SEÇİCİ UNUTKANLIK
Ömer Türkeş
(Özgür Üniversite 2018 bahar dönemi programında, ‘Cumhuriyet Romanında, Toplum, Birey, Kimlik ve Siyaset’ başlıklı seminer dizisinde, ‘Türk Romanında Yalan ve Hakikat’ başlığı sunum metnidir.)
Carlos Fuentes’in sevdiğim bir sözüdür; “edebiyat tarihin unuttuğunu gerçek kılar”. Ne var ki Türk romanında unutulanları hatırlayan, resmi tarihe şerh düşen roman sayısı çok az. Özellikle 2000’li yıllardan sonra savaşın, kıyımların ya da gündelik hayatın şiddetinin toplumda ve bireyde açtığı yaraları işleyen romanlar yazılmıyor, yazılanlar okunmuyor.
Edebiyatın kritik konulardaki seçici unutkanlığı üzerinde durmak, bunun hayatın bütün alanlarına yayılmış toplumsal/bireysel bir refleks olduğunu, edebiyata da sirayet ettiğini ve neredeyse bir gelenek haline geldiğini göstermek istiyorum.
Başlangıcından bugüne Türk romanında kendisini hep hissettirmiş bir eksiklikten söz edeceğim. Son yılların bunaltıcı atmosferinde daha da rahatsız edici hale geldi. Türk romanında eksikliğini hissettiren şey gerçeklik, gerçekçi gibi görünenlerdeki eksiklik ise gerçeklik dugusudur. Kuşkusuz pek çok istisna sayabilirim ama 9000’i aşan roman sayısı içinde birkaç yüz roman genellemeyi bozmuyor; Türkiye’de roman yazma ve okuma pratiği bireysel ve toplumsal gerçeklerle yüzleşmek yerine gerçeklikten kaçmanın bir aracına dönüşüyor.
İlk yazarlar roman sanatını Osmanlıyı kurtarmak maksadıyla batıdan ithal etmişler ancak Osmanlı toplumun baş edilmesi güç gerçeklikleriyle yüzleşemedikleri için hayali aşk hikayeleri anlatmakla geçirmişlerdi yazarlık kariyerlerini. Cumhuriyet dönemi de farklı olmadı. Siyasi ve toplumsal gerçeklerle uğraşmanın bedeli ağır, tarihsel gerçeklerse devlet tek elinde olduğundan yazarlara kalan yegane konu özel hayatlardı. Sonuçta sayısız aşk romanı, suya sabuna dokunmayan polisiyeler, resmi anlatılardan kopyalanmış tarihi, Cumhuriyet ideolojisini yaymayı vazife edinmiş siyasi roman üretildi yıllarca. Gören, duyan ve söyleyenlerin başına gelenler ibret vericiydi; toplumun büyük bir bölümü gibi yazarların büyük bir bölmü de üç maymunları oynamayı tercih ederek görmedi, duymadı, söylemedi. Bellek sıfırlandı, ötekiler dışlandı, belki de hepsinden önemlisi kanayan yaralar sarılmadı, travmalar yok sayıldı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi, ekonomik ve toplumsal gündemi, bu gündemin yarattığı atmosfer ile edebiyat arasında bir uçurum var. Sanki savaşlardan, krizlerden, şiddetten arınmış başka bir ülkede yaşıyor roman kahramanları. Sadece güncel siyasi ve toplumsal meseleler değil, artık tehlikesiz denilebilecek siyasi geçmiş de girmiyor ilgi alanına. Belki de hiç bir şeyin “tehlikesiz” olmadığının farkındalığıdır yazarları siyasi meselelerden uzaklaştıran. Belki ödenecek bedelin ağırlığından çekiniyorlar. Belki de siyasete karşı ilgisizler. Nedeni ne olursa olsun son otuz yılın bireyi ve toplumu sarsacak denli önemli ve büyük olayları edebiyatımızda en büyüklükte bir iz bırakmadı. Günümüzün çok satarlar listesinde Mevlana’yı, Fatih’i, Mimar Sinan’ı anlatan romanların başı çekmesinden de anlaşılacağı üzere -güncelle, politik konularla, iktidarın baskısıyla baş etmektense- yazar ve okuyucu tarihe sığınmayı tercih ediyor.
“Peki bunlar gerçek değil mi?” diye sorabilirsiniz. Evet gerçek ama çizilen resimde o kadar çok şey yer almıyor ki hakikate ulaşamıyoruz. Mahir Çayan’ın sözleriyle “Eksik, Eksik olduğu için yanlış” bir Türkiye tablosu çiziyor romanlarımız.
Osmanlıyla başlayalım
Osmanlıca ilk çeviri romanın yayınlanış tarihinden bir kaç yıl önce, 1856’da, İstanbul’daki aşk ve cinsellik yaşantısını çok canlı biçimde tarif eden bir gözlemle başlamak istiyorum söze. Ahmet Cevdet Paşa, “Maruzat”ında, bu yıllardaki toplumsal ilişkileri şu cümlelerle özetler; “zendostlar(kadın sevenler) çoğaldı, mahbublar(erkek sevenler) azaldı. Kavm-i Lut sanki yere battı. İstanbul’da öteden beri delikanlılara ma’ruf ve mütad olan aşk-u alaka, hali tabisi üzerine kızlara müntakii oldu. Sultan III.Selim zamanından beri mutad olan Kağıthane seyri ziyade rağbet buldu. Gerek orada, gerek Beyazıd meydanında arabalara işaretlerle mu’aşaka usulü(aşık olma biçimi) hayli meydan aldı. Kubera(kibarlar) içinde gulamparelikle meşhur olan Kamil ve Ali Paşalar ile onlara mensup olanlar kalmadı. Halbuki Ali Paşa da ecanibin(yabancıların) itirazatından ihtiraz (çekinme) ile gulampareliğini ihfaya(gizlemeye) çalışır idi”.(1)
Görüldüğü gibi, zendostların yani kadın sevenlerin sayıca artışının tarihi önem arzettiği o yıllarda, Avrupa romanında işlenen aşk ve cinsellik biçimleri Osmanlı toplumunda yeni yeni filizlenmeye başlıyordu. 1759 tarihli ilk çeviri roman Telemak’tan sonra, özellikle Fransız edebiyatının romantik ve popüler ürünleri bir biri ardına tercüme edilse bile, ilk telif romanın yazılması için oldukça uzun bir süre geçmesi gerekti. Geçen bu sürede, romanın popüler türlerine ve Batılı temalara alışan okuyuculara paralel olarak, ilk Osmanlı romanları benzer tema ve hafiflikte yazıldılar. Elbette yazarların da aynı sürecin bir parçası olduğunu ve romana dair bilgi ve alışkanlıklarının sözünü ettiğim tercümelerden kaynaklandığını eklemeliyim. Sonuç olarak, 1872 tarihinde Basiret gazetesinde tefrika edilen ve ilk Osmanlı-Türk romanı sayılan Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı, romantik bir aşkın Osmanlı toplumuna uyarlanmış haliydi. Taaşşuk-ı Talat Ve Fitnat, “emr-i izdivaç ve ahlaka dair” ibretlik bir hikaye olarak ilan edilirken, aynı zamanda eğitici/öğretici nitelikli bir roman geleneğini de başlatıyordu. En gerekli eğitim kadınlara dairdi ve ilk görüşte aşk, daha sonraki hemen her romanın değişmez sevme biçimi oldu. İmparatorluğun en önemli sorunu kadın-erkek ilişkilerine indirgendi, görücü uslü evlilik günah keçisi yapıldı; Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’taki yanlış evlilik; yaşlı bir erkeğin genç bir kızı görücü usulüyle alması ise romanların sıklıkla tekrarlanan toplumsal ve ahlaki eleştirisinin başlangıcıydı.
Tanzimat romanı olarak adlandırılan ilk dönem romanlarında Batılı metinlerin etkisi çok açıktır. Ancak Batıdaki toplumsal hayat ve siyasi ilişkilerle uyumlu değildir Osmanlı’daki vaziyet. Kamusal alan kısıtlı, özel alan kutsaldır. Bu nedenle, yazarlar belli konular etrafında döner dururlar. Kadın erkek ilişkileri; aşk ve cinsellik, en sevilen alandır. Toplumsal eleştirinin merkezini de bu kavram çifti oluşturur; özgürlük, esaret, geleneklerin iyi ve kötü yanları, sonu daima ölümle biten aşklar üzerinden anlatılır. Yazarların önemle üzerinde durdukları konulardan çoğu, mesela, geleneksel bir kurum olarak cariyelik, aşk ve cinsellik etrafında irdelenmiş, kimisi -Ahmet Mithat Efendi, Samipaşazade Sezai, Namık Kemal gibi- iyi ellerde yetişimiş bir cariye ile yapılacak izdivacı övmüş, bir çoğu -başta kadın kadın yazarlar olmak üzere- cariyeliği toptan reddetmiştir.
Georges Duby, Batıda Aşk ve Cinsellik adlı kitabında, eski toplumlardaki aşk ve cinsellik ile ilgili herşeyin mahrem alanda kaldığından ve böyle bir tarih yazmanın güçlüklerinden sözederken, en açık bilginin edebiyat metinlerinde ya da görsel sanatların sunduğu kilişeleşmiş aşk ve cinsellik mizansenlerinde olduğunu vurgular. Ancak “bu tür belgeleri eleştirmenin, şiirde, romanda, freskte, -ne kadar gerçekçi olursa olsun- filmde yansıtılan yaşanmış gerçekliğin payını ölçmenin; onları dinleyenlerin, okuyanların, bakanların davranışlarına bu yapıtların nasıl yansıdığını hesaplamanın ne kadar güç olduğu bilinir”(2)Hele o sanatsal ve edebi çalışmalar 19.yüzyılın Osmanlı toplumuna aitse… Şimdi dönüp baktığımızda, eğer bu romanları birer tarihi belge olarak kabul edersek, o yılların en önemli meselesi; aşkmış, cinsellikmiş, köhnemiş evlilik kurumuymuş, Batı taklitçiliğiymiş kanısına varabiliriz. Oysa, Batı edebiyatından gelen temaları çoğaltan Osmanlı romanındaki aşk ve cinsellik ile yaşanan pratikler arasında doğrudan bir ilişki kurmak pek anlamlı görünmüyor. Ancak yine de bu metinlerin yansıttığı önemli bir tarihsel gerçeklik var; romanlarda anlatılanlar, Osmanlı aydınlarının içinde bulunduğu düşünsel ve ruhsal dünyayı tanıtıyor bizlere, II. Meşrutiyet’ten sonraki roman patlaması ile birlikte, aydınların fikri sabiti olan aşk ve cinselliğin toplumun geneline yayıldığını gösteriyor.
Felsefi -daha doğrusu siyasi- meselesi doğu-batı karşıtlığı üzerine kurulu olan ilk Osmanlı yazarları, bu kutuplar arasında gidip gelirken biçimsel anlamda da aynı arayışın içerisindeydiler; hem sözlü kültürün -meddah geleneğinin- hem Batı romanının izleri vardır Osmanlı romanlarında. Osmanlı romanı, maddi gerçeklikten ziyade metinlerarasından çıkarmıştır aşk ve cinselliğin yerel motiflerini. Ne var ki ikirciklidir Osmanlı yazarı; bir yandan Batılı meslektaşlarının yazdıklarına ve yaşam tarzına özenir, öte yandan bu tarzın yıkıcı etkilerinden ürker; hem kadının üzerindeki baskıları eleştirir, hem o kadının cinselliğini red eder..! Tanzimat edebiyatının bu değişmez merkezleri -biraz daha zengin bir biçimde- II.Meşrutiyet döneminde de tekrarlanarak Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar uzanır. Artık mekanlar konaklar ve zengin çevrelerden kurtulmuş, estetik yapı gelişmiş, kişilerin iç dünyalarına girilmiş, kişiler ve düşünceler biraz daha çeşitlenmiş, ama hep aşk ve cinsellik oturmuştur baş köşeye.
Batıda, “Romantik şairler, çağdaş burjuva topluma karşı tepkilerinde, burjuvazi öncesine, aristokrasi çağına gitmiş, bu çağın aşk değerlerini diriltmeye çalışmışlardır. İlk görüşte aşık olmak, aşk için ölmek gibi değerler motifler bu değerler sisteminin ürünleridir. Osmanlı yazarları çelişki ve çaresizlik içerisinde kalmışlardır. İçinde bulundukları dönemi eleştirmek için Fransız romantiklerini taklit etmişler, ancak kendi doğulu yaşam tarzlarının yerine koymak istedikleri burjuva aile yapısını eleştiren Fransız romantiklerinden aldıkları temalarla, bu varolmayan kurumu eleştirmek durumunda kalmışlardır. Üstelik sarılabilecekleri eski tip bir dünyevi aşk da yoktur ellerinde”. Eğitimin önemini ve kadınla erkeğin arkadaşça birarada yaşayacağı çekirdek aile tipini överlerken, romanlara çocuk karakterleri neredeyse hiç katmamışlardır. Hayatlarında aşk ve cinselliğin -Batılı tarzda- bir karşılığı olmayınca, Osmanlı yazarları, bildikleri eski aşık hikayeleri ile Batının popüler aşk romanlarını harman ederek tarihin hiç bir anında ve hiç bir mekanında yaşanmamış ve yaşanması da mümkün olmayan bir aşk türü çıkarmışlardır ortaya. Öyle ki, Osmanlı romanında sıklıkla üzerinde durulan serbest kadın tipinin, sadakatsizliğin ve giderek zinanın toplumsal bir gerçekliği yansıtıp yansıtmadığı konularında bu romanların tanıklığı pek muteber addedilemez. Ayrıca Osmanlı romanı dediğimiz edebi pratiğin İstanbul ile sınırlı olduğunu ve bu romanların Anadolu hayatını yansıtmak gibi bir kaygıyı hiç taşımadığını da unutmamak gerekir.
Cumhuriyetin Unutulanları…
Yemen, Sarıkamış, Balkan Bozgunu, Allahüekber dağlarındaki facia, Mübadele, Kürt İsyanları, İstiklal Mahkemeleri, II. Dünya Savaşı günleri, Varlık Vergisi, 6/7 Eylül olayları, Kore ve Kıbrıs savaşları, Maraş Katliamı, otuz yıl süren iç savaş, Hayata Dönüş operasyonu… Hepsi de birer kara delik yaratıyor belleğimizde, edebiyatımızda ve tarihi anlatılarda. Tarih ve bellek boşluğunu ya da farklı bir anlatıyla doldurulmasının kabullenilmesini sağlayan devletin hukuksal düzenlemeler sayesinde tesis ettiği baskıcı atmosfer olabilir. Yine de pek çok tarihi olayın, mesela Ermeni tehcirinin böylesine ters yüz edilmesini izah etmek kolay değil. Ermeni tehcirinin Osmanlı-Türk romanına yansımamış olmasını kabul edebiliriz. Ancak Cumhuriyet kurulduğunda, olay belleklerde tazeliğini korurken nasıl ve neden unutuluverdi? Hatırlandığında böylesine ters yüz edilmesini, devletin resmi tarih anlatısıyla romanlardaki hikâyelerin örtüşmesini sağlayan dinamikler nelerdi? Sorular Türk romanının karakteristiğinin ortaya konması açısından mutlaka cevaplandırılmalıdır. Bir yazar, yanı başındaki insanların evinden barkından edilmesine, uğradığı taciz ve tecavüzlere, top yekûn imhasına tanıklık ettiği halde nasıl olur da sessiz kalmayı ve bunun utancıyla yaşamayı içine sindirebilir?
Günümüzde de karşılığı olduğu için mesela adalet algısının romana yansımasından örnekleyelim: Tanzimat, II. Meşrutiyet, İttihat ve Terakki, Cumhuriyetin Kuruluşu, Milli Şef, Demokrat Parti, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül gibi karakteristik dönemlerin her birinde topluma yeni bir çehre vermek ya da yapısal krizleri çözmek adına hukuksal düzenlemelere gidildiğini, her dönemin iktidarını kendi zihniyetine uygun pek çok kanun maddesi ile pekiştirmek istediğini görüyoruz. Ne var ki romanlarda karşılığı yok denecek kadar az. Olanlarda ise gerçeklik yok. Adalet kavramının formel hukuka indirgenmesi öylesine yaygın bir eğilim ki pek çok romanda -hatta Köy Edebiyatı kanonunun ve 12 Mart romanlarının çoğunda- sorun hukukun doğru ve düzgün işletilmemesiyle sınırlandırılmış, idealist hakim ve savcıların karşısına kötü politikacılar, güvenlik güçleri ve ağalar/zenginler konmuş, hukukun siyasetle iç içe geçmiş karakteristiği, yani bu düzende adaletin sağlanamayacağı -bir kaç istisna dışında- vurgulanmamıştır. Ya paradigmanın yanlışlığından, ya içinde yaşanılan an’ı soyutlayamamaktan ya da bir yalana inanma ihtiyacından…
Muhacirler
19.yüzyıl boyunca topraklarının çoğunu yitirip hızla küçülen Osmanlı devletinin mahçup bir mirasçısı olan bu coğrafyada göçleri ve mübadeleyi önüne koyan çalışma pek az. Resmi tarihin yalnızca Lozan’da bir madde olarak sıraladığı mübadelenin o talihsiz öznelerinden, muhacirlerden bahis açılması son yıllara kadar gizli bir emirle yasaklanmıştı sanki. Sanki onlar Balkanlarda, Ege adalarında emaneten yaşamış da Anadolu’ya dönme fırsatını tanrının bir lutfü olarak çıkan savaşla bulmuşlardı. Gidenlerin Anadoluya duydukları hasretten söz edilse bile, gelenlerin geldikleri yerlerde bir tarihleri, bir kültürleri, o topraklara duyabilecekleri tutkulu bir sevgileri olduğu yok farzedildi. Tarihsel ve toplumbilimsel araştırmalara konu edinilmedikleri gibi yerlerini yurtlarını terketmişlik hallerinin yarattığı acılar edebiyatta da bulamadı karşılığını. İşte bu nedenledir ki ard arda yayımlanan beş, on kitabı bir arada gördüğümüzde şaşırıyor, “neden şimdi” sorusunu sormaktan alamıyoruz kendimize. Neler değişti ya da değişiyor? Memleketlerinden taşıyıp getirdikleri dilleri ve kültürleriyle muhacirlerin kendileri ya da onların anıları ile büyümüş cocukları değil de ulus kimliğine doğmuş, o kimlikle yetişmiş üçüncü kuşaktan insanlar belki de hiç görmedikleri büyükannelerinin, büyükbabalarının acılarını nasıl böylesine yakıcı bir hissetmişlikle dillendiriyorlar?
İnsanlar geçmişlerini ve kimliklerini tıpkı bir roman gibi kurgulanan tarihsel hikayeler etrafında algılarlar. Nereden gelip nereye gittiğimiz, geçmişimiz, kimliklerimiz hep bu hikayeler içerisinde anlamlanır. Esra Özyürek’in Türkiye’nin Toplumsal Hafızası(2001) derlemesinde belirttiği gibi “Geçmişten çok, içinde bulunulan anın dinamikleri tarafından belirlenen ve değişken bir süreç bu. Bir diğer deyişle geçmiş, bellek yoluyla şimdiki anın ihtiyaçlarına göre sürekli yeniden şekilleniyor ve şimdiki anı meşrulaştırıyor”. 80’lerin kültürel iklimi de 80’ler Türkiyesinin siyasi yelpazesinde yer alan her kesim için yeni anlamlara, yeni kimliklere ihtiyaç doğurmuş, ihtiyaçlar ise en dolaysız biçimiyle kurgusal anlatılarda ifade edilmiştir. Son yıllarda yazılan Milli Mücadele ya da göç anlatıları da bu yelpazeyi oluşturan toplumsal kesimlerin düşünce ve algılamalarını, toplumun birleşme ve yarılma noktalarını sergiliyorlar. Tarihin kara deliklerini aydınlatmaları sevindirici elbette, ama öznesini nesneleştirme tehlikesiyle, dede ile torunun yerini değiştirme potansiyeliyle bir o kadar ürkütücü.
Aile tarihlerine dayanan kurgulanmış anılardan yola çıkarak yazılan romanlar 2000’li yıllarda kayda değer bir artış gösterdiler. Edebiyatın aile tarihlerine gösterdiği ilgi yeni bir şey değil elbette. Bu ilginin tarihin mikro alanlarına tarihçilerin göstedikleri ilgiyle örtüşmesine de şaşırmıyoruz, ama hikayesi anlatılan ailelerin büyük bir kısmının Anadoluya Balkan göçleri sonucu yerleşmişlikleri, hem edebi hem tarihi taammüllerden bir farklılık olarak önemlidir. Gözünü Balkanlara, kökleri Balkanlara uzanan ailelere ve göçlere çeviren sözlü tarihe dayalı çalışmalar da toplumsal bellekteki kıpırdanmaları sergilemeleri açısından dikkate değer.
Roman ya da tarih araştırmalarının hemen hepsinin ilk ortak noktası, muhacir ya da mübadillerin unutulmuş, ihmal edilmiş, yazıya dökülmesi gecikmiş hayat hikayelerine yapılan vurgudur. Kurgusal anlatı yazarları kendi aile tarihlerinden yola çıktıklarının ve onların unutulmuş acılarını hatırlatmayı amaçladıklarının özellikle altını çiziyorlar. Anlatılanlarla anlatanlar, anlatanlarla kaleme alanlar arasındaki sınırın silindiği Balkan hikayeleri okuyoruz.
İçerdikleri resimler, kaynakçalar ve dipnotları kadar hikayelerinden fışkıran mutluluk, dostluk, kardeşlik tasvirleriyle de benzerlikler gösteren son dönem Balkan anlatılarını biçimlendiren anlayışın arkasında kuşkusuz farklılıkları zenginlik olarak tanımlayan çok kültürcülük söylemi var. Dostlukla düşmanlığın, acılarla sevinçlerin, düş kırıklarıyla umutların içiçe geçtiği bu yeni dönem hikayelerinin anlatanlar için “doğruluğundan” kuşku duymuyorum. Şüpheli/gizli/lanetli bir kimlikmişçesine halen Selaniklilerin izlerini sürmeye çalışan ilkel şoven zihniyetlerin taraftar topladığı şu günlerde, bu çalışmaları önemsediğimi de eklemeliyim. Ama anlatıcıların çoğunun o göç günlerinde çocukluk çağlarını sürdüklerini unutmamak gerekir. Görüşmelerin yapıldığı zamanla anlatılan zaman arasındaki uzun mesafe, bu mesafenin milli eğitim müfredatından edinilmiş tarih bilgisi, tarihi romanlardan fışkıran düşmanlıklar ve kitle iletişim araçlarının biçimlendirdiği zihinlerle kat edilmesi nedeniyle bir çok gölgeli alan barındırıyor. Buna anlatıları derleyen yazarların bugünkü ihtiyaçlarla şekillenmiş bakış açılarını da eklemeliyiz. Söylemek istediğim, insanların hafıza katlarına sıkışmış hikayelerin kullanıma dolaysızca hazır gerçekler olmadığı ve resmi tarihten tümüyle farklı bir tarih anlatısının halk arasında bu gibi hikayelerle daha önce dolaşıma çıkmadığıdır. Alternatif bir tarihin resmi tarihin karşısına dikilmesi için sözlü “belgelerin” yazılı belgeler ve tarihi olgular süzgecinden geçirilmesi zorunluluğunu unutmamak gerekir.
1923’te tamamiyle silinip 80’lere kadar ulus-devlet projesi gereği tek bir kimlik üzerine “dizayn” edilen toplumsal hafıza yeni kimlikleri de kapsayacak şekilde “upgrade” ediliyor. Somut insanların acılarla dolu somut tarihlerini açığa çıkarmanın meşruluğunu tartışmıyoruz, ama geçmişe duyulan bu ilgi ve ihtiyacın 80’lerden sonra yaygınlaşan çok kimlilik, çok kültürlük arayışı ile ilişkisini de göz ardı edemeyiz. Muhacirler Türklüklerini kanıtlamak için çırpınmışlardı, yeni kuşaklarsa muhacirlerin etnik kökenlerini arıyorlar. Selaniklilik, Giritlilik, Yanyalılık, Makedonluk, Bosnaklık, Arnavutluk, Çerkezlik, Abazalık da ekleniyor kimliklere. Ancak yüz yıl öncesinde varolduğu varsayılan bu kimlikler ulus devletin bizleri hapis ettiği o tektipleşmiş kimlikten daha mı sahici? Her yeni kimlikle biz daha mı zenginleşiyoruz?
Azınlıklar, etnik kimlikler
Türk romanında Kürtlerin ve Kürt sorunun konu edilişinden ya da Türkiye Cumhuriyeti içinde gelişen bir Kürt edebiyatından söz etmek bir kez daha yokluk ve eksiklik tespiti yapmak demektir. Hele ki edebiyattan bugün karşı karşıya olduğumuz sorunların çözümüne katkıda bulunacak metinler bulup çıkarmak neredeyse hiç mümkün değildir. Bugün hikaye ve roman yazan hemen herkesin hayatında az ya da çok, iyi ya da kötü ama bir biçimde mutlaka iz bırakmış olan son yirmi yılın Türk edebiyatına birkaç roman dışında yansımamış olması bilinçli bir bellek yitiminden ve anlatılan bütün hikayelerde kendisini hemen hissettiren bir eksiklikten başka bir şey değildir. Hele ki 1980-90 arası yazılan romanlarda Kürtler ve Kürt sorununa dair ufak bir imaya dahi rastlayamayız. 90’lardan sonra, özellikle de 2000’li yıllarda bir artış kaydedilse bile, yayımlanan yüzlerce roman arasında bu yakıcı meseleye değinenler çok küçük bir yekun teşkil ederler. 80’li yıllardan sonra Kürt yazarların kaleminden çıkan çok sayıda “ilk kurşun” temasına sarılmış romanda da Türklerin asker ve devlet görevlisi dışında hiç canlandırılmaması, barış düşüncesinin her iki taraf için içselleştirilmemişliğini göstermektedir.
Son yıllarda bir tarih merakı sardı Türkiye’yi; uzak dönemlere ve uzak coğrafyalara değmeyen, 19.yüzyılın sonlarından 20.yüzyılın ilk çeyreğine, Anadolu’da yaşanan savaşlara odaklanan bir merak! Böylelikle II.Abdülhamit, II.Meşrutiyet, İttihat ve Terakki, I.Dünya Savaşı, Çanakkale muharebesi, Ermeni Tehciri, Sarıkamış Harekatı ve Milli Mücadele bir yandan tekrar ve tekrar keşfediliyor, öte yandan tarih güncel siyasi meselelere tahvil ediliyor. Roman alanını da etkileyen bu türedi tarihperestlik, hiç kuşkusuz ulusalcı hareketlerin yükselmesiyle, yeniden tasarlanan ulusal kimliğin o tarihi ve kimliği benimsetecek popüler anlatılara ihtiyaç duymasıyla ilintili. Romanlar –verildiği iddia edilen yeni kurtuluş mücadelesinde- milli tarihi halkın anlayacağı bir dile çevirme işlevini yüklenirken şanlı geçmişin hafızası rolünü üstleniyorlar. Yapılmak istenen bugünün, yakın geçmişin ya da bireysel varoluş hafızasına dahil olmayan daha uzak bir geçmişin kuşatılmasıdır.
Ermeni Tehciri bu kuşatma operasyonunun en can alıcı noktası. Öyle ki, aynı döneme ilişkin bütün diğer anlatılar dönüp dolaşıp Ermeni meselesinde kesişiyorlar. Mesela Sarıkamış Harekatı… Allahüekber dağlarında yüz bin genci bir hiç uğruna kırdıran Enver Paşa’nın Anadolu’daki bu son sergüzeştinin giderek artan sayıda incelemeye konu edilmesi söz konusu kuşatma operasyonunun karakteristiğini göstermesi açısından önemlidir. Daha on yıl önce üzerinde hiç konuşulmayan Sarıkamış bozgununun 2000’li yıllarda kahramanlık destanına çevrilmesi, yıl dönümlerinde resmi anma törenleri düzenlenmesi, pek çok kitaba ve romana konu edilmesi tesadüf değil. Çünkü dün birkaç kifayetsiz muhteris İttihatçının Turan hayalleriyle kalkışılan Sarıkamış seferinin trajik sonu bugün Ermenilere yönelik kıyımın meşru nedeni haline getirilmek, böylelikle savaş ve tehcir toplumun ortak kararı ve “iyi”si gibi sunulmak isteniyor. Ve “tarihi tarihçilerden başkasına bırakmak istemeyenler” -dün olduğu gibi bugün de- suçu üzerlerinden atmak hatta karşısındakine yüklemek için, doğrudan kanıtlar göstermeyi gerektirmeyen kurgusal anlatılarla yazılmış bir tarihi sahipleniyorlar.
Cumhuriyet döneminde yayımlanan altı bin roman arasında Ermeni tehcirinden söz edenlerin sayısal azlığı dikkat çekici. Pek çok toplumsal/tarihsel mesele gibi, Ermeni meselesi de Türk edebiyatında en çok unutulmuşluğuyla, yokluğuyla, adının anılmamasıyla vardır; ve “bu yokluk, milliyetçilikle, Türk milli kimliğinin inşasıyla bağlantılıdır”. Türk romanı için -birkaç istisna dışında- sanki Doğu cephesi hiç açılmamış, bu coğrafyada yüz binlerce Ermeni sanki hiç yaşamamıştır.
Bir tarihi, bir toplumu, o toplumun kültürünü ve edebiyatını unutmak, aslında hatırlamanın bir çeşididir; farklı bir biçimde hatırlamaktır. Milliyetçi/ulusalcı kesimlerin hafızası geçmişi bugünü meşrulaştıran bir tarihe çevirerek toplumun kolektif belleğini nefretle dolduruyor. Vicdan, adalet, sorumluluk, empati duygularından hiç nasiplenmemiş yalnız ve öfkeli insanlar başkalarının hikayelerini dinlemiyorlar elbette, acılarına bakamıyorlar. Bu topraklarda bir zamanlar Ermenilerin de yaşadığını hatırlayanların yazdıkları ise, üzücüdür, ne mağdurlar ne failler için özgürleştirici etkiler yaratacak cinsten değil.
1945 yılına kadar Ermenilerin ait oldukları topraklardan şu veya bu şekilde sürüldüklerini tescil eden bir romana rastlamıyoruz. Tehcirin ilk telaffuzunun II.Dünya savaşının Almanların yenilgisiyle sonuçlanıp Yahudi soykırımının hesabının sorulmaya başlamasından hemen sonraya denk gelmesini Tek Parti hükümetin benzer bir sorgulamaya çekilmekten ürkerek mukatele tezini benimsemesine bağlamak akla uygun geliyor.
Yazılmaya başlandıktan sonrası ise…
Ermeni meselesi ve Ermeniler bu romanlarda farklı tonlarda ve farklı düşmanlıklarla hikaye edilmiştir. Ancak metinlerden yansıyan savunma refleksleri ortaktır. Tam da Adorno’nun Yahudi soykırımıyla ilgili tutumlara ilişkin tahlillerinde söylediği gibi, Türk romanında da Ermeni tehciri ile ilgili tutumlar hem “suçların birbirine mahsubu” hem de “bizim” tarafın “suçunun küçültülmesi” çabasıyla ortaktır. Tehcirde hayatlarını kaybedenlerin sayısını bir milyondan üçyüz bine indirerek, katliamları Kürtlere mal etmeye çabalayarak ya da olayları Ermeni çetelerinin kışkırttığını iddia ederek bastırılmaya çalışılan tarihsel gerçeklikler ve dolayısıyla bellek, kimi yazarların “iyi” niyetine rağmen kurbanları ve mağdurları bir kez daha “vurmak”tan başka bir anlam taşımaz.
Romanların çoğu kolektif olarak yaşanan gerçek şiddetin -kıyımcıların bakış açısıyla kaleme alınmış, dolayısıyla karakteristik çarpıtmalardan etkilenmiş- halleri olmaları nedeniyle “kıyım metinleri” nitelemesini hak ediyorlar. Yazarlar kendi şiddetlerinin haklılığına iknadır; kendilerini yargıç olarak gördüklerinden Ermenileri suçlu kurbanlar biçiminde canlandırırlar. Kaba bir miliyetçiliğin sakil ifadesinden öteye gitmeyen kimi romanda haklı olmanın kesinliğiyle hareket edildiğinden bizim tarafın aldığı intikam saklanmaz.
2000’li yıllardan sonra durum daha da rahatsız edici bir hal aldı. Komplocu mantıkla yazılan pek çok roman yayımlandı Türkiye’de. Bu romanlarda geçmiş değil gelecek kurgulanıyor; ama Rumların, Yahudilerin, Kürtlerin ille de Ermenilerin rolü hep aynı. Onların işbirlikçi, hain, ırz namus bilmez bir topluluk biçimindeki tasvirinin anonimliği komplocular için vazgeçilmez bir esin kaynağı oluyor. Türk milliyetçiliğinin zihinsel kodlarını çözümlemek için onda her türlü nefretin, arzunun ve korkunun simgesine dönüşen Ermenilerin –ve diğerlerinin- işlevini kavramak gerekiyor. Toplumsal normları ötekiler üzerinden, kutsal olanı iğrençten üretiyor milliyetçilik. Kristeva’nın Yahudiler için söylediğini bize uyarlarsak; toplumsal ve/veya simgesel kodun iğrencin oluşturulması konusunda yetersiz kaldığı durumlarda daha şiddetli bir Ermeni karşıtlığıyla karşı karşıya kalacağımızı ileri sürebiliriz.
Komplo teorilerinin aslında birer kurmaca anlatı olduğunu biliyoruz; bu teoriler anlatı dünyasının sağladığı imkanlardan faydalanarak gerçeklerin bir roman formuna çevrilmesinden, sonra da bu romanın bir gerçeklik gibi okunarak hakikatin yerine ikame edilmesinden başka bir şey değiller. Roman formunda üretilenleri ise, her ne kadar romanın zaten bir kurmaca metin olması nedeniyle biraz kafa karışıklığı yaratsalar da, hem “inceleme” kitaplarına göre serbest “atış”a çok daha müsait ve meyilli olmaları hem de ideolojilerinin apaçıklığıyla, komplocu mantığın nasıl bir kollektif belleğin ürünü olduğunu görebilmemiz açısından çok şeffaf ve verimkar kaynaklar. Kötüler safında başka kavimlerin, başka ülkelerin, başka din ve inanışların, ama mutlaka Ermenilerin yer aldığı komplocu roman külliyatı milliyetçiliğin her rengini barındırırken Hırant Dink cinayetiyle bir kez daha yüzleştiğimiz Ermeni düşmanlığının ne kadar içselleştirilmiş ve yaygın bir duygu/düşünce biçimi olduğunu sergiliyor, hepsi de benzer bir suç yükleme alışkanlığını barındırıyorlar.
Hazmetmesi zor bir örnek Maraş katliamıdır: Maraş katliamı gazetelerde “Maraş’a anmaya gidenlere izin verilmediği” hakkındaki bir kaç küçük haberin ötesinde yer almıyor artık. Tek taraflı bir katliam gerçekleşmesine rağmen Cumhuriyet tarihine -her nedense(!)- Alevi-Sünni çatışması olarak kaydedilen ama ardında çok daha karmaşık siyasi olayların yattığı bu utanç verici siyasi/toplumsal linç vakası bugün neredeyse hiç hatırlanmıyor. Kahramanmaraş katliamı hafızanın en derinlerine itilerek, unutularak, bastırılarak aşılmaya çalışıldı, çalışılıyor. Ve yine her travmada olduğu gibi sanat ve edebiyat bu olayı seçici bir unutkanlıkla perdeliyor.
Asıl Unutulan Kötülüktür
Sadece siyasi ve toplumsal olaylar değil, büyük depremler, yangınlar, yıkımlar da yer almıyor zihnimizde. Hatta gündelik hayatın infial yaratan 3.sayfa haberleri; tacizler, tecavüzler, uğradıkları saldırılarla eşcinseller, belki de hepsinden daha travmatik sonuçlar doğuran ensest vakaları, yaşlılar, çocuklar, kediler-köpekler… Bunlar da edebiyatın unuttukları arasında sayılabilir.
Çocuklar üzerinde durmak gerekiyor. Tanzimat dönemi edebiyatı, özellikle roman, ilk yazarlar için çocukluktan erişkinliğe geçişin aracıydı. Erişkinlikle ve erişkinlere özgü meselelerle bu denli meşgul olan, romanı büyük meselelere açılan bir kapı sayan Osmanlı Aydınlarının kaleminden çıkan romanlarda çoçuklara yer verilmesi beklenemezdi. Söz konusu anlayış Meşrutiyet döneminde de sürmüş, Halit Ziya Uşaklıgil ve Hüseyin Rahmi dışında, romanlarında çocuğa, çocukların sosyal hayattaki rolüne, duygu ve düşüncelerine yer veren yazar sayısı kısıtlı kalmıştır. Çocuklar ancak, çocuklar için yazılan kitapların konusudur.
Bizi asıl ilgilendirmesi gereken, çocukların çocuk olarak düşünülmeme durumunun Cumhuriyet döneminde de değişmemesi, hatta neredeyse “gelenek” haline getirilerek günümüze kadar sürmesidir. Aslında edebiyatımızın ustalarında –Nazım Hikmet’te, Reşat Nuri’de, Yaşar Kemal’de, Orhan Kemal’de, Kemal Tahir’de, Aziz Nesin’de, Fakir Baykurt’ta, Sevgi Soysal’da, Oğuz Atay’da, ve diğer önemli yazarlarımızda- böyle bir eksiklikten söz edemeyiz. Çocuklar vardır; büyüklerin dünyasında mahsur kalmış halleriyle, sevinçleri, acıları, sorunları, yoksullukları ile romanın ve hayatın içinde hak ettikleri yeri alırlar. Kimi zaman yetişkin dünyası çocukların gözünden anlatılmış ve çarpıklık daha çarpıcı biçimde ortaya konabilmiştir.
Ancak Türk Edebiyatı dediğimizde bir hayli devasa bir üretimden söz ediyoruz demektir. İşte bu üretim içerisinde saydığım örnekler önemli bir yekun tutmuyor. Buradan hareketle, toplumsal zihniyette çocuğun kapladığı yerin hiç de iddia edildiği kadar önemli olmadığını söyleyebiliriz. Neden mi önemsiz? Biraz açalım; evet, pek çok romanda bir çocuk silüeti çıkar karşımıza. Ancak hikaye ilerledikçe, roman kahramanları açısından sadece adından söz edilerek geçiştirilir, çocuk karakterler hikayenin gidişatına hiçbir etkide bulunmaz. Hep büyüklerin sorunları, büyüklerin maceraları, acıları, sevinçleri, kafalarında dolaşan büyük meseleleri işlenecek, çocukların böyle bir hayatta neler hissedip neler düşündükleri ihmal edilecek, varlıkları da giderek silinecektir. Aslında hikayenin aksesuarıdır çocuklar. Dahası, zaman zaman büyüklerin hislerinin yoğunluğunu göstermeye yarayan araçlardır.
Pek çok romanda ise hiç ortada görünmezler. Evlerde, sokaklarda, kırlarda, iş yerlerinde, deniz kenarlarında, eğlence yerlerinde dolaşan roman kahramanlarının (yani yazarların) merceğine takılmaz küçük çocuklar. Hayvanlar söz konusu olduğunda insanmerkezli, çocuklar söz konusu olduğunda yetişkin merkezli, farklı etnik kökenden gelen insanlar –Ermeniler, Yahudiler, Araplar, Kürtler, Aleviler, Çingeneler- söz konusu olduğunda Sunni-Türk merkezli; özetle söylersek eğer, aslında ben merkezli bir zihniyet bu. Öyle bir benmerkezcilik ki, sadece çocukları değil, yaşlıları, eşcinselleri, şimdilerde yoksulları da ihmal ediyor, yazarın taşıdığı kimlikle örtüşmeyen herkese kayıtsız kalıyor. Bu kayıtsızlık, genel bir kayıtsızlığının edebiyata yansımasıdır. Adorno’nun Horkheimer ile birlikte kaleme aldıkları “Aydınlanmanın Diyalektiği”nde “İnsan ve Hayvan” adlı fragmanından bir alıntıyla açıklayacağım; “Çocuğun başını ve hayvanın sırtını kayıtsızca okşamanın anlamı şudur: Bu el yok edebilir. (…) Okşamalar, sevgi gösterileri, iktidar karşısında herkesin aynı olduğunu, kendine özgü bir varlığının bulunmadığını açıklar”.
Öyle bir kayıtsızlık ki, 2000 yılından bu yana yazılan yüzlerce roman arasında çocuklara hak ettiği yeri veren roman bulmakta güçlük çekiyoruz. Türk romanında çocuk, “kendine özgü bir varlığı olmayan” ötekidir ve Türk romanında ötekileri kuşatan kavram sevgisizliktir!
Sonuçta asıl unutulan kötülüktür. Günah keçiliğini üstlenen steroetipleştirilmiş ve basite indirgenmiş -Erol Taş misali- allah vergisi kötücül karakterlerden bahsetmiyorum. Normal dışılıkla kavranacak şeytani bir kötülük de değil kast ettiğim. Bu hayatın içinde filizlenen, serpilip gelişen bir kötülükten, böyle bir kötülüğü sıradanlaşan dinamikleri açığa çıkaracak romanların yokluğundan söz ediyorum. Linç kalabalıklarına karışıp hiç tanımadığı bir insanı paralayan kendi halinde bir aile babası, “işi gereği” tutuklulara işkence yapan emniyet görevlisi, göstericilerin gözüne biber gazı sıkan polis, arkadaşlarını ihbar eden muhbir vatandaş, karısını delik deşen eden koca, kızını taciz eden baba, hayvanlara eziyet eden çocuklar, yıkıcı dedikodular, dışlayıcı mekanizmalar… Bunları yaparken duyulan haz. Utanmak yerine övünmek. Hasetle, kinle, düşmanlıkla yoğrulmuş bir ruh hali. Sadece bize özgü değil; dünyanın her yerinde, her toplumda meydana gelebilecek türden olaylar ve insanlık halleri. Vurgulama istediğim, söz konusu durumun Türkiye’de herkes tarafından pişkinlikle karşılanması, sorgulanmak yerine elbirliğiyle gizlenmesi, kurbanın suçlu yerine konulup başına gelene razı olması yönünde topluca çaba gösterilmesi. Ve edebiyatın bu sürece susarak destek vermesi…
Tarihi ya da güncel, irili ufaklı pek çok olayın su yüzüne çıkmama nedeni toplum olarak gerçeklikten kaçmayı, “mış” gibi yapmayı alışkanlık haline getirmemiz, unutmayı bir tür resmî din olarak benimsemişliğimizdir. Kolektif ve seçici bir unutkanlık bu. Travmalarla baş etmenin bir yolu bunları hikâye etmek ve belgelemekse, öteki ve kolay/kestirme yolu bastırmak ve unutmaktır. Yazarlar da topluma ayak uyduruyor ve bu yolu seçiyorlar: yazılanlar gerçeklerin üzerini örtmek, karartmak hatta yepyeni ve fakat tamamıyla fantastik bir gerçeklik yaratmak işlevi görüyor. Romanlar artık sarsmıyor, vicdanları huzursuz etmiyor, bir gerçeklik ve haksızlık karşısında isyana çağırmıyor; tersine -tıpkı pembe diziler ya da “kadın” programları gibi- rahatlatma, hoşça vakit geçirme işlevini yükleniyorlar. Gerçeğe benzeyen ama gerçeklere dokunmayan bir masal dünyası bu.
Milliyetçi, İslamcı, solcu ya da tarihi, siyasi, polisiye, aşk… Fark etmiyor. Edebiyat ürünlerini kategorize etmeye hiç gerek yok. Önemli olan edebiyatın bir bütün olarak ne yaptığı, gerçeklikle nasıl bir ilişki kurduğu. Gerçeklikten bilinçli bir kaçış olduğunu düşünmüyorum. Sorun gerçekliğin kavranışında. Bir yazar ancak farkına vardığı gerçekliği ifşa eder. Okuyucu farkına vardığı kadarını benimser. Herkesin kendi derdine düştüğü böyle bir hayat içerisinde gerçekliğin yerini arzular, düşler ve hayaller almış, edebiyat kaçılacak pembe bir dünyaya dönüşmüşse eğer, bunun nedeni gerçek hayatın ekonomik ve siyasal anlamda eşitliksiz, adaletsiz, baskıcı, boğucu, şiddet dolu atmosferidir. Artık hiç kimse gördüğü şeyi, çoğu kez gözünün önünde olan, belki konuşulmayan ya da pek az konuşulan ama yine de gözle görülür olan şeyi gördüğünü kendi kendine bile söylemeye ya da kabullenmeye cesaret edemediği için yaşanan gerçekliğin bireyde yarattığı travmalar yazılmıyor bu ülkede; kimse bilmek istemediği için. Bilmek insanları dehşete, biyografik ve ahlaki dehşete düşürdüğü için!.. İşte bu nedenle medya, edebiyat ve toplum görmüyor, duymuyor, konuşmuyor; bilinçli olarak, bilmemeyi isteyerek bilmeyen, öğrenmeyi reddeden, öğrenmekten nefret eden, “kendinden memnun cahil”ler olmayı tercih ediyoruz… Cahillik ürünü anlatılar kulaktan kulağa yayılıyor, yalanlar benimseniyor. Gerçeklikten toplu bir kaçışın yaşandığı Türkiye’de siyasi ve toplumsal gerçekleri, bu gerçekler karşısında acı çeken bireyi -edebi ölçütleri ıskalamadan- romana taşımak gerçekten zor bir iş. Zaten travmatik sürecin süreğenleştiği, olağan hale geldiği, normalin yerini aldığı bir toplumda travma anlatısı nasıl yapılabilir?
Edebiyatla medya arasındaki ilişki önemli. Habercisinden köşe yazarına, gazetecisinden entelektüeline kadar medyanın tamamı iktidarla içiçe geçmiş, doğrudan iktidar tarafından yönlendirilmiş durumdayken gerçeklerden söz etmek anlamsızlaşıyor. Medyanın gerçekleri örtme, çarpıtma ya da yepyeni bir gerçeklik yaratma konusunda en yetkin ve pervasız dönemini yaşadığı 2000’li yıllarda gerçekliğin örtüsünü açma görevini -medyanın hemen yanı başına konuşlanmış ve endüstrileşmiş- roman sanatından beklemek artık sadece bir dilek olabilir.
Vardığımız noktada, dilin, gerçeği aynı anda hem gösterme hem de gizleme becerisi ortaya çıkmış, edebiyat da dahil olmak üzere toplumun her alanında yalan ve sahte gerçeğin yerini almıştır. İlginç olan inandırmak için hiç bir çaba gösterilmemesi, çabaya ihtiyaç bile duyulmaması. Hatta herkes için abartı ve mübalağa özellikle istenen, hayallerdeki imgeyi besleyen bir şey. Yalan o kadar apaçık söyleniyor, o kadar arsızca pazarlanıyor ki gerçekliğini sanki sergilenen sahteliğinden kazanıyor. Bugünün medya dili ve köşe yazarlığının karakteristiği tam da budur ve okuyucuyla suç ortaklığından beslenir. İcraatların gerçek yüzünü gizlemeye, rızayı beslemeye yarayan, sonuçta medyaya maddi menfaat de sağlayan böyle bir suç ortaklığı mevcut hükümetin, aslında genel olarak hükümetlerin yönetme stratejilerinin bir parçası.
Yalanı iş edinmiş çok sayıda insanın, köşe yazarının, profesyonelleşmiş akademisyenin, popüler tarihçilerin kanaat önderliği yaptığı bir ülkede hatırlama kültürü yaratma çalışmalarına da biraz şüpheyle yaklaşmak gerekir. Resmi anlatıların yerini alacak ve bellekleri yeniden şekillendirecek çalışmalar bugünün ihtiyaçlarına -kültürel duyarlılıklara, etik sorgulamalara ve şimdiki zamanın politik beğenilerine- göre düzenlendiği takdirde tarihin gerçeklerine, insanlarına, acılarına ulaşmak yine mümkün olmayacak.
Böyle zamanlarda edebiyat üzerine konuşmak hiç de kolay değil. Üstelik edebiyatla, romanlarla, yayıncılık dünyasıyla bu sorunları ilişkilendirmek, konuya dönüp dolaşıp siyaseti ve ekonomiyi katmak itirazlara neden olabilir. Doğrudur, bu meseleleri siyasetle ve ekonomiyle bilhassa ilişkilendirmek gerçekten de gereksiz; çünkü siyaset ve ekonomi edebiyatın, romanın ve yayın dünyasının organik bileşenleridir.
Böyle bir fikriyattan yola çıktığımızda yayın dünyasındaki ekonomik krizi, krize çare üretmek adına yayımlanan romanlardaki kalitesizliği, siyasetin şiddeti karşısında alt üst olan zihinleri, dilsizleşen vicdanları anlayabiliriz. Bu romanımızdaki hakikat kaybının da nedenidir.
Camus, II.Dünya Savaşı sırasında benzer bir krizi tespit etmiş ve “Denemeler”ine şu cümlelerle yansıtmıştı; “İnsanların geleceğe kapalı yaşamaları ilk kez bugün olmuyor elbet. Ama, insanlar eskiden konuşarak bağrışarak bu duvarı aşarlardı. Kendilerine umut veren başka değerleri yardıma çağırırlardı. Bugün kimse konuşmuyor (eski söylediklerini yineleyenlerden başka), çünkü, dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler, öğütleri, haber vermeleri, yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor. Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki, insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırırdı bizi. Gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanı küçülttüler, öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular. Ve hiç bir kez, bunu yapanlar, yaptıklarının kötü olduğuna inandırılamadı. Çünkü, kendilerine güveniyorlardı. Çünkü, soyut bir kafa, yani bir ideolojinin adamı başka bir şeye inandırılamaz.”
Okuyucunun/toplumun rolü
Edebiyatın gerçeklikten kaçışından söz ederken okuyucuya özel bir yer açmak zorundayız. Çünkü okuyucu, bir romanın kıymetinin çok satmasıyla ölçüldüğü şimdiki zamanlarda edebiyata yön veren en büyük güç olmuştur. Edebiyatın değerine ya da belli bir tarihsel dönemde üretilen edebiyat ürünlerinin yapısına ışık tutmaya yönelen her türden çaba okur perspektifini, okurların değişen güdülerini, dönemin üretim ve tüketim alışkanlıklarını işin içine katmak zorundadır ve öncelikle akılda tutulması gereken yazma ile okumanın, yazarla okuyucunun aynı tarihsel olgunun iki yüzü olduğu gerçeğidir.
Kitap üretiminin ciddi bir iş kolu haline geldiği günümüzde okuyucu okuma-yazma sürecinin gizli ama en önemli öznesidir. Yazarlar ve eleştirmenler sahnenin önündedir, ama sahneyi yayımcılar kurar, alkışlarıyla nihai kararı verecek olansa okuyucudur. İşte bu nedenle bir yazar bir roman yazmaya başladığında kitabın yayımlanma ve tüketilme olanaklarını da düşünmek zorundadır. Yani yazar okuyucusunu seçerken konusunu, konusunu seçerken okuyucusunu da hesaba katmıştır. Öyleyse okuyucunun tercihleriyle yazarların tercihleri arasında büyük bir uçurum olmadığını söylemek gerekiyor.
Bugünün okuyucunun eleştirel gözlüğü yok; yakın okumayı seviyor. “Yakın okuma” sıradan okur arasında hızla yayılan bu okuma biçimi -gazeteleri, televizyon kanalları, internet siteleri ile- medyanın belirlediği bir ilişkilenme tarzı. Bir roman okumakla bir TV dizisi izlemek arasındaki ayrımı ortadan kaldırıyor. Nasıl ki bir gazetede okunulan bir makale yazarının –vermek istediği imajı bütünleyen- bir fotoğrafı ve yazarın hayatıyla ilgili bilgilerle birlikte alımlanıyorsa, nasıl ki bir televizyon dizisi oyuncuları magazin haberlerinde sergilenen özel hayatları eşliğinde tüketiliyorsa, yazarlar ve romanları da aynı muameleden geçirilmek isteniyor. Okuyucu kurgusal hikâyelerden ziyade yazarın hayatını izlemek, yazarın ona içini açmasını istiyor. Romanın hikâyesi ile yazarın kitap kapağındaki biyografisi arasında bağlantılar kurmaya, sonra bu hikâyelerle kendisi arasında hayal yoluyla benzerlikler bulmaya, yani yer değiştirmeye çalışıyor.
Yakın okuma, medya kültürünün yaygınlaştırdığı teşhircilik ve röntgencilik kültürünün edebiyata yansıması. Hayat hikâyelerini ortaya koydukları için ya da medyada verdikleri pozlar nedeniyle yazarları teşhircilikle suçlayacaksak eğer, onları izlemek ve yazara onlar aracılığıyla bağlanmak da okurların röntgenciliğidir. Okuyucu artık kendi gücünün farkında. Röntgencilikle yetinmiyor; kendi yazarlarını kendileri tarif ediyor, giydirip kuşatıyor, yaşam öykülerini diledikleri gibi dikte ettirebiliyor ya da ettirmek istiyor. Aslında yazarı önemserken kendisini önemsiyor; romandaki hikâyeyi olumlarken kendi hayatını ya da kurduğu düşleri olumluyor. Yazarı hakkında yapılan eleştirilere kulakları tıkalı. Çünkü eleştirilenin yazar değil kendisi olduğunu düşünüyor. Kısacası yakın okumalar edebiyatla ilgili bir etkinlik değil, kendini doğrulamanın, gerçeklikten kaçmanın, yalanlara sığınmanın yeni bir biçimi.
Siyasi operasyonların emniyet, istihbarat ve hukuk müessesi üzerinden yürütüldüğü bir ülkede -hiç değilse- siyasi polisiyelerde ciddi bir artış beklenmesi doğaldır. Ne var ki süreç bu tarz polisiyelerin önünü açmadı. Suçu sadece edebiyata yüklemeyelim. Türkiye’de her şeyin -gizlenmeye bile gerek görülmeden- açık seçik tezgâhlanışı, herkesin bilmesi, hatta onay vermesi belki de siyasi polisiyelerin yazılmasının önüne geçiyor. 80 öncesinin, sonrasının, Susurluk kazasının, faili meçhullerin, 2000’lerdeki siyasi karmaşanın, derin devletteki yeni yapılanmanın, cemaatlerle hükümet arasında önce MİT sonra yargı kurumu üzerindeki çekişmenin, Roboski ve benzeri cinayetlerin gözler önünde gerçekleştiği halde hiç bir hayret ve tepki uyandırmadan geçiştirildiği bir ülkede heyecan uyandıracak bir polisiye roman yazmak zor iş.
Türkiye’de asıl sorun eleştiri yoksunluğu, toplumun bu türden olaylara karşı duyarsızlığı. Duyarsızlık demek yanlış; toplum duyarsız değil, daha da kötüsü, gücü elinde bulunduranları kayıtsız şartsız destekliyor. Hukukun siyasallaşması, güçlü olanın dilediği gibi yönetmesi, insanların asılsız suçlamalar ve çakma delillerle yıllarca hapiste tutulması vicdanları rahatsız etmiyor. Siyasetten futbola kadar her yerde despotik bir liderin peşine takılan insanlar, liderlerinin keyfi, haksız, hukuksuz her türlü kararını alkışlamaya nedense çok hevesli…
Böylelikle hayattan ve tarihten uzaklaşan, yazınsal bir oyuna, artistik bir yaratıya dönüşen ve biçimin içerikten önemli sayıldığı bir edebiyatın geliştiğine tanık oluyoruz. Türkiye’de edebiyatla politika arasındaki ilişkinin kopmasından bu yana geçen nerdeyse kırk yıllık süreçte, hem edebi ürünler hem de bizim onları değerlendirme biçimlerimiz farklılaşıyor; hiç kimse edebiyat ürünlerinden yansıyan ideolojileri sorgulamıyor, herkes çarpıcı bir hikayenin, birkaç güzel cümlenin peşine düşüyor, edebiyat bollaştıkça toplumsal bağlılık açısından yorumu da serbestleşiyor. Toplumu bir arada tutan ve bu yüzden tek anlamlı bir yorum gerektiren ‘kutsal metin’ düşüşe geçerken hiçbir ‘siyasal’ sorumluluk taşımayan, bu nedenle de çoğul okumalara müsaade eden ‘dünya metni’ çıkıyor ortaya. Artık bir romanda her okuyucu farklı bir hakikat bulabilir ve bu hakikatlerin hepsi de meşru sayılabilir. Ama her şeyin meşru sayıldığı bir dünya, aslında değerlerin önemsizleştiği ve anlamın yittiği bir dünyadır. Böyle bir dünyada edebiyattan hayata bir biçim vermesi, kim olduğumuzu, ne hissettiğimizi ve bütün bu çabaların, ideallerin, çatışmaların amacının ne olduğunu anlamamıza yardım etmesini bekleyemeyiz. Yazarın sözünün ehemmiyetini yitirmesinin nedeni işte bu beklentisizliktir. Kendisinden hiç bir şey beklenilmeyen yazar özgürleşmiştir. Ancak olumluluk anlamında değil, reklamlardaki “özgür kız”ınkine benzer bir “free”lik; her türden zorunluluktan azade olmayı, alıp başını gidebilmeyi ifade eden, bir serbestlik hali, hatta bir delilik durumu olarak kavranan bir özgürleşme…
Bir zamanlar “Biliyorum” diye haykırdığı için değerliydi yazar, şimdilerde bilmeyenleri, bilse de söylemeyenleri kimse suçlamıyor. Sorgulanması gereken budur, yazarın ve romanının her türlü toplumsal zorunluluktan ve sorumluluktan azat edilmişliğidir, çünkü toplumun ve insanın dış dünyada karşı karşıya olduğu somut gerçekleri görmeyen ya da görmezden gelen bir yazarın, o toplum, o insan ve o dünya üzerine yazacak bir şeyi yoktur. Bunun çok çarpıcı ve hüzünlü bir örneği olarak Orhan Pamuk’u göstereceğim. “Kırmızı Saçlı Kadın” romanıyla ilgili konuşmalarında “1970’lerde insanlar sokaklarda sinek gibi ölürdü. O daha da kötüydü diyebilirim. Şimdi Cumhurbaşkanı “Vatan haini” diye bağırıyor. Ama hiç olmazsa sokakta ölen yok” diyen Orhan Pamuk, tarihin en kanlı, en vahşi dönemini yaşadığımızın, Gezi Parkı eylemlerinde kurşunlanan gençlerin, Reyhanlı’da, Suruç’ta, Ankara’da, Sultanahmet’te yüzlerce cana mal olan bombaların, Sur’da, Cizre’de haftalardır süren sokak savaşlarının farkında değil. Farkındalık eksikliği demiyorum, Orhan Pamuk’unki bu topluma ilişkin farkındalık yoksunluğudur ve böyle bir yoksunlukla malül bir yazarın bu andan sonra -az önce vurguladığım üzere- topluma söyleyecek sözü de yoktur.
Sistemlerin ağır ağır içimize işleyen sıradan suçuyla malülüz. Bu düzenlerde masum bir hayat sürdüğümüzü sanarak gerçekleşiyor bu durum. Bütün politik düzenler aynı şeyi istiyor, yani acının bertaraf edilmesini. Suç işlendiğini biliyoruz aslında ama yine de bize acısız bir hayatı kakalamaya çalışanların kucağına düşüyoruz. Yalan ve hakikat yer değiştiriyor.
Hakikatin yerini yalanların aldığı bir ülkede en çok zarar görecek yazarlık kimliğidir. Çünkü –Camus’ün ifadesiyle- “ister bütün ömrünce ünsüz ya da bir zaman için ünlü olsun, ister zorbaların zincirlerine vurulsun, ister bir süre dileğini özgürce söylesin, yazar kendini haklı ve canlı bir topluluk içinde duyabilir; bu da, yazarın, elinden geldiğince, sanatının büyüklüğünü yapan şu iki görevi yüklenmesiyle olur : Gerçeği ve özgürlüğü. Sanatçının işi en büyük sayıda insanı toplamak olduğu için, yalanla ve kölelikle uzlaşamaz, çünkü, yalan da kölelik de, bulundukları yerde yalnızlıkları çoğaltırlar. Tek tek olarak sakatlıklarımız ne olursa olsun, soylu yazarlık sanatı, korunması güç olan şu iki ödeve bağlı kalacaktır: Bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymak.”
Sonuçta, hakikatin ve doğruların silindiği bir edebiyatın değer kaybı kaçınılmazdır. Şimdi “peki doğru nedir?” diye sorabilirsiniz. Yanıtı Camus’e bırakıyorum; “Doğruluk nedir, diyordunuz. Onu bilmiyoruz, doğru. Ama, hiç değilse, yalanın ne olduğunu biliyoruz : işte sizin bize öğrettiğiniz de bu oldu. insan düşüncesi nedir? Onun da karşıtının ne olduğunu biliyoruz. O, eninde sonunda, zorbalarla Tanrıları kapı dışarı eden güçtür. Aydınlığın gücüdür o.”
Edebiyat elbette kendi başına sorunların üstesinden gelemez; “estetik yaşantı kötülüğün aşısı değildir”. Siyasette, toplumda ve edebiyatta yaşadığımız sıkıntılarla baş etmek için politik mücadele gerekir; “kötülüğün tek aşısı politik bilinçtir, politik bilinç edinmektir”.