer rektörlüğe atanmıştı. Tuncer, Dilovası’ndaki endüstriyel kirliliğin yol açtığı kanser vakalarıyla ilgili araştırma yapan Prof. Onur Hamzaoğlu’nu YÖK’e şikâyet etmiş ve hakkında soruşturma açılmasına neden olmuştu.
Abant İzzet Baysal Üniversitesi: 2010’da yapılan rektörlük seçimlerinde Atilla Kılıç’ın 171 oyla birinci olmasına rağmen 129 oy alan Hayri Coşkun rektörlüğe atanmıştı. Coşkun’un profesörlüğe yükseltilmesi ile ilgili usulsüzlük tespit edilmiş ve idari soruşturmanın daha sonuçlanmamış olmasına rağmen Abdullah Gül, Coşkun’u rektörlüğe layık görmüştü.
Uşak Üniversitesi: Üniversitede 2011 yılında yapılan seçim sonucunda en çok oyu Prof. Adnan Şişman alırken, Abdullah Gül seçimi 40 oyla ikinci sırada tamamlayan Sait Çelik’i rektör olarak atamıştı. Çelik’in AKP ile yakın ilişkileri olduğu söyleniyor.
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi: Rize Üniversitesi adıyla 2011’de rektörlük seçimine giden üniversitede Prof. Arif Yılmaz 176 oy alarak birinci seçilmiş, ardından üniversitenin adı Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi olarak değiştirilmişti. Arif Yılmaz Kasım 2012’de Recep Tayyip Erdoğan’a fahri doktora unvanı vermişti.
Süleyman Demirel Üniversitesi: Cemaate yakın olduğu ifade edilen Rektör Hasan İbicioğlu öğrencilere “okulda siyaset istemiyorum” demesiyle kendinden söz ettirmişti. 215 bin liraya Audi A6 makam arabası almasını eleştirenlere ise “Bazı üniversitelerin makam araçlarının fotoğraflarını gördüm, ‘ben zenci miyim kardeşim, ben neden almayayım’ dedim. Güvenli olmak zorundayız. Ben bu araçların en lüksünü alacağım” diye cevap vermişti.[32]
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi: 2010’dan bu yana rektör olan Mansur Harmandar, 2013’te Ak Parti adayı olarak yerel seçimlere katılmak için rektörlüğü kısa süreliğine bırakmış ama seçimleri kaybedince üniversiteye yine rektör olarak dönmüştü. Son olarak, 20 Nisan’da açılışını yaptığı Ak Parti’nin Muğla İl Başkanlığı binası ve Ak Parti üyelerine üniversite kampüsünde verdiği piknikle gündeme geldi.[33]
Örnekleri daha da çoğaltılabilecek bu liste neyi mi anlatıyor? Rektör atamalarında gözetilen tek kriterin liyakat, hatta siyasi görüş[34] bile değil de “biat” olduğunu. “Biat et, yönetici ol, dilediğin suiistimali yap, ama talimatlarımdan şaşma!” son padişahın tüm yöneticilere ve tabii üniversite yöneticilerine de tek buyruğu. Biatı reddedenler bir yana, biattan dönenler için Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi eski rektörü Sedat Laçiner’in öyküsü ibretle doludur. Aktarayım: Önceleri AKP destekçisi olan Laçiner, Tayyip Erdoğan’ın giderek otoriterleştiğini öne sürmeye başlayınca gözden düştü. Ve tabii “pararlelci” olduğuna dair havuz medyasında başlayan yoğun propaganda eşliğimde rektörlük koltuğunu da, son seçimlerde kendisinden çok daha az oy alan Yücel Acer’e kaptırdı. “Çok geçmeden Laçiner’in kaybettiklerinin rektörlükle sınırlı olmadığı da anlaşıldı. Yeni rektörün talimatıyla makamındaki bilgisayarına el kondu ve üniversitenin yaklaşık 100 kilometre uzağında bulunan küçük bir kampüse tayini çıktı. Yeni rektörün adamları “suç” unsuru aramak için Laçiner’in oturduğu lojmanın etrafındaki kamera kayıtlarını inceledi. Dahası yeni yönetimin gazabından sadece Laçiner değil, birlikte çalıştığı ekip de payına düşeni aldı ve derhâl ücra ilçelere sürüldü.”[35]
İkballeri “Reis”in iki dudağı arasına bağlanan rektörler böyle teslim alınırken, KHK terörüyle “hizaya sokulan” akademisyenler bir de disiplin yönetmeliklerine sık sık yenisi eklenen maddelerle terbiye olmakta: örneğin 2014’de YÖK disiplin yönetmeliğinde yapılan bir değişiklikle üniversite öğretim elemanlarının “kendi uzmanlık alanları dışında görüş açıklamaları” yasaklandı.[36] Akademik personel üzerindeki disiplin cenderesi o denli daraldı ki, örneğin, YÖK, 15 Temmuz’da ölenlere “şehit” demediği için Yeni Akit tarafından hedef tahtasına yerleştirilen Prof. Nurşen Mazıcı hakkında soruşturma başlattı![37]
Tabii disiplin yönetmeliği yalnızca akademik personeli terbiyeye yönelik değil: esas olarak zapt u rapt altına alınmak istenenler, her zaman olduğu gibi, öğrenciler. Öğrenci disiplin yönetmeliğine eklenen “huzuru bozmak” “suç”(?)unun[38] nasıl yorumlanabileceğini öğrenciler kendi deneyimlerinden gayet iyi biliyorlar. Ve örneğin Cebeci kampüsünde “Ramazan’da yemek yiyemezsiniz” diye polis gözetiminde faşistlerin saldırısına uğrayan ve ardından rektör İbiş tarafından “milli değerlerimize ve şehitlerimizin anısına çirkin saldırı gerçekleştiren küçük, marjinal grup”[39] ilan edilen öğrencilerin büyük olasılıkla alacakları uzaklaştırma cezaları, bu yeni “suç”un prototipini oluşturacak…
Sözün özü, AKP üniversitelerinde durum hiç de parlak değil. Bilimsel ve maddi hırsızlığın, yolsuzluğun, cinsel tacizin, mobbing’in mubah sayıldığı kurumlarda, ihraç ve memuriyetten men sopasıyla terörize edilmiş, tek “erdem”i ve marifeti Reis’e biat olan “küçük adam”ların yönetimi altında, birbiri peşisıra sökün eden disiplin yönetmelikleriyle terbiyelenmiş suskun, ya da son günlerde TV kanallarının “tartışma” (?) programlarından tanıdığımız AKP yalakası akademisyen gölgelerinin kol gezdiği enkazlara dönüştü büyük çoğunluğu.
Bu yıkıma yüksek öğrenimin bilimsel kalitesini doğrudan etkileyen iki etkeni daha katmadan, bu yazı tamamlanmış olmaz.
Bunlardan ilki, özellikle merkez-dışı üniversitelerin cemaat ve tarikatların cirit attığı alanlar haline gelmesidir.
AKP Kemalizm’in üç sacayağından biri (diğerleri TSK ile yargı) saydığı üniversiteleri denetimi altına alma işine, Fethullah Gülen cemaatiyle elele girişti. Ardından, Fethullahçıları tasfiye ederken, onlardan doğan boşluğu yandaş (ya da şimdilik yandaş gözüken) cemaatlere açtı. Bu nihayetinde bir “doku uyumu” meselesidir: ortak bir “hakikât rejimi”ni paylaştıkları cemaat mensuplarına karşı, “güvenilmez” gördükleri “laikler”den daha fazla ünsiyet hissetmektedir, çoğu İmam-Hatip çıkışlı, bir kısmı cemaatlerden yetişme, hemen tümü dünya görüşü itibariyle “Anti-Batıcı” AKP kadrolarına[40]…
Cemaatler ise etki ve meşruiyet alanlarını genleştirmelerinin önünü açan bu olanağı ganimet bildiler.
“Düşünün ki, üniversitelere rektör atama yetkisine sahip yöneticiler asla liyakata göre davranmadılar,” diyor Orhan Bursalı. “Geçmişte de sorunluydu üniversitelere atamaları, AKP iktidarı döneminde de tepeden tırnağa sorunlu. Gül zamanında da derin sorunluydu ve tüm o atamaların acısını çekti kurumlar… Erdoğan zamanında da etkisi uzun yıllar sürecek atamaların acısını çekecek.
Düşünün ki mesela bir zamanlar Cumhurbaşkanı Gül, çoğunluk olarak sürekli Cemaatçi rektörleri üniversitelerin başına getirdi. Fethullah Gülen’e bağlı üniversite örgütlenmesi, bu dönemde inanılmaz bir ölçüde yatay ve dikey yaygınlık kazandı. Bir ağ hâlinde tüm üniversiteleri sarıp sarmaladılar. Rektörlüklerden başlayın dekanlara, bölüm başkanlarına ve alınacak öğretim üyelerinin Cemaatçi niteliklerine kadar. Bir alçak düzen kuruldu. Ele geçirdikleri sınav sistemleri, neredeyse tamamı Cemaatçilerden oluşan üniversite ve yönetimleri, komiteleri, jürileri vb. sayesinde bu kurumlar bilim aleyhine manipüle edildi.
Üniversite tabelası altında yeni liseler açıldıkça da, genellikle cemaatçilerle dolduruldu. Çok hızlı akademik yükseltmelerle, düşük eğitim kalitesi, sıfır araştırma ile öğrenciler bilgi ve bilim yoksunu diplomalarla salıverildiler.”[41]
Cemaatler üniversitelerde (hem kurdukları vakıflar aracılığıyla tümüyle denetimleri altında tuttukları vakıf üniversitelerine, hem de kadrolarına sızdıkları kamu üniversitelerine) etkinlik kazandıkça, üretilen “bilim”in (?) evsafı da değişmekte. Örneğin bir üniversite (Şırnak) “Hz. Nuh ve Cudi Dağı” başlıklı bir sempozyum düzenlerken[42], bir başka üniversite (bu kez İstanbul: Yıldız Teknik), Adnan Oktar grubundan kopan ve “Kızıl İmamcılar” olarak bilinen grupla ilişkili olduğu bilinen, “Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı”, “Big Bang ve Tanrı”, “Kuantum Teorisi, Felsefe ve Tanrı” gibi kitapların yazarı Caner Taslaman’ı doçent olarak atıyor! Profesörün rüyasında şeyhini görüp ertesi gün YÖK’le ilgili bir şikâyet dilekçesi döşenmesi çok mu?
İkinci etken ise, üniversiteleri YÖK’ün kuruluşundan bu yana süregiden, ve üniversiteleri birer ticarethane olarak gören neo-liberalizmin alaturka versiyonu. “Alaturka versiyonu” diyorum, zira Türkiye burjuvazisi içinde üniversitelerin nanoteknoloji, nükleer tıp, genom projesi, uzay araştırmaları, yeni bilişim teknolojileri, biyoyakıt üretimi vb. alanlarla ilgilenmesi, bu gibi konularda araştırmalar yürütüp eleman yetiştirmesini talep edenler çok az. Çünkü Türkiye burjuvazisi maçı beyaz eşya, montaj sanayi, bankacılık ve AKP ile birlikte yükselen yıldız, inşaatla götürmeyi tercih etmekte.
Bu nedenledir ki üniversitelere neo-liberal üniversite tasarımı; arkaplanındaki, üniversiteleri şirketlere pahalıya patlayacak AR-GE kurumları olarak kullanma, yüksek maliyetli yeni teknolojilerin geliştirilmesi görevini böylelikle kamunun sırtına yıkıp, sadece çıktılar için ödeme yaparak maliyeti düşürme fikrindense, öğrencilerini, araştırmacılarını ucuza çalıştırabilecekleri yüksek teknik okullar olarak görme eğilimindeler üniversiteyi. Birde tabii yüksek ücretli özel/vakıf okulları açıp kampüs içi hizmetleri ihaleyle dağıtarak hem izzet-itibar sahibi olmak, hem de para kırmak!
Hâl böyle olunca, neo-liberal piyasa ekonomisinin üniversiteleri hizmetine sunduğu burjuvazinin “bilimsel kalite” gibi bir talebi de pek yok. Bir başka deyişle, üniversitelerdeki bilimsel düşkünleşme, umurunda değil. Bu bakımdan, YÖK Başkanı Yekta Saraç’ın “sessiz devrim” sözleriyle lanse ettiği[43], iktidarın bilmemkaçıncı YÖK yasa tasarısı, “üniversitelerin bilimsel çalışmalarını nasıl daha kaliteli kılabiliriz?”den çok üniversite mensuplarının (öğrenciler dahil) emeğini nasıl daha ucuza getirebiliriz?”in peşinde gözüküyor. Böylelikle, örneğin araştırma görevlilerinin tümünün 50/d’ye geçirilerek iş güvencesinden yoksun bırakılmaları; üniversitelerin, akademik personelin yüzde 20’si kadar doktoralı araştırma görevlisini düşük ücretlerle “post-doc” programına kabul edip projelerde çalıştırılması; Fen ve mühendislik bilimlerindeki lisans son sınıf öğrencilerinin bir yarıyılı özel sektör işletmelerinde, teknoparklarda, araştırma altyapılarında, Ar-Ge merkezlerinde ya da sanayi kuruluşlarında asgari ücretin net tutarının yüzde 35’i ücret ödenerek uygulamalı eğitimle tamamlamalarının zorunlu kılınması, Üniversiteler bünyesinde “teknoloji transfer ofisi” adı altında sermaye şirketlerinin kurulması; YÖK’ün yanısıra Meslek Yüksekokulları Koordinasyon Kurulu kurulması, “makbul” akademisyenlerin 75 yaşına dek çalışmasının önü açılması;TOBB’un YÖK bünyesinde istişari bir rol üstlenmesi, Öğretim üyelerinin, devlet yükseköğretim kurumlarında fiilen 6 yıl görev yaptıktan sonra alanıyla ilgili Ar-Ge çalışması yürütmesi için üniversitesinin yönetim kurulu kararıyla bir yıl ücretli izine ayrılabilmesi vb. konular üzerinde duruluyor.[44] Üniversitelerin özerkliği, demokratikliği, hatta “kamu yararı” bir yana, öğrenim ve araştırmaların kalitesini yükseltmek gibi bir sorun yok; hatta araştırma görevlilerinin konumunu güvencesizleştirerek üniversitelerin en dinamik, en araştırmaya yatkın genç bilim insanları her an işsizlik tehdidiyle karşı karşıya bırakarak kendilerini geliştirme olanaklarını ellerinden alıyor. Gençler için bir hamburgercide tezgâhtarlık ile öğretim elemanlığı arasındaki farkı sıfırlıyor.
O zaman gelin AKP’nin eğitim sistemini, AKP’nin üniversiteleri ne yapmak istediğini bir kez daha değerlendirelim.
Hiç kuşku yok ki AKP bir rövanş hareketi: T.C.’nin Kemalist (= Batıcı-modernist) rotasından bir kopuşa denk düşüyor. Kemalist metodoloji (“Tek Adam rejimi”) ile mevcut Cumhuriyet’te Kemalizm’den geriye ne kaldıysa yapıbozumuna uğratma ve Türkiye’yi İslâmî esinli, emperyal bir Orta Doğu gücüne dönüştürmenin peşinde. Lideri, bu nedenledir ki, Ensar konuşmasında da ifade ettiği üzere eksiksiz hegemonyanın peşinde: iktisadi-siyasal olduğu kadar, sosyal/kültürel.
Hatırlansın: söz konusu konuşmasında Tayyip Erdoğan “sosyal ve kültürel” iktidarın eksikliğinden yakınmakta, “Kur’an-ı Kerim, siyer-i nebi gibi derslerin okutulması”nın (ilk/orta öğretim) olumlu olmasına karşın “medyadan sinemaya, bilim, teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda hâlâ en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin” varlığına işaret etmekteydi: üniversiteler, işte bu “medyadan sinemaya, bilim, teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda hâlâ en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin” yetiştiği alanlardır. Ele geçirilmeleri, terbiye edilmeleri, arındırılmaları, “millî/manevî” değerlere saygılı kadroların biçimlendirildiği alanlara dönüştürülmelidirler. “Millî-manevî değerlere saygılı kadrolar” ise, icat-buluş yapamasalar da, hem cumaları camileri doldurur, hem de uysal ve kanaatkâr ara teknik elemanlar olarak ekmeklerini kazanırken vatana, millete ve İslâmî sermayeye hayırları dokunur; bir yandan da nasiplerine şükrederler ve çark böylece işler gider; sermaye semirdikçe semirir…
Bu tablo neyi mi gösteriyor? İki şeyi:
1.Bugünün Türkiyesinde sekülarizm için mücadelenin neo-liberalizme karşı mücadeleyle içiçe geçtiğini;
- Bu mücadelenin en önemli alanlarından birinin üniversiteler olduğunu…
Bu mücadeleyi en azından gelecek kuşaklara borçluyuz…
14 Haziran 2017 12:57:26, İstanbul.
N O T L A R
[1] 29 Haziran 2017 tarihinde Kaldıraç’ın ‘XII. Öğrenci Kampı’nda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:192, Temmuz 2017…
[3] Nitekim Eğitim İş sendikasının hazırladığı raporda MEB’in başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere, iktidara yakın dini kurum ve vakıflarla protokoller imzaladığını, böylelikle TÜRGEV ve Ensar Vakfı başta olmak üzere, Hizmet Vakfı, Hayrat Vakfı, İHH, Furkan Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti gibi dini vakıfların, devlet okullarında “değerler eğitimi” adı altında ders ve seminerler vermeleri, bağış toplamaları, dini içerikli yayınları dağıtmalarının sağlandığını belirtiyor. Sendikanın hazırladığı değerlendirme raporunda, “eğitimde dinselleşme” şöyle anlatılıyor:
“Kur’an-ı Kerim, Siyer, Temel Dini Bilgiler adı altında dini esaslı konuları ele alan seçmeli derslerin seçimi konusunda hutbeler hazırlanarak öğrencilere ve velilere baskı yapılması; medreselere yasal statü kazandırılması, üniversitelerle denkliklerinin sağlanması, medrese mezunlarının pedagojik formasyon almasını ve müderrislerin bölgede barış gücü görevi üstlenmeleri konusunda Bakanlar Kurulu’na öneride bulunulması; kamu kreşleri teker teker kapatılırken, Diyanet’in açtığı kreşlerde 4-6 yaş arası çocuklara dini eğitim verilmesi yine sıbyan mektebi adı altında dini eğitim veren Kur’an kursu kreşlerinin açılması gibi uygulamalar MEB’in Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve tarikatların güdümüne girdiğinin göstergesi olmuştur.” (“Eğitim Tarikatlara Teslim”, Cumhuriyet, 31 Aralık 2016, s.7.)
[4] Kabataş Erkek Lisesi müdür yardımcılığına atanan Şakir Voyvot.
[5] İşte Tonya Anadolu Lisesi’nden bir “yönetici” örneği: “Trabzon’un Tonya Anadolu Lisesi’nin kütüphanesinde yer alan Feyzullah Birışık tarafından yazılan okumanın şeytan işi olduğu yönündeki ‘Şeytan Bu Kitaba Çok Kızacak’ adlı kitabın Tonya Milli Eğitim Müdürlüğü’nce “Milli Eğitim genel ve temel ilkelerine aykırılık olmadığına” karar verilirken, başı açık kız öğrencilerin, sınıftaki erkek öğrencileri tahrik ederek günah işlediğini, başı açık kadınların erkekleri tahrik ederek tecavüzcülere zemin hazırladığını savunan “Bir Bayan Niçin Örtünmek İstemez” adlı kitap hakkında ise inceleme bile yapılmamıştı. Bu skandalla gündeme gelen Tonya Anadolu Lisesi’nde bir skandala daha imza atıldı.
Okul Müdürü İlhan Kalyoncu, Türk Dili ve Edebiyatı dersi öğretmenlerine gönderdiği yazı ile, Émile Zola’nın “Germinal”, Cengiz Aytmatov’un “Elveda Gülsarı” ve Khaled Hosseini’nin “Uçurtma Avcısı” başta olmak üzere kitap listesinde yer alan bazı kitapların, “siyasi konulara değindiği” ve “öğrencilerin anlama seviyesinin üzerinde olduğu” gerekçesiyle, temel eserler listesinden çıkarılmasını istedi. Ancak öğretmenler müdürün bu istemine olumsuz yanıt verdi. Anılan eserlerin mevzuata aykırı olmadığını vurguladı. Bunun üzerine müdür, yeni bir resmi yazı ile öğretmenlerin bu kitapları listeden çıkarmasını istedi.
Öğretmenler tutumlarında direnince, Anadolu Lisesi Müdürü Kalyoncu ilçe milli eğitim müdürlüğüne aktardı ve komisyon kurulması için olur istedi. İlçe de konuyu il milli eğitim müdürlüğüne aktardı. Trabzon Milli Eğitim Müdürlüğü bir komisyon toplanmasına olur verdi.
Bunun üzerine kitapların incelenmesi bir komisyon oluşturuldu. Komisyon tarafından yapılan inceleme sonucunda yazılan raporda, ‘İlgili okul kütüphanesinde kaydedilen Emile Zola’nın Germinal adlı kitabı, Milli Eğitim Başkanlığı Ders Kitapları Ve Eğitim Araçları Yönetmeliği’nin 35. Maddesi’nin 2.i fıkrasının b, ç, f, ğ bendine göre, eğitimin aracı, eğitim ve öğretim açısından uygun bulunmamıştır,’ denildi.” Böylelikle Emil Zola, Tonya Anadolu Lisesi’nden kovulmuş oldu! (Ahmet Şefik, “Madenciler Günü’nde Milli Eğitim Müdürlüğü’nden Skandal Karar”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2016, s.7.)
[6] Bkz. Gözde Bedeloğlu, “Proje Okullar”, Birgün, 21 Ekim 2016, s.2.
[7] Deniz Ülkütekin, “İdeolojik ve Ümmetçi”, Cumhuriyet, 19 Ocak 2017, s.2.
[8] “Cumhuriyet Yerine ‘Yeni Osmanlıcılık’…”, Cumhuriyet, 18 Ocak 2017, s.2.
[9] Şeyma Paşayiğit, “2016 Eğitimde İstismar Yılı”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2017, s.3.
[10] “MEB’in Yeni Müfredatından Detaylar: Ateizm, Sekülerizm Ve Pozitivizm ‘İnanç Problemi’…”, Diken, 17 Ocak 2017… http://www.diken.com.tr/mebin-yeni-mufredatindan-detaylar-ateizm-sekulerizm-ve-pozitivizm-inanc-problemi/
[11] Yakup Kepenek, “Eğitimin Dediği!”, Cumhuriyet, 12 Aralık 2016, s.13.
[12] Deniz Ülkütekin, “1 Milyon Öğrenci Açık Lisede Okuyor”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2017, s.3.
[13] Eğitim Reformu Girişimi Direktörü Batuhan Aydagül şöyle diyor: “Türkiye’de lise çağında okula gitmesi gereken çocukların yüzde 30’u okula gitmiyor, (…) çocukları okula kaydettirmek kolay ama lisede devam ve mezuniyet meselesi zor. Bunun önemli iki nedeni var. Birincisi yoksulluk. Yoksul bir gencin lisede 4 yıl okulda kalması çok zor. (…) Liseye devamı etkileyen ikinci faktör de eğitimin işe yaramaz olması. Liseye gelmiş ergen gençleri içinde onları çeken hiçbir şey olmayan bir okulda tutamazsın.” (Cansu Çamlıbel, “Eğitim Reformu Girişimi Direktörü Batuhan Aydagül: Okul Kalitesini Yukarıya Çekemedik”, Hürriyet, 12 Aralık 2016, s.21.)
[14] “4+4+4 yasası ile zorunlu ilköğretim yaşının 6-13 yaş aralığına çekilmesiyle çocuk işçi sayısı arttı. 2013’te 59, 2014’te 54, 2015 yılında ise 63 olmak üzere son üç yılda en az 176 çocuk iş cinayetlerinde hayatını kaybetti.” (Şeyma Paşayiğit, “2016 Eğitimde İstismar Yılı”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2017, s.3.)
[15] “600 bin kız çocuğu okula gidemiyor. 2014 – 2015 öğretim yılında 676 bin 219 kız çocuğu okullu iken bu sayı 2015 – 2016 öğretim yılında 533 bin 357’ye düştü.” (Şeyma Paşayiğit, “2016 Eğitimde İstismar Yılı”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2017, s.3.)
[16] Deniz Ülkütekin, “Liseli Öğrencilerinin Gözü Yurtdışında”, Cumhuriyet, 28 Aralık 2016, s.2.
[17] “MEB’in 2016 yılı faaliyet raporu yayımlandı. Din Eğitimi Genel Müdürlüğü, ayrılan 3 milyar 885 milyon TL’lik bütçenin neredeyse bir buçuk katı harcama yaparken imam hatiplerdeki devamsızlık ve okul terkleriyle ilgili çalışma yapıldığı itirafı geldi…” (Deniz Ültekin, “Kaynak Boş Sıralara”, Cumhuriyet, 3 Mart 2017, s.2.)
[18] https://www.youtube.com/watch?v=WoMQ-JO7uao
[19] https://www.izlesene.com/video/uzaya-kopru-projesi-sokak-roportaji/9683038
[20] https://www.59saniye.com/vatandasa-einsteinin-fotografini-gosterip-kim-oldugunu-sormak/list/144133234/
[21] Yılmaz Özdil, “Evetçi Rektörler… Bilim İnsanı mı? Saray İnsanı mı?”, Sözcü, 1 Şubat 2017, s.20.
[22] Ozan Çepni, “Yeni Yüzyıl Üniversitesi’nde 50 Milyonluk Vurgun”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2017, s.3.
[23] Osman Nuri Boyacı, “Rektör Eşini Atadı, Kendini Böyle Savundu”, Hürriyet, 2 Haziran 2017… http://www.hurriyet.com.tr/rektor-esini-atadi-kendini-boyle-savundu-40478383
[24] “Profesör Erişah Arıcan Muhbir mi?”, Cumhuriyet, 10 Aralık 2016, s.10.
[25] Hürriyet, 28 Mayıs 2017… http://www.hurriyet.com.tr/erdogan-biz-14-yildir-kesintisiz-siyasi-iktida-40472521
[26] Ergin Yıldızoğlu, “Totaliter mi Dediniz?”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2017, s.8.
[27] Bkz: https://istatistik.yok.gov.tr/
[28] Kemal Göktaş, “Akademide İntihal Depremi”, 29 Haziran 2016.
[29] Metin Balcı, “Yüksek Sayıda Makalenin Sırrı ve Etik”… https://www.akademikpersonel.org/anasayfa/yuksek-sayida-makalenin-sirri-ve-etik.html
[30] 676 sayılı KHK: “MADDE 85- 2547 sayılı Kanunun 13 üncü maddesinin (a) fıkrasının birinci paragrafı aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“Devlet üniversitelerinde rektör Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek, profesör olarak en az üç yıl görev yapmış üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanır. Bir aylık sürede önerilenlerden birisinin atanmaması ve Yükseköğretim Kurulu tarafından, iki hafta içinde yeni adaylar gösterilmemesi hâlinde Cumhurbaşkanınca doğrudan atama yapılır. Rektörün görev süresi 4 yıldır. Süresi sona erenler aynı yöntemle yeniden atanabilirler. Ancak aynı Devlet üniversitesinde iki dönemden fazla rektörlük yapılamaz. Rektör, üniversite veya yüksek teknoloji enstitüsü tüzel kişiliğini temsil eder. Vakıflarca kurulan üniversitelerde rektör, mütevelli heyetinin Yükseköğretim Kuruluna teklifi ve Yükseköğretim Kurulunun olumlu görüşü üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanır.” (Medyaskop TV, “KHK ile Rektörlük Seçimleri Kaldırıldı” 29 Ekim 2016… http://medyascope.tv/2016/10/29/son-dakika-khk-ile-universitelerde-rektor-secimleri-kaldirildi/)
[31] Tayyip Erdoğan bu yetkiyi ilk kez, seçimlerde Gülay Barbarosoğlu oyların yüzde 86’snı almış olmasına karşın 4 ay boyunca rektör atanmayan Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne seçimlere dahi girmemiş olan, AKP milletvekilinin kardeşi Mehmed Özkan’ı atayarak “test etti”! (Pervin Kaplan, “Rektör, Akademisyen ve Öğretmenler”, Haber Türk, 14 Kasım 2016, s.11.)
[32] Onur Erem, “İktidarın rektörleri”, https://onurerem.com/2012/12/25/iktidarin-rektorleri/.
[33] Mustafa Akyol, “Yeni Türkiye’nin Üniversite Rejimi”, Al Monitor, Nisan 2015… http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2015/04/turkey-how-the-akp-subdues-turkeys-universities.html#ixzz4j2QBHdFN
[34] Nitekim YÖK, “Başkanlık sistemi diktatörlük demektir,” diyen Türk Hava Kurumu Üniversitesi Rektör Vekili eski MHP milletvekili Prof. Dr. Alim Işık’ı görevden aldı. (Sinan Tartanoğlu, “Eleştiriye İhraç, Cahilliğe Övgüye Terfi”, Cumhuriyet, 15 Aralık 2016, s.6.)
[35] Mustafa Akyol, “Yeni Türkiye’nin Üniversite Rejimi”, Al Monitor, Nisan 2015… http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2015/04/turkey-how-the-akp-subdues-turkeys-universities.html#ixzz4j2QBHdFN
[36] Adnan Keskin, Taraf’taki haberinde, yargı bağımsızlığı konusunda görüşü sorulan bir profesörden aldığı yanıtı aktarıyor: “Siz yargı bağımsızlığı tarafsızlığını soruyorsunuz. Ancak üniversiteler bundan azade değil. Zaten özerkliği tartışmalı olan üniversiteler, son yönetmelik değişikliği ile tam bir kışla görünümüne sokuldu. Artık, bir hocanın uzmanı olmadığı yetkisi bulunmayan konuda basına görüş açıklaması, bir yere yazı yazması ciddi ve ağır suç hâline getirildi. Çevremde bu yönetmeliğin etkisi ciddi şekilde hissediliyor, ben de dahil artık üniversitelerde kimse konuşmak görüş açıklamak istemiyor. Sizden de ricam, beni bu konularda bir daha aramamanız.” (Adnan Keskin, “AKP Üniversiteleri Susturuyor”, Taraf, 22 Şubat 2014… http://www.egeninsesi.com/haber/133542-akp_universiteleri_susturuyor.) Eğitim-Sen’in 1 Haziran 2016 tarihinde Meclis önüne gelen ve YÖK başkanını tüm akademik personel ve idareciler için “baş disiplin amiri” olarak tanımlayan YÖK disiplin yönetmeliği konusundaki görüşleri için bkz: http://egitimsen.org.tr/akp-akademiyi-sifirlamanin-universitelere-diz-cokturmenin-derdinde/.
[37] Ozan Çepni, “YÖK’ten Mazıcı İtirafı”, Cumhuriyet, 31 Ocak 2017, s.2.
[38] Ozan Çepni, “Üniversitede Huzuru Bozan Öğrenci Yandı”, Cumhuriyet, 24 Aralık 2016, s.2.
[39] Sendika.org, “Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Satırlı Saldırganların Yalanına Ortak Oldu”, 3 Haziran 2017… http://sendika44.org/2017/06/ankara-universitesi-rektorluk-satirli-saldirganlarin-yalanina-ortak-oldu/?utm_source=ReviveOldPost&utm_medium=social&utm_campaign=ReviveOldPost
[40] Türkiye’de etkin olan cemaatlerin listesi şöyle: Fethullah Gülen Cemaati, Menzilciler, İsmailağa cemaati, Aziz Mahmut Hüdai cemaati, Yahyalı cemaati, İskender Paşa cemaati, Alvarlı Efe cemaati, Kırkıncı Hoca cemaati, Işıkçılar, Cerrahiler, Tebliğciler, Haydar Baş cemaati, Kıbrısi cemaati, Yeni Asyacılar, Hakikatçiler, Erenköy cemaati… (“İşte Türkiye’nin Cemaat Tablosu”, Habertürk, 22 Haziran 2011… http://www.haberturk.com/gundem/haber/641873-turkiyenin-en-buyuk-cemaati-hangisi)
[41] Orhan Bursalı, “Üniversiteler Niye Durmadan Dayak Yiyor?”, Cumhuriyet, 23 Şubat 2017, s.6.
[42] https://tr.instela.com/akp-universiteleri–1590167
[43] Gamze Kolcu, “Üniversitelerde ‘Sessiz Devrim’…”, Hürriyet, 12 Mayıs 2017, s.24
[44] “AKP’den Akademiye Büyük Saldırı: İş Güvencesi Tamamen Kalkıyor, Kadro ise Sadece AKP’lilere”… http://haber.sol.org.tr/toplum/akpden-akademiye-buyuk-saldiri-guvencesi-tamamen-kalkiyor-kadro-ise-sadece-akplilere-198912