Perşembe , 7 Kasım 2024

TOPLUMSAL ÇELİŞKİLER SİSTEMİNİN KURULUŞ VE İŞLEYİŞ BİÇİMİ -4- [Güncel Bir Örnek] ‘ABD’NİN AFGANİSTAN MANEVRASI’ (II) Nazım Can

 

II- Kapitalist emperyalist dünya ekonomik sistemin Temel Çelişçisinin Kapitalistler Kutbu ve Mevzilenme Biçimi

Dünyanın hemen her ülkesinde, kapitalist emperyalist dünya ekonomik sistemin Temel Çelişkisinin: hâkim sınıf kutbunda, bağımsız değişken, diyalektik Tez olarak, üretim araçları, özellikle manifaktür sanayi üretim aletleri ve makinelerinden, günümüz yapay zekâ teknolojisi kullanan, dijital üretim aletleri ve makinelerine kadar, onların özel mülkiyetine sahip kapitalistler işlem görmektedir. Karşıt kutbunda ise daha önce incelediğimiz gibi kapitalistlerin sömürü ve baskısından muzdarip bağımlı değişken, diyalektik A-Tez olarak, işçi emekçi sınıf merkezli, Büyük İnsanlık vardır. Bu iki kutup hem birlik hem de mücadele halinde, dünyanın her ülkesinde, kapitalist “dünya pazarı” ile kapitalist emperyalist “dünya ekonomik” sistemine ait kapitalist toplum olgusunu oluştururlar. Bu olguya ait dünya kapitalistleri, özellikle tekelci kapitalistler, sisteme damgasını vurup, onu çekip çevirerek işletmektedirler.

  1. Yüzyılın başından itibaren, kapitalist üretim ve özel mülkiyet biçimini aşan üretim araçları, özellikle buhar gücü ile çalışan üretim aletleri ve makinelerden; günümüz yapay zekâ teknolojisi kullanan dijital üretim aletleri ve makinelerine kadar, onların gelişim düzeyini biçimlendiren eşitçi teknolojik özü, kapitalizmle uzlaşmaz yüksek bir düzeye varmıştır. Bu öz, dünyanın her ülkesinde, diyalektik Anti-Tez olarak, dünya kapitalist ekonomik sistemin temeline oturmuş bulunmaktadır. Bu eşitçi teknolojik özün tekabül ettiği üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makineleri, eşit payla özel mülkiyet edinip, onları kolektif komünal tarzda, işyeri ve işletmelerde işletecek toplumsal güç, diyalektik Anti-Tez olacaktır. İşte biz bu güce, Sosyalist Emekçi diyoruz. İlk kurulan bir Sosyalist Emekçi işyeri veya işletmede bu ÖZ, günlük devrimci demokratik sınıf mücadelesini başlatacaktır. Bu mücadele temelindeki yarışma, kapitalist özel mülkiyeti; Sosyalist özel mülkiyet ve üretim biçimine peydir pey dönüşerek sentezleyecektir. Dolayısıyla günümüzde, Anti-Tez’siz çözülme aşamasını yaşayan kapitalist toplum ve onun Anti-Tez’siz dönemine ait kaos ve karmaşık ortamı, mislince derinleşip yaygınlaşarak devam etmektedir. ‘ABD’nin Afganistan manevrası’ da bu kaos ve karmaşa ortamının ürünüdür.

Dünya çapında kapitalist sınıf, sahip olduğu özel mülkiyet ve ekonomik üretim kapasitesine paralel olarak, yukarıdan aşağıya hiyerarşik olarak saflaşıp tabakalaşarak, ekonomik, siyasi ve askeri tıynette (yaratılışta) dünyaya hükmeden tekelci burjuvazi ile onun baskısından muzdarip orta ve küçük burjuvazi ayrımı şeklinde ama tekelci burjuvazinin lehine biçimlenmeye devam etmektedir. 1689’da İngiliz Burjuva Devrimi ile başlayan kapitalist sürecin olgunluk aşamasından; 1789 Fransız Devriminden itibaren başlayan çözülme aşaması ve günümüze kadar, kapitalizmin ana karargâhını, kimi çevrelerin “üst akıl” dediği “hayali burjuva uluslar” ile burjuva devletler üstü bir pozisyona sahip olan Anglosakson Siyonist Finans Oligarşi (ASFO) oluşturup temsil etmektedir. Bildiğimiz ABD, ASFO’nun kurduğu, proje bir devlettir. İngiliz (Birleşik Krallık) Kraliçesi I. Elizabet, 1600’ün başlarında, Doğu Hindistan Kumpanyasını (East İndian Company) kurdu. Onun üzerinden, Hindistan ve Güney Pasifik ülkelerini sömürgeleştirip uzun süre kontrol etti. Bu tarihi tecrübeye dayanan Birleşik Krallık (UK) veya ASFO, İngiliz Püritenler (bir tür Protestan mezhep) üzerinden, bu sefer de 4 Temmuz 1776 tarihinde ABD’yi kurdu. [[1]] Dolayısıyla ASFO, ABD’yi, Kuzey Amerika’ya göçen İngiliz Püritenler veya başka bir deyişle, WAPS’lar (white, Anglosakson, Protestan, Siyonist) üzerinden geliştirip kurduğu, pratikte kullanımlık proje bir devlettir. ABD’nin tarihi misyonu, dünya çapında, “üzerinde güneşin batmadığı” Commonwealth İmparatorluğu (veya ASFO’nun) veya bilinen adıyla, Birleşik Krallığı (UK) koruyup kollamak, ona militanlık ve jandarmalık yapmaktır.

 

İşte bu temelde, kapitalizmin tekelci döneminden itibaren ASFO, dünya çapında örgütlenerek kendi kurumsal yapısını oluşturmaya başlamıştır. Bunlar IMF, Dünya Bankası (WB), NATO, CIA, G-7, G-20, Dünya Ekonomik Formu (WEF) vb. kurum ve kuruluşlardır. Ayrıca AB, BM ve BMGK’inde de baskın ve yönlendirici rol oynamaktadır.

2000’li yılların başından itibaren, “ABD” şahsında ASFO, gerileyen kapitalist emperyalist bir gücü; Çin ise yükselen kapitalist emperyalist bir gücü temsil etmektedir. Bu iki güç arasındaki küresel hegemonya mücadelesi; görüntüde ABD, ama gerçekte ASFO ile Çin arasında, III. Dünya Savaşı hazırlığını kapsayan tarzda, kıyasıya yürütülmektedir. Pratikte, ASFO’nun devasa ekonomik, siyasi ve askeri hegemonik gücü, Çin’in ekonomik, siyasi ve askeri gücü ile Kuzey Kore ve Rusya’nın siyasi, askeri ve nükleer gücünün toplamı tarafından “ancak” dengelenebilmektedir. ABD’nin elinde mevcut, dünyanın en büyük ekonomik gücü, modern silahlar ile donatılmış en büyük ordusu, -2020 verilerine göre- 5.800 tane nükleer başlıklı silahı vardır. [[2]] Çin’in elinde ise dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü, hızla büyüyen bir ordusu ile 320 tane nükleer başlıklı silahı desteğinde, Kuzey Kore’nin ordusu ve 30-40 tane nükleer başlıklı silah gücü vardır. Rusya’nın elinde ise dünyanın ikinci büyük ordusu ile 6.375 tane nükleer başlıklı silahı mevcut bulunmaktadır.

Bu devasa büyüklükteki nükleer gücün caydırıcılığına rağmen, III’cü bir dünya savaşına gebe kapitalist emperyalist küresel hegemonya mücadelesi, ciddi bir biçimde ASFO ile Çin arasında, içten içe derinleşip yaygınlaşarak, ‘ABD’nin Afganistan Manevrası’ ile zemin yoklayıp ciddileşerek, Pasifikte AUKUS Antlaşması [[3]] ile devam etmektedir. ASFO cephesi, ABD, İngiltere, AB, Japonya, Kanada, Avustralya ve G. Kore ile bir blok oluştururken; onun karşısında belirgin bir biçimde Çin cephesi, Rusya, İran ve Kuzey Kore ile ikinci bir blok oluşturmuş vaziyettedir.

Ancak bu bloklar arası olduğu gibi blokların kendi iç çelişkileri de vardır. Birinci kutupta, ABD Almanya, ABD Fransa; Almanya Fransa, İngiltere Almanya arasındaki çelişkiler gibi ikinci blok üyelerinden, Rusya ile Çin arasında da çelişkiler vardır. Çin, ASFO’nun kendi üzerindeki ekonomik, siyasi ve askeri baskısını dengelemek için Rusya’ya sıcak tutum alarak, ittifak geliştirirken; aynı şekilde Rusya da ASFO’nun kendi üzerindeki siyasi ve ekonomik baskısından dolayı, Çin ile ittifak yapmayı çıkarına uygun görmektedir. Bu temelde ikisi birlikte, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), BRICS, Asya Yatırım Bankası gibi çeşitli dünya çaplı örgütlenmeler geliştirmişlerdir. Ama Çin ve Rusya arasında, geçmişi çok eski tarihlere dayanıp süregelen iç çelişkileri de vardır. Örneğin Rusya, dünya çapında Çin’in bu derece reel yükselişinden, “Bir Kuşak Bir Yol” projesinden hazzetmiyor. Bu nedenle en son olarak Rusya, 2020 Karabağ Savaşında, Ermenistan ve Azerbaycan arasında takındığı “hayırhah” tutum oldukça ilginçtir. Rusya’nın, kendi egemenlik alanında, Türkiye’nin üst perdeden Azerbaycan’a verdiği desteğe rağmen, sesiz kalmasının altında yatan neden, Çin’in “Bir kuşak Bir Yol” projesinin, muhtemel olarak Türkmenistan üzerinden geçip, Hazar Denizine ve Azerbaycan’a uzanan güzergâhının engellenmesini istemesinden dolayıdır.

Kapitalistler, küresel çapta ve her ülke gerçeğinde, aralarında uzlaşan, birlik ve mücadele halindedirler. Onların uzlaşmaları esas; ama uzlaşmazlıkları nispi, göreli, geçici ve yıkıcıdır. Örneğin, aralarındaki uzlaşmazlıklar, I. ve II. Dünya Savaşlarında olduğu gibi şimdi de muhtemel bir III. Dünya Savaşı için bölgesel vekâlet savaşları üzerinden sürdürülmektedir. Onlar, kapitalizmi değiştirip dönüştürmek için değil, dünyayı sömürmek, dünya hâkimiyeti, dünyayı yeniden paylaşmak ve ülke içi özel çıkarları için genel olarak uzlaşıyla mücadele ederler ama bazen uzlaşmaz da olabiliyorlar. Dolayısıyla onların, kendi arasında baş gösteren uzlaşmaz mücadele, ASLA kapitalist sistemi dönüştüren negatif diyalektik hareket biçimine dönüşmez.

Bu nedenle, bu gerçekliği hakkıyla kavrayabilmek için dünya çapında kapitalist sınıfların, özellikle küresel tekelci kapitalistlerin, süregelen tarihsel hareket ve mevzilenme biçimlerini özenle ve önemle araştırmak incelemek gerekir. Bu çerçevede ilkin kapitalistleri, özellikle Batı Avrupalı kapitalistleri, Batı Avrupa’daki iç çatışmaları temelinde, ikinci olarak dünyanın geri bölge ülkelerine özgü, “dünya pazarı” döneminde o ülkelere ait ‘İthal Kapitalizm’ temelinde gelişen “Sömürge biçimlerini” inceleyeceğiz. Üçüncü olarak, “dünya ekonomisi” döneminde ‘İthal Aşılı kapitalizm’ [[4]] temelinde gelişen “Yeni Sömürge” biçimi ve ülke mevzilenme biçimlerini inceleyeceğiz. Ardından da son olarak günümüzde, genel olarak kapitalist dünya ekonomisine hükmeden küresel kapitalist emperyalist güçler arasındaki çelişki ve çatışmayı inceleyeceğiz.

“Dünya Pazarı” döneminde (14. ve 15. yüzyıldan, 1900’e kadar) sömürge biçimleri

Kapitalist “dünya pazarı” dönemi, kapitalist olgu sürecinin kuruluş, olgunluk ve 20. yüzyıla (1900’e) kadar olan çözülme aşamasının 100 yıllık dönemini kapsar. Bu zaman içinde dört çeşit sömürge biçimi meydana gelmiştir.

Bunlar:

1) ‘Entegral Sömürge’ (entegrasyona tabi statüsüz biçim),

2) Yerel Etnik İdari Yönetim (yerel statü kazanmış biçim),

3) Klasik Sömürge (bağımlı statüsü olan biçim) ile

4) Yarı-Sömürge ülke biçimleridir (“Bağımsız” devlet statülü biçim).

İlk ikisi: ‘Entegral Sömürge’ ve Yerel Etnik İdari Yönetimler

‘Entegral Sömürge’ kavramı literatürde yoktur. Bu sömürge biçimi bu güne kadar, gerçek manada fark edilip ele alınarak incelenmemiş, hakkında hiçbir işlem yapılmamıştır. İlk defa tespit edip, ana hatları ile burada tartışırken; bu kapsamda, ‘Entegral Sömürgeler’ ile Etnik Yerel İdari Yönetimleri (otonomi, eyalet, kanton, özerklik, federe devlet), tarihsel geçiş biçimleriyle birlikte açıp tartışacağım.

Özetle: nasıl ki Yeni Sömürgeler,  klasik sömürgeciliğin “özgürleşmiş” bir üst biçimi ise Yerel Etnik İdari Yönetimler de ‘Entegral Sömürgeciliğin ‘özgürleşmiş’ bir üst biçimidir.

Batı Avrupa kapitalizminin gelişmesi ve kuruluşundan itibaren, faklı sınıf ve bu sınıf çıkarları temelinde, tarihsel toplumsal iki kategorik nüve (sosyolojik öğe) açığa çıktı. Biri, akraba olan aşiret yapılanmaların birliğinden oluşan, kapitalistlerin temsil ettiği sınıf, sömürü ve baskı barındıran etnik yapılar kategorisiydi. Diğeri ise her etnik yapıya ait işçi emekçiler tarafından temsil edilen, sınıfsız, sömürüsüz ve paylaşımcı toplumsal bir kategori olarak eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi bilinç ve duygu biçimleri ile yeni gelişen gerçek ulus kategorisiydi.

Ulus kategorisinin oluşumuna temel teşkil eden hareket şudur:

Ulus, makine ağırlıklı üretim süreçlerinde; makine ile emekçinin birlikte ürettiği; meta ve bu metaların yarattığı yerel pazar potasında; etnik mensubiyetlerin (aile, klan, aşiret, dil, tarih ve kültür), kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri üzerinden karılıp, eşitçi kolektif komünal toplum biçimine çözünmesi ile oluşacak sınıfsız, sömürüsüz toplumsal biçimlenme hareketidir. [[5]]

Özetle ulus, makine ve makineli üretimin ürünüdür. Ama üretim süreci işleyişinde, daha verimli üretim yapabilmek için ulusal hareket, etnik mensubiyetleri (aile, klan, aşiret, dil, tarih, kültür gibi) kullanır. Aile, klan, aşiret, dil, tarih, kültür gibi mensubiyetler temelinde, gelişip birleşen sosyolojik kategori (biçim) ise etnik yapıdır. Tarihsel manipülasyon ve algı operasyonları ile zamanın burjuvazisi buna “ulus” demiştir.

Ulus denilen toplumsal biçimlenme ile farklı akraba ve tanıdık aşiretlerin, aynı etnik yapıda birleşmesi veya “hayali burjuva uluslaşma” biçimi arasında, hiçbir benzerlik yoktur. Ulus olgusu, mutlak sosyalist bir kategoridir. Sosyalist olmak zorundadır. Etnik yapı: geçmişinden gelen sınıf farkı, eşitsizlik ve sömürü ilişkileri barındırır. Ulus ise sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçidir. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik, adalet gibi duygu ve bilinç biçimleri ise bu ulus gerçeğinin maddi temellerinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla etnik yapı ile gerçek (sosyalist) ulus arasındaki farklılık, temel ve esastır. Etnik yapı ile “hayali burjuva ulus” söylemi arasında, söylem (kavram) dışında hiç bir farklılık yoktur. O, tamı tamına farklı akraba ve tanıdık aşiretlerin, bir ve aynı etnik yapıda birlik biçimidir. Daha açıkçası, şu anda var olan “hayali burjuva ulus” biçimi eşittir, burjuva etnik yapı biçimi demektir. Yaşamda, burjuva etnik yapı dışında, “burjuva ulusun” pratik karşılığı yoktur. Onun için tüm detaylı araştırma ve incelemeye rağmen ona “hayali” denmiştir. [[6]] Çünkü esasta var olan burjuva etnik yapılardır. Bilerek veya bilmeyerek “burjuva ulus” kavramı ise burjuva etnik yapıyı gizlemek için geliştirilmiş bir uyarlama, kafa karıştırıcı, işi saptıran bir söylemdir.

Kapitalizmin kuruluşundan günümüze kadar, ulus olgusu, hala gerçekleşmemiştir. Öyle olsa da maddi üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makineler, ulusların oluşmasını önceleyen, ülke zenginliğinin eşitçe paylaşımını öngören özgürlük, kardeşlik, adalet gibi duygu ve bilinç biçimlerini, potansiyel bir sezgi ve eylem gücü olarak, hak aramak için sınıf mücadelesine yüklemiş. Devam ettirmektedir! İşte dünya çapında yükselişe geçip, büyük insanlığı harekete geçiren, eşitlik, özgürlük, adalet gibi duygu ve bilinç biçimlerinin maddi temeli, ülke zenginliğinin eşit ve kardeşçesine paylaşımını öngörüp, sınıfsız, sömürüsüz eylem biçimi olarak sosyalizmi önceleyen şey bu ulusal sınıfsal harekettir. Ama ne yazık ki, program düzeyinde Sosyalist Emekçi bilince dayalı, devrimci müdahale ve mücadele tarzına doğru çıkış yapamayan, bu ön ulusal gelişmenin YERİ, hala kapitalist hâkim sınıfların, eşitsiz mülkiyet ve üretim ilişkilerine dayalı,  etnik temelli “hayali burjuva ulus” söylem biçimleri tarafından doldurulmaktadır.

 

Feodal despotizmi ve baskı rejimini aşan yeni üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makineler, bir taraftan kapitalist üretim süreçlerinde, işçi sınıfı ile meta üretimi ve yerel pazar potasında, geçmişin dil, tarih, kültür birliği olan akraba aşiret yapılarına yeni bir durum aldırtıyor. Onları gerçek ulus kategorisi temelinde, bir üst aşamaya taşırken, gerçek ulus mayasını topluma çalıyorlardı. Ama öte yandan, bunun gerçekleşmesini engelleyen kapitalistler, kapitalist özel mülkiyet ve üretim biçimi üzerinden hâkim sınıf etnik yapı oluşumlarında, geçmişten beri süregelen sınıf, sömürü ve baskı araçlarını devralıyorlardı. İşte bu gelişme döneminde ve temelinde, her etnik yapıya ait kapitalist hâkim sınıf ile aydınları tarafından dil, tarih ve kültürel birlikli, “hali burjuva ulusçuluk” kavramına çağrışım yapan söylemler geliştirilip devreye sokulmuştu. 1795 yıllından itibaren Fransa’da “birileri tarafından, insan ve vatandaşlık hakları” bağlamında, “hali burjuva ulusçuluk” kavramına çağrışım yapan bir söylem ile ulus konusu, ‘burjuva etnik’ oluşum temelinde, Fransız Jakobenler üzerinden kullanıma sokulmuştu. Bu bağlamda, 1914 yılından itibaren, Wilson prensipleri imalı olarak Lenin, “ulusların kaderlerini tayin hakkı” adı altında, konuyu ele almış ve bugünkü düzeyinde formüle etmişti. Bu durum, gerçek ulusların olmadığı yerde, varmış gibi yapıp onların haklarından bahsetmek, bir gerçekliğin gözden kaçırtılmış olması değilse eğer, Lenin adına büyük bir ideolojik hezimetti.

Bugün artık biliyoruz ki, pratikte ‘Kapitalist Etnik yapıların’ “kendi kaderini tayin hakkı” vardır. Ve bu hadise dünya çapında, burjuva devletler ile ‘Yerel Etnik İdari Yönetimler’ temelinde otonomi, eyalet, özerklik ve federe devlet kazanımları ile pratik olarak çözümlenmiş, devam etmektedir! Ulus, henüz var olmamıştır ki, “ulusların kaderlerini tayin hakkı” denen meseleden bahsedilsin. Ulus kavramı salt sınıfsız, sömürüsüz ve eşitçi bir kategoridir. ULUS (millet, nation, netiv), toplumsal kategori olarak, her ülke gerçeğinde, cari emek gücüne eşit payla dağıtılmış, kolektif komünal sosyalist özel mülkiyetli işyeri ve işletmeler temellinde gerçekleşecektir. Bu nedenle ulus nüvesinin belirmesi ve gerçekleşmesi halinde ulus, sosyalist özel mülkiyet temelinde otomatikman, zaten “kendi kaderini” bizzat kendisi eline alıp “tayin edecektir”. [[7]]

Bu saptamalardan sonra, oldukça önemli ve ilginç olan ‘Entegral Sömürgeler’ konusunun oluşum özüne dönüp devam edelim:

‘Entegral Sömürge’, ilkin Batı Avrupa kapitalizminin kuruluşu aşamasında, Batı Avrupa’da ortaya çıkmış bir sömürge tipidir. Dolayısıyla kapitalizmin kendisine ait yaratıp geliştirdiği ilk orijinal sömürge biçimidir. ‘Entegral Sömürge’, ülke toprakları dâhilinde, gerçek manada ve net bir biçimde sömürü ve sınıf ayrımı temelinde gelişen bir sömürge tarzıdır. Bu nedenle o, hâkim etnik yapı tarafından, farklı diğer etnik yapılanmaları ret etme temelinde gelişmiştir. Dolayısıyla ‘Entegral Sömürge’, çıkar temelli farklı STATÜ kabul etmeyen, “asimilasyoncu ve soy kırımcı” bir sömürge tipidir! Bu tür sömürgecilik biçiminde asıl amaç, ‘Entegre edilecek’ etnik yapının, asimilasyon ile dil, tarih ve kültürel açıdan ret ve imha edilip, hâkim etnik yapıya entegre edilmesidir.

Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, ‘Entegral Sömürge’ biçimleri, Batı Avrupa’da ortaya çıkıp uzun yıllara yayılı mücadeleler sonucu, eyalet, otonomi, kanton, federe devlet, özerklik vb. gibi ‘Yerel Etnik İdari Yönetim’ biçimi kazanımları ile çözümlendiler.

Ama ne yazık ve ne ilginçdir ki, aynı ‘Entegral Sömürge’ biçimi, orijinal anayurdu olan Batı Avrupa dışında, Merkezi Ortadoğu’ya getirilip Kurdler üzerinden, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’ye bir hançer gibi saplatılmıştır.

  1. Dünya Savaşından önce, Selçuklulardan itibaren Osmanlı İmparatorluğu ile İran’da, Kurdlere ait beylikler, hanedanlıklar, ocaklar, sancaklar, eyaletler vb. [[8]] Yerel Etnik İdari Yapılar vardı. I. Dünya Savaşından sonra, Osmanlı İmparatorluğunun yenilgisiyle birlikte, ‘Entegral Sömürge’ biçimi, Ortadoğu çapında, Kurdistan’a reva görülüp uygulamaya kondu. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğunun yenilgisinden dolayı, 1916 Skyes Picot Antlaşması hükmü ile Kurdistan toprakları da emperyalist parçalama ve paylaşıma konu oldu. 1917’de Rusya’da devrim olunca, 1920 Serv Antlaşması ise “ölümü gösterip, sıtmaya razı etme” operasyonu olarak piyasaya sürüldü. Böylece öğreniyoruz ki Serv Antlaşması, 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşmasına varmak için yapılan emperyalist bir manevra, uygulanacak bir kumpastı. Merkezi Ortadoğu bölgesine ait esas düzenleyici antlaşma, Lozan Antlaşmasıydı. İşte bu antlaşmalar karmaşasında, emperyalist siyasetle güdülen amaç, Kurdistan topraklarının statüsüzleştirilip, ‘Entegral Sömürge’ haline getirilmesiydi.

Ama ne acıdır ki, bu antlaşmalar temelinde güdülen siyaset ile Kurdlerin Müslüman olması gerçeği, onların aleyhine kullanılmış olmasıdır.

24 Temmuz 1923’te imzalan Lozan Antlaşmasının “Azınlıklar” ile ilgili maddesinde, Kurdlerin Müslüman olması bahane edilerek, Kurdler, “Azınlık” bile sayılmamıştır. İşte bu anlayış temelinde Kurdistan toprakları, ‘Entegral Sömürgeler’ halinde, statüsüzleştirilip dört parçaya bölünüp çivilenmiştir. [[9]]

Peki, soruyoruz: dini bahane edip siyasallaştırarak, Kurdleri “azınlık” bile saymamak, devletçilik ve milliyetçilik ilkeleri dışında; Laikliğin, Halkçılığın, Devrimciliğin neresine sığar? Yine soruyoruz: Kurdler, Müslüman diye dil, kütür, kimlik ve kişilik haklarından mahrum bırakmak hangi Ayete sığar? Kurdler, Müslüman diye onları, “azınlık” bile saymama suçu icat etmek, ne kadar akla, izana, vicdana uygundur?

Yetmedi!

Mesele ‘Entegral Sömürge’ ve statüsüzlük biçimiyle, Lozan’da kayıt altına alınıp, İran, Arap ve Türk Etnik Yapılı devletlerine teslim edilmişken, birilerinin işine gelmeyince, 1975’ler Türkiye’sinde, bu birileri tarafından bu sefer de tam tersine, “Kurdistan sömürgedir. Bu nedenle ayrı örgütlenmelidir” diyen “sömürge tezini”, kim ne diye, ne için Kurdlere servis etmiş veya ettirmiştir?

Çünkü biliyoruz ki sömürgelerin, iyi kötü bir statüsü vardır. Ama ‘Entegral Sömürgenin’ bir statüsü de yoktur.

Peki, neden bu sefer de Kurdistan, statüsü olan “hayali bir sömürge” gibi piyasaya sürülmek istenmişti?

Amaç neydi?

Amaç, 1968-1972 devrimci hareketlerinde, Türk-Kurd devrimcilerinin, devrimci birliğini ve örgütlenmesini baltalamak, engellemek ve dağıtmaktı.

Dolayısıyla Anglosakson Siyonist Finans Oligarşisi (ASFO) tarafından, Kurdlere dayatılan ve uygulanan ‘Entegral Sömürge’ statüsüzlüğüne ait pek çok neden sayılabilir. [[10]] Ama asıl neden, Kurdleri SB’ine kaptırmadan, ileride kullanılabilir maksadıyla Fars, Türk ve Arap hâkim etnik yapıları kullanarak, onlar üzerinden, ‘Jeostratejik’ önemi olan Kurdistan topraklarının ve etnik yapısının otomatik olarak, ucuz yollu ve uzun süreli kontrollü kaos ile denetim altında tutmaktı. Bu nedenle, Osmanlı İmparatorluğu’na ve İran’a bağımlı beylikler, hanedanlıklar, ocaklar, sancaklar, eyaletler vb. biçimde olan Kurdistani statüler lağvedilip onun yerine; I. Dünya Savaşından sonra, ‘Entegral Sömürge’ uygulaması ile statüsüzleştirildiler. Dolayısıyla o gün bu gündür, bu statüsüzlük aparatı, Merkezi Ortadoğu “dengelerinde” oynamak isteyen güçler tarafından gerektiğinde, gerektiği gibi kullanılmaktadır.

Konuyu dağıtmadan, ‘Entegral Sömürge’ biçimleri meselesinin, Batı Avrupa çapında asıl özünün gelişip biçimlenmesine geçelim:

Batı Avrupa’da, feodal üretim ve özel mülkiyet biçimini aşan üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makinelerin gelişen eşitçi teknolojik özü; kapitalistler tarafından özel mülkiyet edinince, alet ve makinelerin özgürce gelişmesi ile feodalizmden kapitalizme geçiş başladı. İşte bu ortamda kapitalist temel çelişki, feodal toplumun sınıfsal yapısını depreştirip, yeni bir kalıba, kapitalizme dökmek için feodal toplumu alt üst etmeye başladı. Merkantilizm ve manifaktür makinesi temelinde gelişen kapitalizm, ücretli çalışma, meta üretimi ve iç pazar yarattı. Bu oluşumlar ile feodal uykudan uyanan farklı aşiretsel yapılar, kapitalizmin geliştirdiği iş, aş ve zenginleşme gibi ekonomik imkânlardan daha çok faydalanmak için hem kendi arasında, hem de akraba aşiretlerin, “burjuvaları” önderliğinde birleşip etnik yapılar oluşturarak, bir biri ile mücadeleye başladılar. Bu mücadelelerin Batı Avrupa’da yayılması ve derinleşmesi yıllarca sürdü. Bu mücadelelerde işçi ve emekçiler, iş, aş ve zenginliğin kardeşçesine paylaşılmasını isteyerek, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi bilinç ve duygu biçimleri ile gelişmeyi karşılayıp “eşit, sınıfsız ve sömürüsüz ulusal biçimlenmeyi” doğal seyrinde savunurken. Aşiret ve etnik yapıların hâkim sınıfları olan burjuvalar ise feodal sınıfların baskısına karşı, işçi emekçi sınıfları kullanabilmek için onlara ait eşit, özgür, adil ve kardeşçesine yaşam ve paylaşım; bilinç ve duygu biçimlerini suiistimal edip kullandılar. Daha sonra aynı kapitalistler, ekonomik iktidar olup siyasal iktidara geçince, işçi ve emekçi sınıflara dirsek döndüler. İşte böylesi bir ortamda, hâkim aşiretlere ait işçi emekçi sınıflar, kendi burjuvaları önderliğinde daha sıkı ve belirgin dayanışma ile üst bir kimlik halinde, adına “ulus” denen ama gerçekte burjuva ETNİK yapılanma kategorisinde buluştular. Bu etnik yapılanmaya, el birliği ile Marksizm dâhil, burjuvazi ve dönemin filozof ve aydınları burjuva “ulus” gömleğini giydirip teorisini yaptılar.

1980’lerden sonra, bu dönemi ayrıntılı incelemeye başlayan günümüz aydın ve bilim adamlarından bir kaçı, bu kapitalist gelişmeyi “hayali burjuva ulusçuluk ve ulus” diye kavramlaştırdılar. [[11]] Gelişen maddi gerçekliği yeterince okuyamadıkları için onlar da gerçeği izah edemediler. Ama kapitalizmin maddi gerçekliğinde somutlaşan, işçi emekçi sınıflar şahsında gelişecek olan eşitçi, sınıfsız ve sömürüsüz, kolektif komünal sosyalist özel mülkiyete yol açacak gerçek ulus ve ulusçuluk yerine; içlerine sinmese de analizlerinde, burjuvazinin gelişmesinde ifadesini bulan ETNİK YAPILANMAYI, hayali burjuva “ulusçuluğu” üzerinden, “hayali burjuva ulus” diye ifade etmeyi başardılar.

Batı Avrupa’da, farklı etnik yapılar arasındaki çatışmalar, genellikle hâkim olan etnik yapının, diğerlerine boyun eğdirip, ekonomik hâkimiyet temelinde, devlet yönetimini ele geçirmesiyle sonuçlanıyordu.  Hâkim olan etnik yapılar, komşu etnik yapıları ‘Entegral Sömürge’ baskısı ile statüsüz bırakıp, hâkimiyeti altına aldılar. Asimilasyon, ret, inkâr, imhaya ve soy kırım ile onları kendilerine entegre etmeye başladılar. Ama çok sert ve yaygın karşıt mücadeleler ile karşılaştılar. Bu mücadeleler sonucu, dönemin ‘Entegral Sömürge’ biçimleri, ‘Yerel Etnik İdari Yönetimlere’ dönüştürüldü. Zamanla ‘Yerel Etnik İdari Yönetimlerin’, kazanımları ve mücadeleleri geçici olarak duraklayıp sönümleşerek, işçi emekçi sınıf mücadelesi ile sistem içi mecrasına oturdu. Ve böylece ‘Yerel Etnik İdari Yönetimler’, “hayali burjuva ulus” kavramını kanıksadılar. Dolayısıyla tespit ediyoruz ki, “hayali burjuva ulus” denen ‘Entegral Sömürgeci’ işlem, gerçekte dünyada ilk defa kapitalizme ait olan bir sömürgeci biçim olarak, Batı Avrupa’da ortaya çıkmıştı.

Neticede, hâkim etnik yapılar ile statüsüz ‘Entegral Sömürge’ etnik yapıları arasındaki mücadele şöyle sonuçlandı:

Kapitalist Batı Avrupa’da ve dünya çapında ‘Entegral Sömürgeler’: otonom, eyalet, özerklik, kanton ve federe devletleri kapsayan, ‘Yerel Etnik İdari Yönetimli’ devletler birliği ile sonuçlandı. Bu temelde: Almanya-16, İtalya-5, İspanya-17, Avusturya-9, İsviçre 26 kanton, Rusya-22, Çin-22, ABD-50, Kanada-13, İngiltere-4; daha sonraları Hindistan-28, Pakistan-5 vs. olmak üzere, çok dilli, çok kültürlü ‘Etnik Yerel İdari Yönetimlerin’ birliğinden oluşan “hayali burjuva uluslu” devletler oluşturuldu.

Klasik Sömürgeler

Kapitalizme ait sınır ötesi (klasik) sömürge tipi, sömürgeci ülkenin sınırlarının dışındaki ülkelerin sömürülmesi ile oluşan sömürge biçimleridir. Kapitalist sömürgeciliğin “klasikliği”, onların köleci, feodal biçimlerinin devamı veya alışılmış biçimi anlamında kullanılmaktadır. Ama buna rağmen, aralarında önemli farklar vardır:

Köleci sömürgecilik, esas olarak köle-insanın köleleştirilmesini; feodal sömürgecilik ise esas olarak toprak temelli, serf-insanın sömürgeleştirilmesine dayanmaktaydı. Bu ikisinin temel ortak özelliği, dönemlerindeki üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve basit makinelerin teknolojik yerersizliğinden dolayı, yetersiz üretime yol açmış olmalarıydı. Devlete çöreklenmiş hâkim sınıflar, yetersiz üretim açığını kapatmak için savaş pazarları kurup, savaşarak bir birlerini talan ederlerdi. Yenilip talan edilen ülke, talancıya yıllık vergi ile savaşmak için istendiğinde ona tahsis edilecek askerler karşılığında haraca bağlanırdı. Böylece sömürgeci ülke, sömürge ülkeyi korumasına alarak, ona STATÜSÜ bir alt düzeyde olacak şekilde, yerli veya yabancı bir “sömürge yönetimi” veya “sömürge valisi” atıyordu.

Batı Avrupa’da, kapitalist üretim ve özel mülkiyet rejimi ile üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makinelerin teknolojik düzeyi yeterli düzeye geldiğinde, üretilen mal (meta) fazlalığı ortaya çıktı. Bu noktada kapitalist sömürgeciliğin, ayırıcı özelliği belirlemeye başladı. Batı Avrupalı kapitalistler, işgal ettiği ülkeleri sömürgeleştirerek orayı, bir taraftan malları için Pazar haline getirdiler. Öte yandan o ülkelerin yer altı, yer üstü kaynakları ile köle emek gücünü talan edip, idari yollarla ülke yönetimlerini kendilerine bağladılar. Böylece kapitalist sömürgecilik, “klasik sömürgecilik” diye oluşup anılır oldu.

  1. yüz yılın başından itibaren üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makinelerin teknolojik düzeyi ve tekelci birikimi ile üretilen metaların çeşitliliği ve bolluğu, dünya pazarını, “Dünya Ekonomisine” dönüştürmeye başladı. Bu gelişme temelinde, I. Dünya Savaşından sonra, “Dünya Ekonomisi” koşullarında bilinç sıçraması yapan Büyük İnsanlık, Reel Sosyalizmin rüzgarı ve emperyalist sömürü ve talana karşı baş kaldırı ve “bağımsızlaşma mücadelesi, II. Dünya Savaşından sonra, klasik sömürgeciliği tasfiye edip, “Yeni Sömürgeciliğe” geçiş yaptı. Bugün istisna hariç, dünyada hemen hemen klasik sömürge ülke kalmamış gibidir.

Yarı-sömürgeler

Bu tarz sömürge ülkeler, “bağımsız” görünürler ama güçlü bir tarihi arka palanına rağmen ekonomik, siyesi ve idari olarak bağımlı, kendisine ait statüsü ve devleti olan sömürgelerdir. Bunlar “dünya pazarı” döneminin ürünü ama “dünya ekonomisinin” ilk yarı yüz yıllık dönemine (1950’ye) sarkan sömürge tipleridir. Dünyada şimdiye kadar en çok bilinen “Yarı-sömürge ülkeler”, Osmanlı İmparatorluğu, İran, Çin, Hindistan ve Mısır’dır. Bunların sadece ilk üçünden, Osmanlı İmparatorluğu, İran ve Çin’den çok kısaca söz edeceğiz.

  1. Yüz yıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu, “Gerileme Devrine” girence, 1740 ve 1838 yıllarında olduğu gibi önemli derecede ekonomik, siyesi ve idari olmak üzere, “kapitülasyonlar” adı altında pek çok kapitalist “emperyalist” imtiyaza maruz kalıp, “Yarı-Sömürge” bir devlete dönüştü. Bütün bu “Yarı-Sömürge” imtiyazlar, Türkiye Kurtuluş Savaşı sonucunda imzalanan, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması ile ancak kaldırılabildi.

İran’daki yarı-sömürge oluşumuna gelince, tarihi okumama göre: İngiliz-ADB ittifakı (aslında ASFO) arpalıkları olan İran petrollerinden daha fazla pay almak ve konmak amacıyla, İran’da Şah Rıza Pehlevi’ye özel, iki aşamalı bir plan geliştirip uyguladılar. İlk taktik, kitleler nezdinde, siyasi albenisi yükselen dönemin milliyetçi muhalefet lideri Muhammed Musaddık’ı, önce iktidara taşıma taktiğini devreye soktular. ikinci olarak, ardından da Şah Rıza Pehlevi’yi markaja alıp, Musaddık’ı darbe ile devirme taktiğini devreye koyacaklardı. Bu plan gereğince, seçimde Musaddık’tan habersiz seçmen (kitle) yönlendirme mühendislikleri ile gizlice onu destekleyip iktidarı almasını sağladılar. 1951’de Musaddık başbakan olunca, dediği gibi İngiliz-ABD arpalığı olan İran petrollerini millileştirdi. Hemen ardından, Şah Rıza Pehlevi’yi kışkırtan İngiliz-ABD ittifakı, askeri darbe mühendisliği ile 1953’de Mussadık’ı devirip, istedikleri ekonomik, siyasi ve idari imtiyazları Şah Rıza Pehlevi’den alarak, İran’ı daha ağır şartlarda “Yarı-Sömürge” durumuna soktular. Bu imtiyazlar, 1979 Mollalar devrimi ile ancak kaldırılabildi.

İngiliz-ABD ittifakı, “Afyon Savaşları” ile Çin’i yendiler. Bu yenilgiye dayalı olarak 1840-1860’lar arasında Çin’den, ekonomik, siyasi, idari ve liman işletmeciliği dâhil pek çok imtiyazlar elde ettiler. Böylece Çin’i, “Yarı-Sömürge” durumuna düşürdüler. Çin bu imtiyazları kısmen ama tamamını ancak, 1949 Büyük Çin Devrimi ile kaldırabildi.

Özetle sunduğumuz bu 3 ülkenin 5’nin de pek çok ortak özellikleri vardı. Birincisi, 5’i de Asyalıydı. İkincisi, ilk üçü dönemlerinin en güçlü devletleriydi. Üçüncüsü,  5’i de Asyacı Ortaçağ koşullarını yaşıyorlardı. Dördüncüsü, 5’i de Asyacı feodalizme çakılıp kalmışlardı.

Neden bu ülkeler, ileriye/kapitalizme doğru açılım yapamayıp, Batı Avrupalı ülkeler tarafından, “Yarı Sömürge” durumuna düşürüldüler?

Sebep?

Sebep, Asya Tipi Üretim ve Kamusal Mülk Edinme Tarzıdır!

Geçmişte Asya feodalizmi, Marks tarafından, Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) biçiminde kavramlaştırılıp tartışılmıştı. Bu tartışmaların en önemlisi, SSCB’de yapılmıştı. Bu tartışmalarda görüldü ki, Sovyetler Birliği’nin (SB’nin) “sosyalist” mülk edinme biçimi, tam da ATÜT’e benzemekteydi. Bunun üzerine Stalin ağırlığını koyarak ATÜT’ün, hem SB’de hem de olabildiği kadarıyla dünyada tartışılmasını engelledi.

Çünkü gerçekten de ATÜT ile SB’nin kamusal mülk edinme ve üretim tarzı, benzerdi. Bu üretim tarzlarında üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makineler, gelişip kendilerini aşması için gerekli özgür gelişme çelişkisinden yoksundu. Yoksundu çünkü ikisinde de “özel mülkiyet” öğesi yoktu. Kamusal Mülk (müşterekler) ortaklığı vardı. O da devlete aitti. [[12]] ATÜT’e ülke toprakları, vergi ile savaşlar için asker devşirme karşılığı, işletme hakkı çerçevesinde belli çevrelere dağıtılırdı. Böylece üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makinelerin TOPLUMSAL ÖZÜ ile onların ÖZEL MÜLKİYET edinme biçimi arasındaki çelişki “yok” edilmiş oluyordu. Bu nedenle toplumsal gelişme çelişkisi, Üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makinelerin TOPLUMSAL ÖZÜ ile onların TOPLUMSAL MÜLK edinme biçimi üzerine kurulmuş oluyordu. Dikkat edin iki kutup da toplumsal karakterliydi. Bu da bir çelişkiydi ama sistem içiydi. Sistemin dışına evirilip çıkamazdı.

İşte bu çelişki nedeniyle yukarıda saydığımız ATÜT ülkeleri donup kalmış, SB de yıkılıp gitmiştir. Çelişkinin sistem dışına yönlenebilmesi için bir kutbunun özel mülkiyet biçiminde olması şarttır. Şarttır ki, negatif, uzlaşmaz devrimci diyalektik hareket devam edebilsin!

Tarihi Toplumsallaşma Sürecinin gelişme yasası, Üretim Güçlerini Geliştirme Yasasıdır (ÜGGY). Bu yasanın sürekli ve kesintisiz gelişme seyri, ATÜT’e ve SB’de köreltilip, toplumsal gelişme taa dipten, ‘Toplumsal Altyapı Çelişkisine (TAÇ)’ varmadan boğulmuştur. Boğulduğu için de toplumsal ekonomi, yeni bir altyapı geliştirmeye bir türlü yol bulup çıkamamış; Batı Avrupalılar ile yapılan savaşlarda özellikle Haçlı Savaşlarında kaçamak bir yol bulup, Batı Avrupa’ya doğru akmıştır. Böylece Asya, yarı-sömürgeciliğe cevaz vermiş, feodalizmde donup kalmıştır. SB’de de ise 70 yıllık denemeden sonra çöküş meydana gelmiştir. Dolayısıyla Batı Avrupa’ya akan üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makine teknolojisi, kendi toplumsal gelişme özüne uygun, kendilerini özel mülkiyet [[13]] edinen mümbit kapitalist bir çevre bulup yeşermeye başlamıştır. Yeşerdikçe gelişmiş, geliştikçe çoğalarak Batı Avrupa sınırlarının dışına taşmıştır. Meta ve sermaye ihracı yoluyla eski köklerine geri dönüp onları baskılamış. Eski kökleri üzerinde yabancı menşeli ‘İthal Kapitalizm’ geliştirip, bir dünya pazarının oluşmasına yol açmıştır.

İşte bu hareketiyle Batı Avrupa menşeli üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makineler, Alet ve Makineye Uyum Yasası (AMUY) gereğince, dünya pazarında sömürgeler ve yarı-sömürgelerin oluşmasına yol açmıştır. Bu temelde, Batı Avrupa ülke ekonomilerinden daha güçlü olan Osmanlı İmparatorluğu, İran ve Çin gibi ortaçağ Asya devletleri, onların sömürge ve yarı sömürge ülkeleri haline gelmişlerdir.

“Dünya Ekonomisi” döneminde Yeni Sömürge biçimi (1900’den günümüze kadar olan dönemi kapsar)

“Pazar” kavramı ile “ekonomi” kavramı arasındaki fark kendini, “dünya pazarı” ile “dünya ekonomisi” arasındaki farkta da ortaya koyar. Pazar, üretilmiş mal ve hizmetlerin alışverişinin yapıldığı alanlardır. Bu alanlar, bir ülkenin her şehrinde, bir veya birden fazla yerde yapılıyor olduğu gibi dünya çapında da her ülke ve o ülkeye ait şehir ve o şehrin farklı yerlerinde de yapılıyor olabilir. Ekonomi ise pazarı da kapsayacak tarzda, satılan mal ve hizmetlerin üretimi, bölüşüm ve değişimini, yatırım ve tüketiminin yapıldığı alanlardır. Bu alanlar, her hangi bir ülkede işyeri, işletme ve fabrika olabildiği gibi dünyanın her hangi bir ülkesinde de işyeri, işletme ve fabrikaları biçiminde de olabilir. İşte bu işlemin bir ülkede yapılıyor olması, o ülkenin ekonomisi diye ifade edilir; dünya çapında yapılıyorsa, “dünya ekonomisinden” bahsedilir.

“Dünya pazarı”, kapitalizmin gelişmesinin serbest rekabet dönemine tekabül eder. “Dünya ekonomisi” ise kapitalist gelişmenin tekelci dönemine tekabül eder. Dünya “pazarı” döneminde Batı Avrupalı kapitalistler, yukarıda incelediğimiz gibi 4 çeşit sömürgeci ilişki biçimleri geliştirirken; “Dünya Ekonomisi” döneminde ise “Yeni Sömürge” ilişki biçimi geliştirmişler.

Bütün bu sömürgeci ilişki biçimlerini geliştirip belirleyen güç: üretin araçları, özellikle üretim aletleri ve makinelerin gelişen teknolojik düzeyinin belirli dönüm noktalarıdır. İşte bu temelde II. Dünya Savaşından sonra, bu teknolojik düzeyin Büyük İnsanlığı eğitip örgütleyerek getirdiği nokta, eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi bilinç ve duygu biçimlerinin dünyanın her tarafında yankılanıyor olmasıdır. Bu noktadan itibaren, Reel Sosyalizmin rüzgârını da arkasına alan Büyük İnsanlık, dünyanın her tarafında, kapitalist sömürü ve zulme karşı, kasırga gibi esmeye başladı. Yukarıda söz konusu ettiğimiz tüm sömürü ve sömürge ilişki biçimleri yerle bir olmaya başladı. Dünya kapitalistleri, özellikle “dünya ekonomisine” hükmeden tekelci kapitalistler ürküp illegal vaziyete geçtiler. Gizlenerek, her ülke ile sömürü ve bağımlılık ilişkilerini, “Yeni Sömürge Ülke” biçimine dönüştürdüler.

“Yeni Sömürge” ülke demek, görünüşte bağımsızmış gibi görünen ama gerçekte, ekonomik ve siyasi olarak bağımlı olan ülke demektir. Bu tip sömürgelerde, tekelci kapitalistler, koşullu ikili anlaşmalar, kredili nakit sermaye ihracı, sermaye borsalarındaki finanssal araçlar üzerinden yaptıkları yatırımları ile ülke ekonomisi ve yönetimine çöreklenip, “iç olgu” haline gelerek, ülkeyi yerinden yönetip dizayn edecek düzeye gelirler.

Bu noktadan sonra sözü, Mahir Çayan’a bırakalım:

“Bu ülkelerde (yeni sömürge, .ncan), hafif ve orta sanayinin kurulması ve yerli tekelci burjuvazinin (emperyalizmin en gözde müttefiki olarak) oluşması ve de gelişmesi demektir. Ancak gelişen yerli tekelci burjuvazi, iç dinamikle değil, emperyalizmle başlayan bütünleşmiş olarak gelişmiştir. Böylece I. ve II. genel bunalım dönemlerinde bu ülkeler için dışsal bir olgu olan emperyalizm bu dönemde aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmiştir. (Gizli işgal esprisi)

 

Emperyalizmin, yukarıda bahsettiğimiz sonucu doğuran yeni-sömürgecilik metodunu çok kısa özetleyelim. Yankee emperyalizmi (ABD emperyalizmi, .ncan), özellikle 1946’dan sonra, yeni sömürgecilik metodunu geliştirdi. Ve bu yeni-sömürgecilik politikasını, Truman, Marshall doktrinleri ve askeri paktlarla, ikili anlaşmalarla tezgâhladı. Bu politikanın esası, daha az masrafla, daha geniş pazar imkânı sağlayan, daha sistemli ve ulusal savaşlara yol açmayacak, daha üst seviyeye çıkmış emperyalizmin problemlerini daha fazla tatmin etmeye dayanmaktadır. En temel metodu, sermaye ihracı ve transferinin terkibindeki değişikliktir. Sermayenin 5-6 elemanı arasında yeni bir oran yaratılmıştır. Şöyle ki, savaş öncesi nakit sermaye ihracı, sermayenin isim, patent hakkı, yedek parça, teknik bilgi, teknik eleman, vs. gibi diğer elemanlarına kıyasla çok daha fazla yer tutarken, savaş sonrası dönemde özellikle 1960’dan sonra bu işleyişin tersine dönüşmüş, nakit sermaye ihracının dışındaki sermayenin yukarı da özetlediğimiz elemanları ağırlık kazanmıştır. Bugün geri bıraktırılmış ülkelerde, yabancı nakit sermaye oranının yerli nakit sermayeye oranla çok az olduğu fakat mutlak dışa bağımlı birçok sanayi kuruluşu mevcuttur. (Örneğin oto sanayi) Birkaç yüzde yüz dışa bağımlı temel sanayi tesisi kurulmakta ve bunlara bağımlı olmaya mahkûm hafif ve orta sanayi belli ölçülerde geliştirilmektedir. (Bu sanayi kuruluşlarının temelinde ise yabancı sermayenin nakit sermaye dışında kalan elemanları yatmaktadır.)

 

Kısaca özetlediğimiz bu yeni-sömürgecilik metodu, bir yandan emperyalizmin ülkeye iyice yerleşmesi (yani emperyalizmin sadece dışsal bir olgu değil aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmesi) sonucunu doğururken. Öte yandan geri bıraktırılmış ülkelerde, geçmiş dönemlere kıyasla, izafi olarak –feodalizmin etkin olduğu, eski sömürgecilik dönemine kıyasla– belli ölçülerde pazarın genişlemesine paralel olarak toplumsal üretim ve nispi refahı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, geri bıraktırılmış ülke içindeki çelişkiler görünüşte yumuşamış (feodal döneme kıyasla) halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur. Emperyalist işgal gizlendiği için –emperyalizm aynı zamanda içsel bir olgu haline geldiği için– halk kitlelerinin milliyetçi tepkileri, gavura alerjisi nötralize olmuştur. Merkezi devlet aygıtı, geçmiş döneme kıyasla çok güçlenmiş ve ittifak projeleri, ikili anlaşmalar, askeri pakt ilişkileri ile oligarşik devlet cihazı, devrimci iç savaş dikkate alınarak militarize edilmiştir. (Emperyalist yardımların 3/4’ü askeri yardımlardan oluşmaktadır).” [[14]]

 

1980’lerden itibaren, teknolojik gelişmenin sağladığı uzaktan etkili ulaşım, haberleşme ve müdahale imkânlarının emperyalistlere sağladığı güve ortamı, Reel Sosyalizmin çöküşü ile rakipsizleşen küresel tekelci kapitalistler, doğrudan yatırımlar ile “Yeni Sömürge” ülkelerde kısmen “aleni” hale geldiler.

 

Dünya kapitalistleri ve mücadele biçimleri

Yukarıda dünya çapında incelediğimiz, tarihsel toplumsal kapitalist emperyalist yapılanma ve mevzilenme üzerinden, günümüzdeki dünya kapitalistleri bir biri ile mülkiyet edinme ve çıkar temelinde, dünya hegemonyası için mücadele etmektedirler:

Her kapitalist, daha fazla özel mülkiyet edinmek, sisteme hegemonya kurmak için diğeri ile mücadele eder. Çünkü onlar, pratik tecrübeleri ile öğrenmişlerdir ki özel mülkiyet, bireyi güçlendiren tarihsel toplumsal bir güçtür. Tarihte ve günlük yaşamda, kim daha çok özel mülkiyete hâkim olmuşsa, genel geçer toplumsal üretim biçimine de o hâkim olmuştur. Kölenin efendisi, toprağın beyi ve kapitalistin “efsanevi” güç kaynağı; sahip oldukları akılları, “insani hasletlere bağlılıkları” değil, sahip oldukları “özel mülkiyetleri” ve miktarıdır. Kapitalistlerde insani hasletlerle bağdaşmayan, özel mülkiyet edinme hırsı, genetik evrimin alt basamaklarında kalmış, ilkel beynindeki “hayvani” açgözlülüğün, insanda dışa vurulmuş doyumsuz biçiminden başka bir şey değildir. Hâkim sınıflar, el yordamı ile öğrenmiştir ki güç demek, üretim araçları, özellikle onların en hareketli ve en devrimci unsuru olan, üretim aletleri ve makinelerin özel mülkiyetine sahip olmak demektir. Ancak ASFO, bu keyfiyetin daha da ötesine geçerek, kapitalist üretici olmaya bile gerek duymadan, ondan koparak tüm özel mülkiyetini paraya bağlayıp cebine indirerek, dünya borsaları manipülasyonları üzerinden, finanssal araçlar ve operasyonlar ile kumar oynayıp, kumar oynatarak dünyayı yönetmeye çalışmaktadır.

İlkel sahiplik ile ilkel mülk sahipliği biçimlerinden sonra mülkiyet, kamu mülkü ve özel mülkiyet ayrımında ikiye ayrıldı. Böylece ‘Alet ve Makineye Uyum Yasası” (AMUY) zorunluluğundan dolayı, üretim aletleri ve makineler, üretim süreçlerinde, yanlarına köle, serf ve işçiyi katarak: ilkin mekanik bir hareket kazandılar. Köleci, feodal gibi farklı özel mülkiyet biçimlerini yaşadılar. Daha sonra kapitalist toplum üretim biçimine ait toplumsal temel çelişki süreci boyunca, kuruluş ve olgunluk aşamalarından geçerken, yalın aletler, çıkrık, el ve ayakla çalışan dikiş makineleri gibi karmaşık alet ve makineler ile mekanik otomatik hareket özelliği kazandılar. Çözülme aşamasında ise bu alet ve makinelerin mekanik otomatik hareketi, buhar gücü ile çalışan makineler üzerinden, kısmen işçiye ihtiyaç duyan, ama işçiden bağımsız otomatik hareket kazandılar. 1980’den itibaren ise bu makineler, yapay zekâ teknolojisi kullanıp dijitalleşerek, tam otomatik çalışan işçisiz üretimi olanaklı hale getirdiler. İşte bu son iki gelişme temelinde, çözülme aşamasına yol açarak ondan itibaren, kapitalizm ile alet ve makineler arasında, uzlaşmaz kaotik ve karmaşık toplumsal altyapı çatışması başlamıştır. Alet ve makineler, kapitalistlerin özel mülkiyeti ve tasarrufunda olduğu için altyapısal çatışma, toplumsal düzeyde kapitalistler ile işçi sınıf arasında; 1980’lerden itibaren de dünya kapitalistleri ile dünya Büyük İnsanlığı arasındaki mücadelede, toplumsal ifadesini bulmuştur.

Tarihi Toplumsallaşma Sürecinde, ‘özel mülkiyetin’ var olduğu günden bugüne, ‘özünün’ nasıl ‘toplumsal’ ve ‘biçiminin de’ nasıl ‘özel olduğunu’ tartışmıştık. [[15]] Mülkiyet, üretim süreçlerinde, işlenip üretilen mal, malzemeye kodlanarak işlenmiş emek gücünün varlık biçimi demektir. Bu özelliği taşımayan doğanın, özel mülkiyet diye ele alınması veya özel tarzda mülkiyet edinilmesi saçmadır. Örneğin: doğal olan, el değmemiş her şey: hava gibi, derede akan su, doğal halindeki arazi, ormandaki ağaçlar vb. faydalıdır ama değersizdir. İnsan ve makineler, doğaya değer katarlar. İnsan, doğada değer üretip tüketerek insanlaşmış tek canlı varlıktır. Onun için doğa, değersiz ama faydalı olduğu için zorunlu kamu mülkü olarak müşterekler (kamu mülkü) diye adlandırılmakta ve devletin tasarrufunda tutulmaktadır. Özel mülkiyetin temel özelliği; onun, doğada hazır bulunmayıp, insanın emek ve türev (makine) gücü ile üretilen, insan yaşamı için hem faydalı olması ve hem de değerli olmasıdır.

Özel mülkiyetin her türlüsünün yaratılış çizgisi: doğanın, canlı insan emek gücü (mülkiyetin özel biçimine hükmeden) ve makine emek gücü (mülkiyetin toplumsal biçimine hükmeden) bileşimi ile dönüştürülmesinin ürünü olmasıdır. Özel mülkiyet: doğa, hammadde, mal ve malzemenin, üretim süreçlerinde işlenip, ürün olarak çıkan, insan yaşamı için faydalı ve değer içeren her şeydir. Doğal şeylerde değer yok, fayda vardır. Özel mülkiyet ürünlerinde (metalarda) ise hem fayda vardır, hem de değer vardır. Metalar, fayda yönüyle kullanılıp tüketilmektedir. Bu da bir yanıyla insanın yaşamsal günlük tüketimini karşılar. Diğer yönüyle de metalar, kendilerini üretim süreçlerinde çoğaltmak için tüketilirler. Metalar, değer yönüyle de değişime konu olmaktadırlar.

Özel mülkiyet, üretildikten hemen sonra, sanal veya gerçek sahibinin uhdesinde üç kısma ayrılır. Birincisi, kişi yaşamı için tüketime ayrılan kısımdır. Bu kısım, tüketime ayrıldığı andan itibaren, mülkiyet olmaktan çıkar. Onlar, tüketim ürünleri olarak sadece tüketilirler. İkincisi, yatırım amacıyla ayrılıp, üretim süreçlerine sermaye olarak tahsis edilen, fiilen kullanılan kısımdır. Bu kısım, kapitalizmde olduğu gibi sömürü amaçlıdır. Sosyalizmde ise sömürüyü ortadan kaldırma amaçlıdır. Üçüncüsü de ilk ikisinin dışında, ‘İhtiyat Saikleri’ ile depo ve antrepolarda yedekte tutulan kısımdır. Bu kısa analizden anlaşılıyor ki özel mülkiyet: bir kişinin, bir grubun veya her hangi bir sosyal sınıfın kendine içkin gücünü aşan, tarihsel olarak süre gelen, kümülatif (birikmiş) tarihsel toplumsal bir güce sahiptir. Bu gücün dağıtımı hayati bir meseledir. Sosyalizmde, toplumu sınıflardan mahrum bırakıp hiyerarşiyi ortadan kaldırır. Sınıflı toplumlarda ise toplumu farklı sınıf ve tabakalar biçiminde, – kapitalizmde işçi sınıfı ile burjuvazi gibi- saflaştırıp hiyerarşik olarak biçimlendirir.

İşte bu kapitalist özel mülkiyet biçimlenmesi doğrultusunda, kapitalist toplum olgusunun temel çelişkisinin hâkim sınıf kutbunu temsil eden kapitalistler ve bağımlı sınıf kutbunu temsil eden emekçiler var olmuştur. Kapitalistler, hâkim sınıf olarak toplumsal özel mülkiyetin tamamına yakınını, özel mülkiyet edinmiş, Büyük İnsanlığın ana gövdesini mülkiyetsizleştirmişlerdir. Toplumsal özel mülkiyeti bünyesine katan kapitalist sınıf, kendi içinde de sahip olduğu özel mülkiyet miktarı oranında tekelci burjuvazi, orta burjuvazi ve küçük burjuvazi gibi farklı tabakalara ayrılmıştır. Kapitalist sınıf ile Büyük İnsanlık arasındaki sınıf mücadelesi, esas olarak uzlaşır sistem içi olduğu gibi kapitalistlerin kendi arasındaki mücadeleler de esas olarak uzlaşır sistem içidir. Çünkü ikisi de aynı toplumsal oluya aittir. Dolayısıyla uzlaşmazlık durumları kısmi, göreceli, istisnai ve geçidir. Bu mücadelelerin hemen her türü pozitif diyalektik karakterlidir. Diyalektik anlamda, toplumsal sistem ile negatifleşmezler (anti-tez’e dönüşemezler). Mücadelenin özü, toplumsal sistemi muhafaza eden çıkar çatışmalarından ibarettir. Dikkat edilirse, aralarındaki mücadelelerinin amacı hiçbir biçimde, mevcut mülkiyet sistemini değiştirme yönünde değil, her zaman mülkiyetin sistem içi el değiştirmesi yönünde işlemektedir.

Yeri gelmişken, kısaca kapitalist özle mülkiyetin oluşumuna ait tarihsel arka planına bakalım:

Ortadoğu üzerinden, Uzakdoğu ile Batı Avrupa arasında çalışan antik ipek yolu; Uzakdoğu, Kuzey Doğu Afrika ve Ortadoğu teknolojisini, sanat, edebiyatına ve kültürüne ait ürünleri Batı Avrupa’nın Sicilya, Roma, Venedik ve Marsilya limanlarında alıp satan ilk burjuva tüccarlarını yeşertti. [[16]] Batı Avrupa’nın iç kısımları ile ticaret yaparak zenginleşen bu tüccarlar, atölyelerde (manifaktür) ürettiği sanayi ürünlerini aynı ipek yolu üzerinden, bu sefer tersinden Uzakdoğu, Kuzey Doğu Afrika ve Ortadoğu ülkelerine satmaya başladılar. Böylece o ülkelerde, “İthal Kapitalist” gelişme ile yerli sanayinin gelişmesini engelleyip, bu ülkeleri kendilerine bağlayarak sömürgeleştirdiler. Bu gelişme temelinde sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, Batı Avrupa kapitalizmine “benzer” kendi yerel özelliklerinden yoksun, ‘İthal Kapitalizm’ gelişmeye başladı. Derken Batı Avrupa’da, kapitalist sınıfın kendi arasındaki serbest rekabeti sayesinde, bazılarının iflas edip işçileşmesine, diğerlerinin güçlenmesine ve tekelleşmesine yol açtı. Sanayi tekellerini borçlandıran tefeciler, zamanla sanayicilere ortak olup finanssal sermaye dönemine geçildi. Bu gelişme temelinde yeni sömürge ülkelerde, Batı Avrupa kapitalizmine “benzer” kendi yerel özelliklerinden yoksun, ‘İthal Aşılı Kapitalizm’ gelişmeye başladı.

1980’lerden itibaren finanssal kapitalistler, sanayiye hâkim olup CEO’ların ortaklığı marifetiyle, üretim alanlarındaki pratik faaliyetten el etek çekip, dünya borsalarında kumar oynamak için finanssal operasyonlar ile dünyayı tahakküm altına alıp yönetmeye başladılar. Bu arada, yapay zekâ teknolojisi kullanan dijital üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makineler, iletişim-haberleşme, bilgi-bilişim, ulaşım-nakliye, askeri çeviklik ve hız kazandılar. Bunların büyük bir kısmı ASFO ve AB’li müttefiki oligarşilerin mülkiyetinde olduğu için uzaktan denetlenme ve kontrol imkânı onlara, büyük bir güven ortamı sağladı. Böylece “Uluslararası hukuk” müktesebatını da arkasına alan merkez kapitalist ülke oligarşileri, ülkelerinde düşen ortalama karları telafi etmek için doğrudan yatırımlar ile fabrikalarını merkez kapitalist ülkelerden sömürge, yarı sömürge ve yeni sömürge ülkeler kaydırlar. Bu kaydırma ile bu ülkelerde daha önce geliştirdikleri ‘İthal Kapitalizmi’ köklerinden aşılayıp, yeni sömürge ülkelerde ‘İthal Aşılı Kapitalizmin’ [[17]] gelişmesine yol açtılar.

Derken bu arada 1989’da Reel Sosyalizm, çöküşünü ilan etti.

2000’li yılların başından itibaren dünya, ABD, Çin, AB ve Rus oligarşileri arasında süren hegemonya mücadelesine sahne oldu. Küresel oligarşik güçler, özellikle Anglosakson Siyonist Finans Oligarşi (ASFO) ile Çin Devlet Oligarşisi ve Rus devlet oligarşisi arasında, dünya hegemonyası için son derece ciddi bir mücadele yaşanmaktadır. Biyosferin geçirdiği doğal evrim değişimleri dışında kapitalizmin geliştirdiği toplumsal yıkım başladı. Bu bunalımlar, ekonomik krizler, açlık ve yoksulluk, kışkırtma ve saldırı, aşırı üretime dayalı çevre sorunları, iklim değişimi ve ekolojik sorunlar, büyük insanlığın kırım ve kıyımı, bölge ve ülke iç savaşları, darbe ve göçler, biyolojik ve kimyasal silah üretimi ve saldırılar ile nihayet çok ciddi düzeyde muhtemel bir III’ncü Dünya Savaşı tehdidine gelinmiştir.

Bu tehlikeli durumda, Anglosakson Siyonist Finans Oligarşisinin (ASFO’nun), her düzeydeki dijital teknoloji kullanma üstünlüğü hala devam etmektedir.

ASFO, 2016 yılına kadar, yapay zekâ teknolojisi kullanan dijital üretim alet ve makineler üzerinden, büyük insanlığı köleleştirip kontrol ve denetim altında tutmaya yarayan teknoloji üretimi için AR-GE çalışmalarına odaklanmıştı. Bu çalışmaların seyrini, 2017 yılında kurulan Elon Musk’a ait Neuralink şirketinin kurulması ve yürüttüğü faaliyet üzerinden takip etmek mümkündür. Nitekim Neuralink şirketi üzerinden yapılan deney ve çalışmalardan anlaşılıyor ki, büyük insanlığı köleleştirip kontrol ve denetim altında tutmaya “yarayan” teknolojik AR-GE çalışmaları, belli bir noktaya varmıştır. Nitekim Ağustos 2020 tarihinde, Elon Musk’ın bir domuz beynine hükmeden teknolojik gösterisi (demosu) herkesin malumudur. ASFO’nun bu gösteri ile vermek istediği mesaj, hayvan beynine hükmetmek değil, teknolojik olarak insan beynine hükmetme düzeyine gelmiş olduklarını göstermek. Büyük İnsanlığa korku salmaktı. Bu teknoloji ile insan beyni ile bilgisayarların, “ara yüz” teknolojileri ile birbirine bağlanabileceği, insan zekâsının makinelere aktarılabileceği ve istenilen biçimde manipüle edebileceklerini, böylece “insan beyninin” ve toplumsal yaşamın “kontrol ve denetim” altına alınabileceğini göstermiş oldular.

Aslında 1979’da ASFO’nun, ABD’nin Georgia Eyaletinde kurduğu “Georgia Guidestone” Heykeli [[18]] üzerinden güncellenen “10 emrin” ilk maddesinde yazılı olan, “dünya nüfusunu 500 milyona düşürün” hedefi ile dünyayı dijital teknolojik sistem ile kontrol ve denetim altına alma adımları atılmıştır. Bu temelde çalışan ASFO, büyük insanlığı korkutup teslim almak, kafalarını karıştırmak, emellerini gerçekleştirmek için Sivil Toplum Kuruluşlarını (STK), sözde “açık toplum” destekçisi ama karanlık işler adamları ve Borsa Spekülatörlerini finanssal fonlarla besleyip ortalığa salarak, piyasaya sürmüş. “Think-Tank“ kurumları üzerinden, CİA’nın [[19]] geliştirip piyasaya sürdüğü “komplo teorisi” kavramının mucidi onlar değilmiş gibi dünya bilim ve akademik çevreyi baskılayıp susturmak için durmadan çalışmaktadırlar.

Ama 1980’lerden itibaren, Yapay zekâ teknolojisi kullanan dijital üretim aletleri ve makineler, üretim süreçlerinde işçi emekçiden bağımsızlaşarak, yeni bir kimlik ve kişilik ile ‘Türev (inorganik/robot) İnsana’ geçiş yapmaya aday duruma gelmişlerdir. Yapay zekâ teknolojisi kullanan dijital üretim aletleri ve makinelerin, kendine özgü gelişen ‘eşitçi özünü’ görmek istemeyen küresel oligarşik güçler, özellikle ASFO, bu eşitçi özelliği gizlemek için köleci zihniyet alışkanlıkları ile yapay zeka teknolojisi kullanan dijital üretim aletleri ve makineler üzerinden, insanları dijital köleler haline getirebileceklerini zannediyorlar. Böylece hem büyük insanlığın başına, hem de kendi başlarına “çorap örmeye” canhıraş çalışıyorlar.

İşte bu bağlamda, kapitalist emperyalist oligarşik güçler, özellikle Anglosakson Siyonist Finans Oligarşisi (ASFO), büyük insanlığı kontrol ve denetim altında tutmaya devam etmek için kendi usulünce ‘işçisiz kapitalizmi’ veya aynı anlama getirmeye çalışan “paylaşımcı kapitalizmi” [[20]] yaşama geçirmeye çalışmaktadır.  Yapay zekâ teknolojisi kullanan dijital üretim aletleri ve makineleri üretime uygulamaya çekinerek ona karşı “kapitalist kalmak” için beyhude direnmekte, büyük insanlığı kontrol ve denetim altına alma amacıyla tali yollara sapmaktadırlar. “Great Reset” (büyük sıfırlama) mülahazaları ile alet ve makinelerin geliştirdiği teknolojik eşitçi özü, karmaşık kapitalist şirket ağları arasında gizlemek, görünmez kılmak için çalışmaktadırlar. Yoksa onların “resetleyeceği” hiçbir şey yoktur. Yaşam onları her gün biraz daha “resetlemektedir”. Kapitalist ideologlar, bu çalışmalarının adını da finanssal borsalarda üzerinde kumar oynan “paylaşımcı” hisse senetli “kapitalizm”  adını koymuşlardır. “Korkunun ecele faydası yoktur”. Ne yaparlarsa yapsınlar, hangi yoldan giderlerse gitsinler, “kapitalist kalma” çabalarının sonu hüsrandır.

Günümüzde kapitalist emperyalizm, kendi iç çelişkileri ile burjuva demokrasisi, sömürgecilik, popülizm (halkçılık), oligarşik (seçkin zümre) diktatörlük, ırkçılık ve faşizm gibi yönetim ve denetim biçimleri ile öyle derin ve yaygın bir kontrolsüz kaos ve karmaşa periyoduna girmiştir ki, artık günlük reel meşruiyetini dahi koruyamamaktadır. İşte bu nedenle, kapitalizmin acımasız ve saldırgan karakteri hızla teşhir ve deşifre olmaktadır.

Evrende hiçbir toplumsal olgu, kendi ikizleri ile kendini aşmamış, aşamaz. Tersini düşünmek, maddenin doğasına aykırı saçma sapan bir düşüncedir. Dolayısıyla kapitalizm, burjuvazi veya işçi sınıfı eylemi ile kendini aşmaz, aşamaz. Tarihi toplumsallaşma sürecinin diyalektiğinde, buna ait hiçbir örnek yoktur. Dolayısıyla kapitalist emperyalist sistemin kendini aşamayacağı, işçi sınıfı üzerinden sürdürülen Reel Sosyalizm pratiği ile ispatlıdır. Bu nedenle ASFO’nun, Çin gibi Reel Sosyalizm ve türevlerine öykünüp [[21]] hayata geçirerek varlığını sürdürmesi de anlamsızdır.

Kapitalist Çin de muazzam bir işçi emekçi hapishanesine dönüştürülmüş bir toplumdur. Yükseliş sınırlarının sonuna varmak üzeredir. Çin içten sınıf mücadelesi ile kaynamaya başladığında durumu daha açık biçimde göreceğiz.

Bu gelişme, bir keyfiyet değil, toplumsal diyalektik hareketin maddi kaçınılmazlığıdır.

Küresel oligarşik güçler arasındaki atışma ve çatışma çok ciddi boyutlarda seyretmektedir! Durum çok ciddi ve tehlikelidir!

Rus Devlet Başkanı Putin, Ocak 2021 yılı Davos Ekonomik Formu toplantısına katılarak, video konferans ile “20’nci yüzyılda çözülemeyen problemler bildiğiniz üzere 2’nci Dünya Savaşı felaketini tetikledi. Günümüzde belki böylesine büyük boyutlu sıcak bir ihtilaf çıkmayabilir. Ancak yine de uyarıyorum, dünyamız tarihten örnek alacak olursa 1930 yıllarını yaşıyor. Her an her şey olabilir. Bir kıvılcım herkesin herkese karşı savaşmasına yol açabilir. Bu da uygarlığımızın sonu olur” [[22]] demişti.

Putin’den 15 gün sonra,  ABD Başkanı Joe Biden, “harekete geçmezsek onlar (Çin) bizi geçecek. Hızlanmak zorundayız” [[23]] dedi.

23 Temmuz 2021 tarihinde. Çin Komünist Partisi Başkanı Şi Jiping, ÇKP’nin 100. Kuruluş (23.07.1921) yıl dönümünde “hiç kimse, Çin halkının egemenlik ve toprak bütünlüğü (Tayvan’ı kast ederek .ncan) konusundaki kararlılığını, iradesini ve kabiliyetini hafife almamalıdır” [[24]] diye ASFO ve müttefiklerine uyarıda bulunmuştur.

Benzer açıklamalar, bundan 19 yıl önce Haziran 2002’de ise ABD Başkan Yardımcısı  Dick Cheney,  ABD Kara Harp Okulu’nda verdiği bir konferansta, ABD Oligarşisi üzerinden, aslında Anglosakson Siyonist Finanssal Oligarşinin (ASFO’nun), dünya hegemonyasını sürdürmek için hiçbir çılgınlıktan kaçınmayacağını şöyle ifade etmişti:

Amerika’nın planı dünyayı yönetmektir. Konunun görünen yüzü tek  taraflılıktır, ancak asıl mesele nihayetinde dünyaya egemen olmaktır. Bu, Amerika’nın ezici üstünlüğünü korumasını ve dünya sahnesinde ona meydan okuyabilecek yeni rakiplerin ortaya çıkmasını engellemesini icap ettirmektedir. Dost düşman ayırt etmeksizin herkesin üzerinde hâkimiyet kurmayı gerektirmektedir. Bu Amerika’nın daha güçlü ya da en güçlü olması değil, mutlak surette güçlü olması demektir.” [[25]]

 

Aynı dönemin ABD başkanı Barak Obama ise “Çin gibi ülkelerin, küresel ekonominin kurallarını yazmasına izin vermeyeceğiz” diyen ASFO’nun stratejik vizyonudur.

 

Daha fazla geç kalmadan, tehlikenin boyutlarını kavramak, günümüz dünyasının maddi gerçekliğini temelinden ele almak, büyük insanlığı her ülke toprağı gerçekliğinde ‘Sosyalist Emekçiye’ dönüştürerek, dünya çapında sosyalist devrim biçimlerini gerçekleştirmenin tam zamanıdır. Çünkü ASFO, uzun süredir ekonomik, siyasi, askeri ve teknolojik üstünlüğünü kullanarak, “on parmağı on pirenin üstünde” olacak şekilde, dünya çapında yapay gündemler, komplolar yaratarak, dijital yapay zekâ teknolojisi manipülasyonları temelinde ‘işçisiz kapitalizm’ veya onun bir başka versiyonu olan “paylaşımcı kapitalizm” ile Reel Sosyalizm türevlerini projeleri eşliğinde, gündeme sokmaya çalışmaktadır.

 

Meseleye biraz daha geriden bakarsak, gördüklerimiz göreceklerimize daha iyice ışık tutacaktır.

 

1990’larda ASFO, Çin’e karşı hegemonya mücadelesine hazırlandırırken, finanssal araçları, nasıl silah olarak kullanabileceğini test etti. “Asya kaplanları” diye bilinen Tawan, Singapur, Hong Kong ve Güney Kore gibi ülkeler GSYİH üretiminde belirgin bir biçimde ‘İthal Aşılı Kapitalizm’ ile yükselişe geçmişlerdi. Onlara ek olarak, Japonya ve Tayland’da yükselişteydi.

 

1997’de, Anglosakson Siyonist Finans Oligarşisi (ASFO), Japonya, Tayland ve “Asya Kaplanları” ülkelerine, dünya borsaları üzerinden finanssal olarak müdahale etti. Müdahale, domino etkisi yaparak, Asya ülkelerindeki ekonomik yükselişi geriletip çökerterek, onları kontrol altına aldı. Bu müdahalenin Çin’e etkisi olmadı. Çünkü Çin,  dünya borsalarında, dünya ekonomisine entgrasyona girmemişti. Dolayısıyla Asya ülkeleri arasından sıyrılan Çin, 1995’ten itibaren, ekonomik ve GSYİH üretiminde yükselişe başladı. Özellikle 2000’li yılların başından itibaren Çin, dünya çapında ‘İthal Aşılı Kapitalizmi’ ve büyük üretim kapasitesi ile ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelmeye başladı. Dünya belirgin bir biçimde tek kutupluluktan çok kutupluluğa geçti. Bir tarafta ASFO’nun liderliğinde, ABD, İngiltere, AB, Japonya, Avustralya ve Kanada; diğer tarafta, Çin, Rusya, İran ve Kuzey Kore bloğu oluşmaya başladı.

 

Bu bloklaşma, ASFO için “asla” kabul edilemezdi!

Çin, mutlaka durdurulmalıydı! [[26]]

Nitekim ASFO, “Asya kaplanlarını” finanssal operasyonlar ile çökertme tecrübesine dayanarak, Çin’i de finanssal bir operasyon ile çökertebileceğini zannetti. 2008’de bu tecrübesine dayanan ASFO, ABD ekonomisi üzerinden, mortgage (morgiç) finanssal krizi ile Çin ekonomisini çökertmek için başarısız finanssal bir hamle yaptı. Finanssal hamle bumerang etkisi yaptı. Yapay kriz ile Çin, % 11-12 yükselme trendinden, % 6-7’ye geriletildi ama ABD, AB ve dünya ekonomisi, sıfırın altında -1 ve -2’lere düştü. Bir yıl sonra Çin tekrar % 9-10 yükselişe geçti.

Görüldü ki, Çin’in ekonomik yükselişi durdurulamıyor. ABD şahsında ASFO, Çin’i durdurmak için saldırı biçimlerini çeşitlendirerek, dünyayı kasıp kavurmaya başladı. ASFO için esas mesele, Çin ekonomisini çökertmek, dünya hegemonyasını garantiye almaktı.

Bu nedenle uzun, orta ve kısa vadeli planlama yapıp çalışmaya başladı:

(Birincisi uzun vadede), yapay zekâ teknolojisi kullanan dijital üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makineler ile her ülke nüfusunu, kişi bazında denetim ve kontrol altına alıp, büyük insanlığı dijital köle haline getirme vizyonudur.

(İkincisi, orta vadede), sektirmeden Çin ile muhtemel bir III. Dünya Savaşına hazırlanmaktır. Bu hazırlıkta en önemli ilk işlem, düşman saldırılarına karşı hedef küçültme ile “geri çekilmeleri” devreye koymaktır. ABD Başkanı Donald Trump ile başlayan işlem, Joe Biden ile devam etmektedir.

(Üçüncüsü ise kısa vadede), III. Dünya Savaşına gerek kalmadan, Çin ekonomisini çökertmek. “Bir kuşak, bir Yol” projesine engel olmak. Çin’in, Ortadoğu enerji kaynaklarına ulaşımını, ticari alış veriş yollarını kesmek ve çevrelemek, Rusya ve İran ile olan ittifak olanaklarını ortadan kaldırmak. İran’da rejimi dönüştürmek, İsrail’in güvenliğini sağlamaktır.

Çünkü zaman, Çin’in lehine, ABD şahsında ASFO ile AB Oligarşileri aleyhine çalışıyor. Bu gelişme, tüm müdahalelere rağmen kırılamamış, hala devam etmektedir. Dolayısıyla 15 Ağustos 2021 tarihli ‘ABD’nin Afganistan Manevrası’ burada söz konusu ettiğimiz ikinci ve üçüncü şık kapsamında atılmış bir adımdır.

Peki ABD şahsında ASFO’nun, bu vizyon için yakın geçmişteki arka planı nasıl örgütlendi? Bir de ona bakalım:

ASFO tarafından ABD önderliğinde, bir taraftan Ortadoğu’da, her türlü siyasal İslami hareketler, finanssal fonlar ile beslenip yola koyuldu. “Müslüman Kardeşler” adlı Siyasal İslam söylemli, siyasal hareketler iktidara taşındı. Öte yandan, Reel Sosyalizmin çöküşünü fırsat bilerek, bazı sol-sosyalist, feminist ve ekoloji söylemli sol-sosyalist çevreler, finansal olarak fonlanıp devşirilerek, kapitalist sistem için proje üretim ve porpaganda aparatı haline getirildiler. Derken, Gürcistan’da “pembe devrim”, Ukrayna’da “turuncu” devrim mülahazaları ile ortalığı karıştırıp; 2011’de Fas, Tunus üzerinden pratikleştirilen “Büyük Ortadoğu Projesi” uygulamaya kondu.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) hala yürürlüktedir. Kapsamlı üç temel amacı vardır:

(Birincisi), Anglosakson Siyonist Finans Oligarşine (ASFO’da) partner olan Siyonistlerin isteği üzerine, İsrail’in her türlü saldırıya karşı güvenliğini sağlamaktır.

Bu nedenle 2015 yılında, İran’ın nükleer silah üretimine engel olmak için ABD önderliğinde, 5+1 Nükleer antlaşması imzalandı. Pek çok ülkede, “Müslüman Kardeşlerden” üzerinden Siyasal İslam iktidara taşındı. Sonra amaç hasıl olmayınca, pek çoğu geri çekildi.

(İkincisi), Büyük Ortadoğu çapında, ASFO’nun hegemonyasına itiraz eden, karşı çıkan veya kaşı çıkabilecek muhtemel bütün devlet ve hükümetler, istikrarsızlaştırıldı. Bu ülkelerin devlet yönetimleri ya değiştirildi ya da zaafa uğratıldı. Örneğin: Suikast ve provokasyonlarla Pakistan devleti denetime alındı. Irak işgal edildi, yönetim değiştirildi. Hint okyanusundan, Kızıl Denize geçişte Babülmendep boğazını denetime almak için Yemen ile Suudi Arabistan arasında yıllarca süren savaş geliştirildi. Suriye, iç savaş ile istikrarsızlaştırıldı. Libya’da devlet ve yönetim değiştirildi. İran’ı kışkırtıp, Türkiye ile savaştırmak ve NATO kuvvetleri ile İran’a müdahale etmek için 25 Eylül 2017 tarihli Kurd Bağımsızlık referandumu yem olarak kullanıldı. Referandum sırasında, İsrail destek bayrakları kullanılıp, dünya kamuoyuna servis edildi. Yetmedi Kudistan’ın Kerkük ve Musul şehirleri, 16 Ekim 2017 tarihinde Haşdi Şabi güçlerine işgal ettirildi. Ve nihayet Afganistan, 20 yıl işgalden sonra, 15 Ağustos 2021 tarihinde alışılmışın dışında terörist dedikleri Taliban’a, 83 miyar dolarlık silah ve mühimat teslim edildi.

(Üçüncüsü), ASFO’nun geliştirdiği Büyük Ortadoğu Projesinin odağında İran vardır. Asıl mesele İran’da rejimi değiştirmek, böylece Çin’in, İran’dan geçecek “Bir Kuşak Bir Yol” projesi ile Ortadoğu enerji kaynaklarına ulaşmasına engel olmaktır. Bu amaçla Çin’in, Büyük Ortadoğu (yeşil kuşak ülkeleri: Fas’tan Sudan ve Somali’ye, oradan Afganistan ve Pakistan’a kadar, tüm İslam ülkelerini kapsar) ülkeleri topraklarındaki faaliyet ve geçişlerine, engel olmak. Merkezi Ortadoğu (Türkiye ve İsrail dışında İran, Kurdistan ve 11 Arap ülkesi) ülkelerindeki petrol ve doğalgaz hatlarından yararlanması olanağını ortadan kaldırmaktır. Çünkü İran, Çin’e petrol ve doğalgaz satarak, can simidi olmaktadır. İran, hem kendini idame ettiriyor ve hem de Çin’in üretiminin ve yükselişinin devamını sağlıyor.

Bu temelde bu güne kadar, İran’a yönelik tasarlanıp uygulanan bütün saldırılar fayda etmedi. İran tarafından geri püskürtüldü. Böylece ASFO, ABD önderliğinde, Çin’in kullanabileceği muhtemel Türkmenistan, Hazar Denizi ve Azerbaycan hattını, 2020 sonbaharındaki Karabağ Savaşı ile kesti. Sıra İran rejimini değiştirmek için saldırıların diğer bir yönünü de 15 Ağustos 2021 tarihli ‘Afganistan manevrası’ üzerinden, İran’ın doğusuna da çevirdi. Şimdi İran, hem batıdan hem de doğudan baskı altına alınmış vaziyettedir. Bu gelişmeyi sezen Suriye devleti, tıpkı DAİŞ’in 2014’te Suriye işgali döneminde, Suriye Dışişleri Bakanı Vali Muavin’in “DAİŞ’ten sonra Kurd’ler ile özerkliği konuşabiliriz” demesi gibi şimdi de kendi Kurd sorununu “âdemi merkeziyetçilik” ile çözebileceğini ortaya attı. İran, Taliban’a “Afganistan’ın demografisi ile oynamamasını” hatırlattı. Çin ve Rusya, Taliban ile yumuşak siyaset pozisyonuna geçti. Pakistan başına geleceklerden habersizidir. Türkiye, vazgeçti görünmesine rağmen, hala Afganistan’a gitmeye “sıcak” bakıyor gibi durmaktadır. Ama umarım gerçekten vazgeçmiştir.

ASFO liderliğinde, ABD ile AB ülkeleri ise Taliban’a devletleşmesi için her türlü silah, ekipman, para, teknik personel, siyasi danışman yetiştirip bırakarak çekildi.

Bundan sonra Afganistan’da, ‘ABD’nin Afganistan Manevrasından’ murat ettiği asıl oyun başlayacaktır.

 

(Devam edecek)

 

DİPNOTLAR:

[1] (a) Adam Smith (1776), Ulusların Zenginliği, Alan Yayıncılık (1997), Cilt I, S. 298

(b) Dominic Hobson, The National Wealth – Who Gets What in Britain, Publisher HarperCollins (1999), P: 755-781

(c) Reader’s Digest (1999), Ne Zaman Nerede Neden ve Nasıl Oldu, İnsanlık Tarihine Yön Vermiş Dönemler, Olaylar, kişiler, Reader’s Digest Seçilmiş Yayıncılık Dağıtım Pazarlama Ticaret Ltd. Şti. (2008), İstanbul. (ilgili bölümlere bakınız).

(d) Thierry Meyssan (10.30.2016), ABD’de reform mu olacak yoksa parçalanacak mı?  Voltaire web site.

[2] 17 Eylül 2021, Çin’den Nükleer Tehdit: Hedefteki Ülkeyi Açıkladılar, Hürriyet.com.tr/dış haberler servisi.

[3] AUKUS Güvenlik Ortaklığı (17 Eylül 2021), ABD, İngiltere ve Avustralya Arasında İmzalanan Nükleer Denizaltı Antlaşması, trthaber.com

[4]Nazım Can, (2017), Hızlandırılmış III. Dünya Savaşı Hazırlığı (III) Ozguruniversite.org, web site.

[5] Nazım Can, (30. 03. 2016), Toplumu Biçimlendiren Olguların Tarihsel Eylemi (2 ve 4) Ozguruniversite.org, web site.

[6] Benedict Anderson (1983), Hayali cemaatler, Milliyetçiliğin Kökeni ve Yayılması, Metis Yayınları 2011.

[7] Nazım Can, (30. 03. 2016), Toplumu Biçimlendiren Olguların Tarihsel Eylemi (2 ve 4) Ozguruniversite.org, web site.

[8] Kürt devletleri ve hanedanlıklar listesi (22 Eylül 2012’de görüldü), tr.m.wikipedia.org, web sitesi.

 

[9] 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşmasının ilgili maddesinde, çok masum gibi görünen, Ortadoğu’da, “Kurdler, Müslüman olduğu için azınlık sayılmamıştır” çıkarsamasının altında yatan asıl neden, onun kapitalist emperyalist bir kumpas dayatması olmasıdır. Bu kumpas ile Türklerin, Farsların, Arapların ve Kurdlerin boynuna yağlı idam ilmeği geçirilmiştir. Amaca ve ihtiyaca göre ilmekler daraltılıp genişletilmiş, hala devam ettirilmektedir. Bu kumpasla, yaklaşık 100 yıldır, Türkler, Farslar, Araplar ve Kurdler, ne idam edilmekte, ne de rahat ve huzur yüzü görebilmektedir. Dolayısıyla bu emperyalist kumpasın, Türklere, Farslara, Araplara (ve Kurdlere) maddi ve manevi maliyetini araştıran, bilen, ölçüp biçen ve siyasilerin önüne çözüm için koyan, bilim adamı çalışması var mıdır? [En azından ben karşılaşmadım. Varsa af ola!] Yaklaşık 100 yıllık bu maliyetin, bugün için kaç tane Türkiye’yi yeniden inşa edeceğini biliyor muyuz? Bilmiyorsak, engel nedir?

 

[10] Bunların en önemlisinden biri, Haçlı Seferlerinde, İslam Orduları Baş Komutanının, Kurd kökenli Selahaddini Eyyubi’nin olması ve 1187 yılında, Haçlı Savaşları kapsamında, Kudüs Krallığını yıkıp Kudüs’ü fethetmesidir. Selahaddini Eyyubi, Haçlı savaşları kapsamında Kudüs Krallığını yıkıp, Kudüs’ü İslam âlemine kazandırınca, Batı Avrupalılar için karadan, Ortadoğu, Uzakdoğu, Güney Asya ve Kuzey Doğu Afrika’nın zenginliklerine ve hammadde kaynaklarına ulaşma imkânları ortadan kalkmış oldu. O günden bugüne gel zaman git zaman derken, 736 yıl sonra ASFO, Lozan’da, Kurd kökenli Selahaddini Eyyübi’nin torunlarına ‘Entegral Sömürge’ biçimini uygulayarak, Kurdleri cezalandırmaya başladı. Dolayısıyla ASFO, Fars, Türk ve Arap Müslüman “kardeşlerimizi” kullanarak, onlar üzerinden biz Kurdlerden, 100 yıldır hala süren tarihi intikamını, mislince almaya devam etmektedir.

 

[11] Bakınız: Benedict Anderson (1983), Hayali cemaatler, Milliyetçiliğin Kökeni ve Yayılması, Metis Yayınları 2011. // Ernest Gellner (1992), Ulus ve Ulusçuluk, İnsan Yayınları 1992. // E. J. Hobsbawm (1992), Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları 2010.

[12] Ellen Meiksins Wood, Özgürlük ve Mülkiyet, Yordam Kitap, S. 23.

[13] A. g. e, S. 19-36.

[14] Mahir Çayan (1971), Bütün Yazılar. Emperyalizmin III. Bunalım Dönemi, Boran Yayınevi, İnternet 3. Baskısı, S. 387-88-89.

[15] Nazım Can, (2012), Toplumsal Çelişkiler Sisteminin Kuruluş ve İşleyiş Biçimi (1), Ozguruniversite.org, web site.

[16] Ellen Meiksins Wood, Özgürlük ve Mülkiyet, Yordam Kitap, S. 21-22.

[17] Nazım Can, (2017), Hızlandırılmış III. Dünya Savaşı Hazırlığı (II), Ozguruniversite.org, web site.

[18] Georgia Guidestones, ABD’nin Georgia Eyaletinde inşa edilmiştir, vikipedia.org, web site.

[19] Faik Bulut (5 Nisan 2021), NATO bağlantılı bir düşünce kuruluşuna göre 2021 yılında 10 tehlike ile 10 fırsat, Ozguruniversite.org, web site.

[20]  Klaus Schwab (Aralık 2019), Daha iyi bir kapitalizm türü için neden ‘Davos Manifestosu’na ihtiyacımız var? weforum.org, web site.

[21] A. g. web site.

[22] 28 Ocak 2021, Hürriyet.com.tr/dış haberler servisi.

[23] 11 Şubat 2021, Hürriyet.com.tr/dış haberler servisi.

[24] 24 Eylül 2021, milliyet.com.tr/dünya haberleri servisi, “Savaş Çıkarır! 24 Jet Birden Havalandı”.

[25]  William Blum, (6 Kasım 2016), Amerikan dış politikasına dair görüşlerden bir derleme, Anti-Empire Reports.http://ozguruniversite.org/2016/11/23/amerikan-dis-politikasina-dair-goruslerden-bir-derleme-william-blum/

[26] Nazım Can, (2017), Hızlandırılmış III. Dünya Savaşı Hazırlığı, (I, II, III, IV), Ozguruniversite.org, web site.

Takvim

Eylül 2021
P S Ç P C C P
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
27282930  

timeline

Aylık

ÖZGÜR ÜNİVERSİTE YOUTUBE