“Bu ancak şu anlama gelebilir: Oradan çıkmak için yol yok değil ama artık vakit, bugüne kadar bellediğimiz bütün eski yolları terk etme vaktidir”.
Aimé Césaire
“Eski dünya ölüyor, yenisi ise ufukta görünmüyor ve bu alacakaranlıkta canavarlar ürüyor”.
Antonio Gramsci
Kapitalizm krizlerle yol alabilen bir sistem. Krizler arızi, beklenmedik bir şey değil, sistemin mantığına ve işleyişine içkin… Kapitalizmin tarihi, devresel ve ‘yapısal krizlerin’ de tarihidir. Fakat şimdilerde durum farklı… Artık söz konusu olan, geçmişte yaşanan krizlerden biri daha değil. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz durumu kriz kavramı karşılamıyor. Bu bir çöküş halidir; zira kriz, normal ‘denge durumundan’ bir sapma demeye gelse de geri dönüşü de ima eder… Çöküş ise geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır… Artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak…
Birincisi, yeni durumda artık ‘kriz’ şu veya bu sektörü ya da veçheyi angaje etmiyor. Aynı zamanda ekonomik, finansal, ticari vb. toplumsal yaşamın tüm veçhelerini girdabına almış durumda… İkincisi; sadece şu veya bu ülkeyi ilgilendirmiyor, küresel bir nitelik taşıyor. Üçüncüsü; sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal, ekolojik, iklimsel, politik, etik kriz söz konusu…Bunun anlamı, hastalığın tüm bünyeyi sarmasıdır… Gramsci’nin organik kriz, Samir Amin’in bunak kapitalizm dediği durum… Gerçek durum böyle ama burjuva akıl hocaları, aracın hâlâ aynı rotada yol alabileceğinden şüphe etmiyor…
İkinci emperyalistler arası savaş (1945) sonrasında, hâkim politik yönetim modeli ‘parlamenter demokrasi’ veya ‘temsili demokrasiydi… Sağ ve sol partilerin etkili olduğu bir politik yaşam geçerliydi. Savaş sonrasının sınıfsal güç dengeleri, başta işçi sınıfı olmak üzere, bir bütün olarak ezilen ve sömürülen kesimlerin pazarlık gücünü artırmış, önemli kazanımlar sağlanmıştı… Döneme ‘refah devleti’ veya ‘sosyal devlet’ damgasını vurmuştu… Liberal-muhafazakâr partiler de ‘sosyal devlete’ uyumlanmışlardı – aslında uyumlanmak zorunda kalmışlardı. İktidardaki partinin adından bağımsız olarak, az-çok benzer ekonomik ve sosyal programlar söz konusuydu.
Ne var ki kapitalizm 1970’li yılların ortasında yeniden yapısal krize girdi. 1980 sonrasında sermayenin tek yanlı çıkarını gözeten gerici neoliberal politikalar dayatıldı. Ve geride kalan kırk yılın sonunda kapitalizm krizden çıkabilmiş değil… Çıkma ihtimali de yok… Söz konusu olan, benim nihai kriz dediğim durum… Neoliberalizmin dayatıldığı dönemde tüm rejimler meşruiyet kriziyle yüz yüze geldiler. Rıza üretme, gönüllü kabullenme üretme yetenekleri aşındı… Başka türlü söylersek, kitleleri aldatmaları ve oyalamaları zorlaştı… Zira kitlelere teklif edebilecekleri bir şey yok… Çığ gibi büyüyen sosyal kötülüklere (işsizlik, açlık, yoksulluk, insan havsalasını zorlayan gelir dengesizliği…) ekolojik yıkım ve iklim krizi de eklenmiş bulunuyor ve tüm bu krizler karşılıklı olarak birbirini azdırıyor…
Neoliberalizm ‘çağında’ sol-sosyalist işçi partileri de gerici neoliberalizme teslim oldular ve sağ-sol ayrımı silikleşti… Başka türlü söylersek, neoliberalizme uyumlandılar… Söylemlerinin artık bir karşılığı yok. Malum, zemin çökerse, üzerindeki her şeyle birlikte çöker… Neoliberalizmin dayatılmasıyla sosyal demokrasinin de varlık nedeni ortadan kalktı. Onun da iddiasının bir karşılığı kalmadı… Zira bu dünyada sınıfsal güç dengelerinden bağımsız bir sosyo-ekonomik-politik paradigma mümkün değildir… Öyle istediğiniz zaman, istediğiniz programı uygulayamazsınız… Artık sosyal demokrasi mümkün değil ama başka şey yapmak, başka türlü yapmak mümkün…
Bunak kapitalizm kendini yeniden üretmekte zorlanıyor. Yeteri kadar büyüyemiyor, ‘yeni değer’, ‘artı-değer’ üretemiyor. Çareyi doğayı yağmalamakta, canlıyı metalaştırmakta görüyor ama nafile… Zira temelli bir çelişki söz konusu: Büyüyemediğinde, yeteri kadar ‘yeni değer’ üretemediğinde sosyal kötülükleri azdırıyor. Büyüdüğünde ise doğa tahribatını derinleştiriyor, yaşamın temelini aşındırıyor. Velhasıl tam bir boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz durumu söz konusu… Bu da artık kapitalizm dahilinde bir çözüm, bir gelecek yok demektir…
Böylesi bir durum ortaya çıkmışken, neyin yapılması gerektiği de artık bir sır değil. Birincisi; üretim etkinliğinin mübadele değeri yerine, kullanım değeri üretmeye endeksli bir rotaya sokulması yani aslına rücu etmesi gerekiyor. Zira yaşanan tüm kötülüklerin nedeni, üretimin kâr amacıyla, sermayeyi büyütme amacıyla yapılmasıdır… İkincisi de üretimi doğanın kendini yenilemesine imkân verecek şekilde tasarlamak; yani toplumsal ihtiyaçları karşılarken, doğanın dengesini ve sınırlarını gözetmek… Kapitalizm sınırsız büyüme ve genişleme dinamiğine sahiptir. Oysa bu dünyanın kaynakları sınırlı… Bir zaman geliyor, sınırsız büyüme, kaynakların sınırına dayanıyor… Kapitalizm dahilinde bir çözüm yok derken, kastedilen bu…
Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın ulaştığı bu kritik ‘kavşakta’ siyaset yapma tarzının da radikal bir değişikliğe uğratılması gerekiyor. Eğer bir uygarlık ömrünü tamamlamışsa, toplum çoğunluğunun temel ihtiyaçlarını (su, ekmek, konut, güvenlik, sağlık bakımı, eğitim, ulaşım, kültür…) asgari düzeyde bile karşılayamaz durumdaysa, üstelik yaşamın temelini aşındırmadan da yol alamıyorsa, farklı bir şey yapmaya bir engel var mı? Yeni bir yaşam tarzına, insana ve doğaya saygılı bir uygarlığa giden yol neden aralanmasın; insan irade sahibi bir canlı olduğuna göre… Eğer soruyu soracak yüksekliğe çıkılmışsa, cevap da potansiyel bir olasılık haline gelir…
Burjuva siyasetçileri, hâlâ aracın aynı rotada yol alabileceğinden asla şüphe etmiyorlar… “Eskisi gibi” yapılabileceğini sanıyorlar. Kapitalizmin bezdirdiği, dünyanın tüm zenginliklerini yaratan geniş emekçi kitleler – yeryüzünün lanetlileri – burjuva politikacılarının yalanlarına eskisi kadar inanmıyorlar; ancak henüz alternatif bir program ve perspektifle, küresel oligarşinin karşısına dikilmiş de değiller… Oysa top onların elinde, oligarşilerin değil… Fakat o topu nereye atacaklarını henüz bilmiyorlar… İşte bütün sorun bu çelişkinin aşılmasına bağlı görünüyor… Geniş emekçi sınıfların ellerini çabuk tutmasını gerektiren bir neden daha var: Eğer bu yıkıcı, yok edici sefil sürece vakitlice müdahale edilmez ise, geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir… Zira, doğa tahribatı- ekolojik yıkım derinleşiyor, iklim krizi de bazı ahmakların sandığı gibi bir tevatür değil…Aslında şeylerin nasıl sarpa sardığını görmek için derin uzmanlık gerekmiyor… Yaşanılanlar tereddüde mahal kalmayacak kadar ortada…
Sorun çözme yeteneği aşınmış rejimlerin elinde şiddeti, baskıyı, devlet terörünü ve yalanı dayatmaktan başka çare yok. Dünyanın hemen her yerinde faşizm benzeri baskıcı rejimlerin türemesinin nedeni, sistemin sorun çözme yeteneğinin aşınmasıdır. Zira kapitalizm dahilinde, egemen sınıfların manevra alanı iyice daralmış bulunuyor… Yalan ve şiddetle bir yere kadar gidilebilecektir.
Bu gezegende hiçbir üretim tarzı, hiçbir uygarlık ve yaşam tarzı varlığını ilelebet sürdüremez ve kapitalizm bir istisna değil. Yerini mutlaka başka bir uygarlık alacak. Zira kapitalizm, kendinden önceki uygarlıklar gibi reforme edilebilir, insafa gelebilir bir sistem değildir… Öyle görünüyor ki, insanlık tarihinde ilk defa eski uygarlığın yerini alacak olan yeni uygarlık, insanların bilinçli eyleminin eseri olacak. Sömürünün, baskının, şiddetin, sosyal eşitsizliğin olmadığı, özgürlüklerin ve demokrasinin sahte bir söylem olmaktan çıkıp bir gerçekliğe dönüştüğü, insanın emansipasyonunun (kurtuluşunun) gerçekleştiği, insanın artık eksik insan olmadığı yeni bir uygarlığa giden yol aralanacak…