Homo Academicus
Üniversiteler, sömürü düzeninin bir parçası mıdır yahut ona muhalif ayrıksı otları mıdır? Bu sorunun elbette farklı cevapları olacaktır. Üniversite çalışanlarından gelecek çoğunluk cevap, ya üniversiteleri sömürü düzeninin bir parçası olarak görmeyip onları özgür düşüncenin “kaleleri” olarak konumlandıracak yönde yahut üniversiteler her ne kadar bu sömürü çarkının içerisinde yer alsa da, kendileri gibi “kurtarıcıların”, “apoletli âlimlerin”, üniversiteleri içeriden fethedecekleri ve onlara gerekli bağımsızlığı kazandıracakları yönde olacaktır. Üniversitelerin üstünü çizip, tüm hiyerarşik etiketleri lağvederek, akademik tartışmaları halka rağmen değil, kamusal alanda eleştirel bir bilinçle birlikte dillendirmeyi, teori ile pratik ilişkisini yeniden ele almayı, kabul edersiniz ki pek az akademisyen düşünecektir. Zira Babil Kulesi’nin ”sıradan” halkın çıkmaya yeltenemeyeceği merdivenleri, akademik unvanlarla döşelidir.
Geçtiğimiz günlerde “Dünya Genelindeki Güvencesiz Akademisyenler”, Güvencesiz Enternasyonal Manifesto’yu yayımladılar. Şöyle yazıyor o manifestoda:
Neoliberal Üniversite’nin gelişimi, akademik yapının ürünleri ürettiği ve kendine mâl ettiği temeli ayaklarının altından çekmektedir. Dolayısıyla, akademik yapının ürettiği şey, her şey bir yana, kendi mezar kazıcılarıdır. Akademik Prekarya’nın yenilgisi ve zaferi eşit derecede kaçınılmaz; ancak bizleri birbirimize bağlayan şeyin ne olduğunu kabul etmedikçe ve uluslararası alanda mücadele etmek için örgütlenmedikçe, kaçınılmaz değil… Bu yüzden, İngiltere’de yaklaşık yüzde 68, Danimarka’da yüzde 50, ABD’de yüzde 75 ve Almanya’da yüzde 92’lik bir kesimi teşkil eden akademik güvencesizlik karşıtı hareket, bu muazzam öğretim üyesi çoğunluğunun çıkarına olacak şekilde, üniversitelerdeki pek çok sömürü ve aşağılama biçiminin kesişimselliğini gözden geçirmeli ve ne yaptığını bilen, bağımsız bir kesim olmak istiyorsa, “azınlık” denen tüm kesimlerin çıkarlarını temsil etmeye çalışmalıdır.
Bu söylemler fikrimce, sömürü düzenine rağmen, akademiyi içeriden “kurtaracak”, “halkı aydınlatacak” âlimlerin, simgesel güçlerini kullanarak üniversiteleri kendi çıkarları için içeriden fethetme niyetlerinin ve totaliter bir erk kullanma aşklarının dışavurumu. Peki, böyle bir tavır ne derece işe yarar? Akademiyi, özgür ve bağımsız düşünceyi üniversite dışına taşımadan, bilgi hiyerarşisini ve bilgi hakemliğini ortadan kaldırmadan, sömürü düzeni içerisinde küçük “cennetler” yarattığını/yaratacağını sanmak, halüsinasyon değil midir? Gözünü uzak diyarlara, harici referanslara dikmiş, sözde bilimsel gereklilikleri de bu referanslar üzerinden dayatan ve itaat edilmesini bekleyen, habitusundan kültürel sermaye tekelini dayatan aydınlardan, yani onay görmüş kurgulu bilim adına kesin çözümler türeten, iktidarın namına ve bilim ahlâkına sahip “en” usta gardiyanlardan (ki bu ustalar da iktidar mübadelelerinin itaatkâr sınavlarından geçmişlerdir), yerelde bir sömürü mücadelesine girişmelerini beklemek cesurca bir istek mi olur? Ne de olsa Pierre Bourdieu’nun Homo Academicus‘ta yazdığı gibi: “Uzak tropikal diyarlarda egzotik büyünün güven veren muskalarını aramak yerine, yerli büyücülükle ve onun fetişleriyle alakadar olmayı göze alan acemi büyücü, kışkırttığı şiddetin kendi aleyhine dönmesine hazırlıklı olmalıdır.”[1]
Maalesef bu halüsinasyon, ’68 kuşağının dile getirdiği kimi söylemlerle bulandıysa da, gerek ülkemizde gerekse farklı ülkelerde, hâlâ inandırıcılığını koruyor. Özellikle kendine “muhalif’” diyen akademisyenlerin, bilim memurlarının, üniversiteler içerisinde verdikleri iktidar mücadelelerini gözlemlediğimde, hele ki geri bırakıldıkları bu mücadeleleri hâlâ üniversite dışından ama üniversite hiyerarşisinin diline sadık kalarak sürdürmelerini seyre daldığımda, egemenine benzeyen muhalif akademisyenleri, iktidar mücadelesi veren egemenler olarak, sömürülenlerin karşı kutbunda konumlandırıyorum. Eğer toplum bir sömürü düzeninden teşekkül ediyorsa, bu düzen tarafından onaylanarak varlığını sürdürme garantisi almış ve bu düzenin uzvu üniversitelerden akademik unvanlarına kavuşmuş akademisyenlerden -“bilimsel özgürlüğü” bu unvanlar uğruna takas edenlerden-, bu takasa sebebiyet veren psikolojik bunalımın hikâyesini dinlemek isterim. Üniversitelerde muhalif akademisyenlik yahut üniversiteler dışında, bu kazanılmış unvanlarla kurulan özgür üniversite retoriği, iktidarın tanımladığı “özgürlük” zincirleriyle kendini eyleyen inşa birey topluluklarını çağrıştırıyor. Nitekim Karl Jaspers, üniversiteler ile devlet iktidarı arasındaki yakın ilişkiyi onayacak ve şöyle yazacaktır: “Üniversite, siyasi yapının lütufu sayesinde var olur. Varlığı siyasi kaygılara bağlıdır… Saf bir hakikat arayışının sonuçlarından korktuğu için, gücünün herhangi bir şekilde sınırlandırılmasına hiçbir devlet tolerans göstermez, özgün bir araştırmaya asla izin verilmez.”[2]
Hele toplumsal özgürlük mücadelesi söylemlerini, akademik unvanlarının arkasından çığıran akademisyenler, fikrimce, Ulus Baker’den feyiz alacak olursam eğer, “kanaat ideolojileriyle” sınıfta kalıyorlar. Pierre Bourdieu Homo Academicus‘ta şöyle der:
Tüm diğer alanlar gibi, akademik alan da meşru aidiyet ve hiyerarşi şartlarını ve ölçütlerini; yani hangi vasıfların yerinde, etkili ve sermaye işlevi görerek alan tarafından garantilenmiş çok özgül karları üretmeye özgü olduğunu belirlemek adına verilen bir mücadele yeridir. Bu değişik ölçütlerle tanımlanan (az ya da çok gruplaşmış olan) değişik birey kümelerinin, bu ölçütlerden çıkarları vardır ve onlar üzerinde hak iddia ederek, onları kabul ettirmek için çaba harcayarak, onları meşru vasıflar haline getirerek, özgül bir sermaye biçimi olarak kurma iddialarını doğrulayarak, akademik piyasadaki ayırt edici ödüllerin oluşum yasalarını değiştirmeye ve bu sayede kendi kar şanslarını arttırmaya uğraşırlar.[3]
Akademik tahakküme maruz kalmış bireylerin yaratıcılıklarını ve özgünlüklerini kaybettikleri, kültürlerine yabancılaştıkları, toplumsal meselelere çözüm üretme yetilerini kaybettikleri ve “halk meclisleri”nden çok, akademisyenler tarafından kabul görmüş tartışma alanlarında, soyut platformlarda söylem türettikleri bir sistemin yapısı, “zamanın belli bir anında, failler arasındaki veya daha kesin olarak bu faillerin şahsen ve bilhassa mensubu oldukları kurumlar aracılığıyla ellerinde bulundurdukları iktidarlar arasındaki güç ilişkisi durumundan başka bir şey değildir…”[4]
Özgür Üniversite Tartışmaları
“Özgür üniversite mümkün mü?” sorusunu, “ancak toplum özgür olduğunda” şeklinde cevaplamak, fikrimce isabetli olacaktır. Üniversitelerin özgürlükleri/özerklikleri, toplumların üzerindeki baskının şiddeti ile doğru orantılıdır. Dolayısı ile burada yanıt aranan mesele, toplumsal özgürlük mücadelelerinde, devlet ideolojisi ile güdümlü kurumsal yapıların ne derece sorgulanacağıdır. Bu kurumsal yapılara dokunmadan, onları yok sayarak özgürlük mücadelesine girişmek ne derece sakat ise, bu kurumlar içerisinden ve bu kurumların kabulleriyle böyle bir mücadeleye dahil olmak da o derece vasattır. ’68 gençlik hareketlerinde, tam da bu hususa örnek oluşturabilecek iki ülke, Fransa ve Türkiye’dir. Fransa’daki gençlik hareketinin, üniversitelere yönelik tutumlarına şahit olmak açısından, Jean Paul Sartre ile o zamanın öğrenci lideri Daniel Cohn Bendit arasında geçen konuşmaya bakılabilir.
Şöyle der Bendit, Sartre’a:
Üniversitede verilen eğitimi, üniversitenin uzvu olmayan kadrolar yaratmak için değil, devrimciler üretmek için, bir “karşı-eğitim” yaratmak üzere kurgulanması olasılığına gelince… korkarım bu bana biraz idealist bir umut gibi görünüyor. Yeniden tasarlanmış bir burjuva eğitimi bile yine de, burjuva kadrolar üretecektir. İnsanlar sistemin tekerleklerine takılacaktır. Olsa olsa muhafazakar eğilimli solun üyeleri olacaktırlar, ve tam da, toplumsal işleyişi kolaylayan çarklar olarak kalacaktırlar. Amacımız teknik ve ideolojik olacak bir “paralel eğitim”i başarıyla sürdürmektir. Sadece birkaç hafta sürse bile, tamamen yeni bir temelde, kendimiz bir üniversite kurmalıyız. Bizimle seminerlerde çalışmaya ve bilgileriyle bize yardımcı olmaya hazır olan solcu ve radikal solcu öğretmenleri -“profesyonel” statülerinden vazgeçen - yapacağımız araştırmalarda çağıracağız. Bütün fakültelerde, işçi hareketinin sorunları, teknolojinin insan yararına kullanımı, otomasyonun açtığı olanaklar üzerine seminerler -“ders değil”- açacağız. Ve tüm bunları, teorik bir bakış açısından değil (günümüzde her sosyolojik çalışma, “teknoloji insanın çıkarlarına hizmet etmek için kullanılmalıdır” sözleriyle açılıyor), somut sorunlar ortaya koyarak gerçekleştireceğiz. Belli ki bu eğitim, sistemin verdiği eğitimin tam tersi istikamette gidecek, lakin bu deney uzun sürmeyecek; zira biliyoruz ki sistem hızlı tepki verecek ve harekete geçilecektir. Kapitalist toplumda, önemli olan, reform yapmak değil, o toplumdan tamamen kopan, uzun sürmeyecek olsa da bir olasılığın doğmasına izin verecek deneyi başlatmaktır; bir an için ortaya çıkacak ve sonra kaybolacak bir şey… Ancak bu, böyle bir şeyin var olabileceğini kanıtlamak için yeterlidir.[5]
Bu üniversite dışı, teorikten ziyade pratik üzerinden kurgulanan halk için eğitim faaliyeti fikrine karşılık, Türkiye’deki ’68 gençlik hareketinin üniversite eğitimine dair tavrı hayli farklıdır. Türkiye’de ’68 gençliğinin taleplerinin odağında, üniversitelerin fizikî imkânlarının ve öğrencilerin ekonomik koşullarının iyileştirilmesi, ders programlarının çağın gerekliliklerine göre yeniden düzenlenmesi, üniversite içerisindeki kültürel faaliyetlerin arttırılması, ayrıca üniversitelerin mali ve idari özerkliğe kavuşmaları, öğrenci temsilcilerinin üniversite yönetimine katılımlarının sağlanması, eğitimde fırsat eşitliği gibi konular belirir. Ayrıca, Cemil Boyraz’ın da belirttiği üzere[6], bu taleplerin içerisinde, üniversite öğretim üyelerinin ve asistanlarının maaşlarının ve de sayılarının yukarı seviyeye çekilmesi, öğretim elemanlarının üniversite dışı özel sektörde çalışmalarının önüne geçilmesi, akademisyenler arasındaki hiyerarşik ilişkinin yeniden düzenlenmesi gibi başlıklar vardır. Fransa’daki gençlik hareketinde, devletin tüm kurumları ve iktidar mekanizmaları sorgularken, Türkiye’deki gençlik hareketinin hedefindeki suçlu emperyalizmdir ve onun işbirlikçilerinin “baştan” atılması hedeflenir. Bu husus için A. Bağış Erten şöyle yazar :
… Ama yine de önemli sorunları vardı Türkiye ’68’inin. Hareket içerisinde Türkiye’de hâkim kadim siyasal kültürün izlerini, hatta yönlendirmesini gözlemlemek mümkündü. Özellikle de devlete bakış açısından. Dönemin kendi içindeki en büyük problemi, çözmeye giriştiği sorunu tek yönlü tarif etmesiydi. Temel sorun, devlet gücünün sorgulanması değil, o gücün kimlerin elinde olduğuydu. Sorunun tarifi, sınıfsal bir sorunsallaştırma içermiyordu. Devlet kurumunun kendisine karşı yapısal bir karşı çıkış ya da bir iktidar analizi de yoktu, daha ziyade dar anlamda siyasi bir ufuk söz konusuydu. Kaba çizgilerle Kemalist asrısaadete dönüş talebi öne çıkmaktaydı, ama bunu daha sosyalizan bir söylem içinde ifade etmekteydiler.[7]
Halbuki Türkiye’de eksik olan lakin özellikle Fransa’da gözlemlenebilen, tahammül edilemeyen “güç”e karşı topyekûn bir başkaldırıydı. Michel Foucault’un da değindiği üzere, bu karşı durulan güç “sadece devlet gücü değil, toplum üzerinde çok farklı kanallar, şekiller ve kurumlar aracılığı ile uygulanan güç”[8] idi.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, özel yahut kamu üniversitelerinden ayrı bir yerde, halk ile, halk için eğitim faaliyetleri düzenlemeyi, topluma yabancılaşmadan birlikte araştırıp öğrenmeyi başlangıç hedefleri kabul ederek yola çıkmış tek oluşum, Fikret Başkaya’nın da kurucuları arasında yer aldığı Özgür Üniversite, diğer bir adıyla Türkiye ve Ortadoğu Forumu’dur. Fikret Başkaya, kaleme aldığı kuruluş bildirgesinde şöyle yazıyor:
Forum ve Özgür Üniversite, eleştirel bilimsel bilginin (zira eleştirel değilse bilim de değildir) yönetilenler, sömürülenler ve ezilen halklar yararına yeniden üretilebileceğini kanıtlama iddiasıyla ortaya çıkıyor. Ve işçilerin, işsizlerin, yoksulların, sermaye düzeni tarafından dışlanmışların, kimlikleri bastırılmış halkların, onurlu aydınların ortak çabalarıyla, kendi bilim kurumlarını, kendi ”organik aydınları”nı, eğitim süreçlerini, kendi dillerini, bilimsel yöntem ve araçlarını, üniversitelerini, tartışma kültürlerini, enstitülerini, yazar ve araştırmacılarını, düşünürlerini yaratabilecek potansiyele fazlasıyla sahip oldukları inancıyla yola çıkıyor. [9]
Bu sözleşmede, Türkiye’deki bilimsel entelektüel alanın Avrupa merkezli ideolojinin ve bu ideolojiden türeyen resmî ideolojinin hegemonyası altında olduğunu, ortada gezen “uzmanların” aslında hiçbir şeyden anlamamayı meziyet haline getirmiş kadınlar/erkekler olduklarını ki bu minvalde, “eğiten memurların” aslında “eğitilmesi” gerektiğini, üniversite özerkliğinin eğer toplumun özgürleşme çabasıyla örtüşüyorsa bir anlam ifade edebileceğini okuyoruz. Ayrıca şöyle de güçlü bir ifade göze çarpıyor (11);
Zaten tarihte de ilerici ve aydınlık fikirler hep var olan eğitim kurumları dışında, onlara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır ve bunda şaşılacak bir yan yoktur. Egemenlik ilişkisi üreten, o amaçla oluşturulmuş kurumlardan, egemenlik ilişkilerini eleştirmelerini beklemek iyimserlik olurdu. Aslında eleştiri vardır ama; orada söz konusu olan “düzen içi” eleştiridir. Zaten o kadarına bizzat düzenin de ihtiyacı vardır. Eleştiri yapılıyor, yapılabiliyor görüntüsü, hem söz konusu kurumları, hem de o kurumlarda çalışan “bilim cemaatinin” konumunun meşrulaşmasını sağlar.[10]
Bu güçlü kurucu bildirge ile yola çıkan Özgür Üniversite, başlangıçta hem Türkiye’deki hem de yurtdışındaki şubeleri ile faaliyete başlasa da, şu anda yalnızca İstanbul’da aktif. Fikrimce bu husustaki en büyük etken, Özgür Üniversite’nin hedeflediği gibi, kendi “organik aydınları”nı üretememiş olması, zira “halk için”, “halk ile” sürecek düşünsel faaliyetlerin çoğunlukla, karşı durulan YÖK kabullü üniversitelerde ders veren yahut da bu üniversiteler ile bağını kesse dahi, hâlâ unvanları ile bezeli habituslarından seslenen “hocalar” tarafından gerçekleştirilmiş/gerçekleştiriliyor olmasıdır. Bu kimilerince kabul edilebilir olacaktır elbette. Fakat gelinen noktada, üniversitelere karşı oluşturulan bir kurumun, üniversitelere, bu üniversitelerde onaylanan teorik/pratik “gerçekliklere” fikren bağımlı hale gelmesi söz konusu. Bu durumu, entelektüel kaygı olarak da, Taner Timur’un ifade ettiği üzere, “lonca ruhu yahut mesleki çıkarları korumaya yönelik dayanışma esprisi”[11] olarak yorumlamak da mümkün. Peki, “bilginin geçerliliği”ne hapsolunmasını, kaçınılamaz mı kabul etmeli? Yahut şu soruyu soralım: Bu kaçınılmazlık perdesi yadsınmadığında, öznemiz “organik aydın”, aslında pek de muhalif ve “sakıncalı” olmayan, inşa bir özneye dönüşmüyor mu?
Toplum ve Bilim dergisinin, “Olağanüstü Zamanlarda Akademinin İmkânı” başlıklı son sayısı, bu “inşa öznenin” fikrî tecellisini takip edebilmemizi kolaylaştırıyor. Aslında bu sayı için başlıca bir yazı kaleme almak gerek, fakat burada kısaca birkaç hususa değineceğim. Derginin bu sayısında üniversiteyi ve akademik bağımsızlığı sorgulayan “akademisyenlerin”, Özgür Üniversite örneğini tek bir yerde dahi tartışmamaları bana hayli ilginç -beklenmedik değildi fakat- geldi. Dergide, Türkiye’de gelinen noktayı, “devletin merkeze yerleştiği yeni hat” (ne zaman merkezde değildi?) ve üniversiteleri “akademisyenlerin öğretmenleştirildiği” (ne zaman “öğretmen” değillerdi?) bir süreç olarak okumaları; “normal üniversite”yi, “akademiyi kendisini gerçekleştirecek bir meslek olarak gören kadroları ve yönetimi olan eli yüzü düzgün” bir kurum olarak yorumlamaları; üniversitelerin sayılarının artışıyla birlikte “taşralaşmayı” (anti-entelektüelizm ile bağ kurarak) vasıfsızlaşma olarak kabul etmeleri ve taşra üzerinden başka da bir tartışmaya girmemeleri; üniversiteyi, çeşitli davranış kodlarının aktarıldığı bir habitus, “üniversiter alan” olarak olumlamaları ve “kamusal entelektüel”i bu habitustan doğru tanımlamaları; hem tahakküm ilişkilerini eleştirip hem de akademiyi “barışçıl bir toplumsal yaşam inşa etmeyi hedefleyen bir kurum” olarak, âdeta toplum mühendisliği fısıltılarıyla tasarlamaları hayli düşündürücü. “Soruşturmanın öğretiye önceliğini” akademinin özü kabul edip “akademik kültür”ü üniversite akademisyenlerinin “meslekî ethos”ları ile bezeli habituslarından mütevellit alanla sınırlandırmaları ve “kamusal entelektüel” olmayı üniversite özerkliğinin yanında pek de öyle önemli bir mesele olarak görmemeleri de… Bu yazılarda, ‘’Akademisyenlerin geleceği ne olacak?’’ sorusunun yöneltilmesi, lakin ‘’Toplumun özgürleşmesi için halk ile kamusalda nasıl bir akademi mümkün?’’ sorusuna cevap aranmaması ilginç, hele ki dosya başlığı “Olağanüstü Zamanlarda Akademinin İmkânı” ise… Dergideki “akademisyen meslektaşlar” arasındaki paslaşma yazıları, şu sorunun yöneltilmesini kaçınılmaz kılıyor: Akademide “özgürlük” ise tartışılan mevzu, “biz akademisyenler” dilinden vazgeçilmesinin, “akademisyenliğin” azat edilmesinin zamanı gelmedi mi? Yahut bu sorudan önce şu soruya da cevap aranabilir: “Akademisyen kimdir?”
[1] Pierre Bourdieu, 2021, Homo Academicus, çev. Nazlı Ökten, Arzu Nilay Kocasu ve Eren Gülbey. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 4.
[2] Karl Jaspers, 1959, The Idea of the University, çev. H.A.T. Reiche ve H.F. Vanderschmidt, Beacon Press, s. 55.
[3] Pierre Bourdieu, a.g.e., s. 14.
[4] Pierre Bourdieu, a.g.e., s. 145.
[5] Herve Bourges (ed.), 1968, The Student Revolt: The Activists Speak, Panther Books.
[6] Cemil Boyraz, 2019, “Türkiye’de 1968 ve Eğitime Dair Talepler”, 1968: İsyan, Devrim, Özgürlük, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, s. 289.
[7] A. Bağış Erten, 2008, “Türkiye’de 68”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Sol, Cilt 8, 2. Baskı, İletişim Yayınları, s. 840.
[8] “Michel Foucault ile Söyleşi, Mayıs ’68 Boyunca ‘Sözcükler’ ile ‘Şeyler’ Arasında”, çev. Mert Keçik, Cogito, Sayı: 14 / Mayıs ’68, Bahar 1998, Yapı Kredi Yayınları, s. 130.
[9] Mete Kaan Kaynar (Söyleşi), 2021, Türkiye’nin Lanetlisi: Bir Muhalif – Fikret Başkaya ile Sohbetler, İletişim Yayınları, s. 138.
[10] A.g.e., s. 140.
[11] Taner Timur, 2005, “Üniversite”, Fikret Başkaya (ed.), Kavram Sözlüğü: Söylem ve Gerçek, Özgür Üniversite Yayınları, s. 65
*Bu makale Birikim dergisinde yayınlamıştır.