Orestis Nikiforou

İsrail Devleti’nin meşruiyeti tartışma konusudur. Bu makale, klasik siyasi teoriler ve uluslararası hukuk ışığında temellerini incelerken, tartışmalı bir bölge üzerinde münhasır egemenliğin tarihsel ve ahlaki bir gerekçesi olarak İncil anlatısının kullanılmasına meydan okumaktadır.
Siyasal teoriye göre, bir devletin meşruiyeti, birleştirilebilen ancak asla eşdeğer olmayan ölçütlere dayanır: yasallık, etkinlik, rıza, tanınma ve sembolizm. İsrail Devleti’ne uygulandığında, bu kavram derin bir tartışmayı gündeme getirir: Devlet bu temel ölçütlere göre meşru mudur? Ve eğer öyleyse, kimin için ve hangi haklardan mahrum bırakılarak? Bu metin, İsrail’in meşruiyetini siyasal felsefe ve uluslararası hukukun temel ilkeleri ışığında eleştirel bir şekilde değerlendirirken, aynı zamanda İsrail, Filistin ve akademik çevrelerden eleştirel seslere de sesleniyor ve günümüzde İncil anlatısının siyasal meşruiyet kaynağı olarak nasıl kullanıldığını sorguluyor.
1. Meşruiyetin klasik kriterleri
Max Weber’e göre, bir devletin meşruiyeti, otoritesinin toplumsal kabulüne dayanır; ister geleneksel, ister karizmatik, ister yasal-rasyonel olsun. David Beetham’a göre bu meşruiyet üç koşulu gerektirir:
Hukuk kurallarına uyum.
Bu kuralların ahlaki veya etik gerekçesi.
Yönetilenlerin gösterdikleri rıza.
Hannah Arendt ise devletin meşruiyetini, insan çoğulculuğunu ortak bir siyasal alana dahil etme kapasitesinden aldığını, münhasır bir egemenlik dayatmasından kaynaklanmadığını hatırlatıyor.
Şimdi bu kriterleri İsrail Devleti’ne uygulayalım.
2. Yasallık ve hukuki dayanaklar
İsrail Devleti, 1948 yılında BM Bölünme Planı (Karar 181) uyarınca kuruldu, ancak bu plan o dönemde nüfusun %65’inden fazlasını temsil eden yerli çoğunluk olan Filistinli Araplar tarafından kabul edilmedi. BM İsrail’i tanıyor olsa da, bu yasallık kısmidir:
1948’de 700.000’den fazla Filistinlinin sınır dışı edilmesi (Nakba), uluslararası insancıl hukukun büyük çaplı ihlallerini beraberinde getirdi (bkz. Ilan Pappé, 2023).
Genellikle bir ön temel olarak sunulan Balfour Deklarasyonu (1917), Filistin’deki “Yahudi olmayan toplulukların” haklarını ihlal edecek hiçbir şey yapılmaması gerektiğini açıkça şart koşmuştur; bu madde artık göz ardı edilmektedir.
1967’den beri işgal altında olan topraklarda (Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze) uluslararası hukuk sürekli olarak ihlal ediliyor: yasadışı yerleşimler, idari gözaltılar, yasal ayrımcılık (bkz. İnsan Hakları İzleme Örgütü, 2021).
İsrail bu nedenle kısmi uluslararası hukuki tanımaya dayanmakta, ancak temel uygulamalarında öne sürdüğü hukuki ilkelerle çelişmektedir.
3. Yönetilenlerin onayı
Bir devlet, kendisini ne seçebilen ne de itiraz edebilen toplulukları yönetiyorsa meşru olamaz. Ancak:
Gazze ve Batı Şeria’da yaşayan Filistinliler İsrail seçimlerinde oy kullanmıyorlar, ancak İsrail’in fiili denetimi altındalar.
İsrail’in Filistinli vatandaşları, oy kullanma hakkına sahip olmalarına rağmen ayrımcı kurumsal muameleye tabi tutulmaktadır (2018 Ulus Devlet Yasası, araziye, hizmetlere vb. eşitsiz erişim).
Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı, Birleşmiş Milletler’in 1944 sayılı kararıyla çelişecek şekilde, 1948’den bu yana sistematik olarak engelleniyor.
Michael Sfard’ın (2018) belirttiği gibi, Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimciler ile Filistinliler arasında kanun önünde eşitlik yoktur; bu da rızaya dayalı herhangi bir meşruiyet iddiasını imkânsız kılar.
4. Verimlilik ve istikrar
İsrail genellikle işlevsel kurumlara sahip, modern ve teknolojik olarak gelişmiş bir devlet olarak sunulur. Ancak bu etkinlik, etnik-dini inançlara dayalı bir nüfus kesimine özgüdür.
İşgal altındaki topraklardaki Filistinliler aynı altyapı ve kaynaklara (su, yol, hastane) erişemiyor.
Hukuki rejim ikiye ayrılmıştır: yerleşimciler için medeni hukuk, Filistinliler için askeri hukuk (bkz. Amira Hass, 2023).
İsrail’in istikrarı büyük ölçüde baskıya, uzun süreli askeri işgale ve Filistinlilerin siyasi parçalanmasına dayanmaktadır. Bu tür bir istikrar, kalıcı meşruiyetle karıştırılmamalıdır.
5. Ahlaki boyut, Shoah’ın anılması ve İncil hikayesinin eleştirisi
Holokost, İsrail’in kuruluşunu desteklemek için güçlü bir ahlaki temel sağlamıştır: Yahudi halkı için güvenli bir limana duyulan ihtiyacı vurgulamıştır. Ancak:
Holokost, başka bir halkın temel haklarından mahrum bırakılması gibi mevcut bir adaletsizliği haklı gösteremez.
Naziler tarafından gerçekleştirilen Porajmos (Roman soykırımı) da bir Roman devletinin kurulmasına yol açmamıştır. Bu durum, soykırım ile devlet egemenliği arasındaki bağın evrenselliğini sorgulamaktadır.
Ancak bu hafızanın ötesinde, eski İsrail ile modern devlet arasındaki tarihsel sürekliliği meşrulaştırmak için sıklıkla İncil anlatısına başvurulur. Ancak, egemenliğin bu şekilde yerlileştirilmesine karşı çeşitli eleştiriler de gündeme gelir:
Özünde teolojik ve mitolojik olan bu anlatı, 21. yüzyılda başka bir halkın mülksüzleştirilmesi için geçerli bir hukuki hak oluşturamaz.
Arap-Filistin halklarının bin yıllık tarihini inkar eden, dünyaya dair ayrıcalıklı bir bakış açısına dayanmaktadır.
Shlomo Sand, Yahudi Halkı Nasıl İcat Edildi adlı kitabında bu İncil soyunun yerleşik tarihsel gerçeklerden ziyade kimlik inşasıyla ilgili olduğunu vurgular.
Dahası, Mısır’dan Çıkış, Kenan’ın fethi veya Davut ile Süleyman’ın birleşik krallığı gibi temel İncil anlatılarını doğrulayan, çürütülemez arkeolojik veya tarihsel bir kanıt şu anda mevcut değildir. İsrailliler de dahil olmak üzere birçok arkeolog ve tarihçi, artık bu metinlerin sembolik ve mitolojik doğasını kabul etmektedir.
Ariella Azoulay’ın (2019) hatırlattığı gibi, ister dini ister travmatik olsun, hafıza, çağdaş bir sömürge girişimini meşrulaştırmak için tekelleştirilemez. Bu bağlamda İncil, siyasi tahakkümün hizmetinde ideolojik bir araç olarak kullanılır; birlikte yaşamak için çoğulcu bir temel olarak değil.
6. Tanınma ve içerideki muhalif sesler
İsrail, devletlerin çoğu tarafından tanınmaktadır, ancak bu tanınma, sakinlerinin haklarına dayalı meşruiyetin yerini tutmaz. İçeride, bazı Yahudi sesleri Siyonist projeyi eleştiriyor:
Ultra-Ortodoks Neturei Karta, dini sebeplerden (Mesih’in yokluğu) dolayı İsrail Devleti’ni reddediyor.
İsrail’de veya diasporada yaşayan anti-Siyonist Yahudiler, apartheid’ı, mülksüzleştirmeyi ve sömürgeleştirmeyi kınıyorlar (bkz. Ilan Pappé, 2023; İnsan Hakları İzleme Örgütü, 2021).
Eleştirilerdeki bu çeşitlilik, İsrail’in meşruiyetinin Yahudi halkı arasında bile tartışmasız olmadığını gösteriyor.
Çözüm
İsrail Devleti, Yahudi halkının trajik tarihiyle bağlantılı uluslararası yasal tanınırlığa ve sembolik desteğe sahiptir. Ancak meşruiyetin klasik ölçütlerine (yasallık, rıza, etkinlik ve ahlak) göre, tam anlamıyla ikna edici olmaktan uzaktır.
Buna, toprak üzerindeki atadan kalma bir hakka dair İncil anlatısını da eklersek; bu anlatı, Filistinlilerin mülksüzleştirilmesini ilahi bir vaat ya da meşru bir geri dönüş olarak sunarak doğallaştırıyor ve eşit haklara dayalı modern egemenlik ilkeleriyle bağdaşmayan bir siyasi teolojiye sahip oluyoruz.
İsrail’in meşruiyeti hâlâ kısmi, tartışmalı ve asimetriktir: Kontrol ettiği topraklardaki tüm sakinlere eşitlikçi veya demokratik bir çerçeve sunmadan, başka bir halkı dışlayarak veya egemen kılarak kullanılmaktadır. Sürdürülebilir meşruiyet, işgalin sona ermesini, Filistin haklarının tam olarak tanınmasını ve dışlayıcı anlatıların -dini, tarihi veya anma- terk edilerek eşitliğe dayalı bir siyasi vizyonun benimsenmesini gerektirir.
*legrandsoir.info
Özgür Üniversite Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı






