– CENGİZ KÖSTENLİOĞLU –
İnsanlığın bir uygarlık krizi yaşadığı apaçık ortada. Bir yanda sınırsız zenginlik, diğer yanda derin bir yoksulluk ve açlık. Sürekli hale gelen ve yayılma riski taşıyan bölgesel savaş ve çatışmalar toplumları tehdit ediyor. İnsan eliyle oluşan doğa tahribatı giderek şiddetleniyor ve dönülmez eşiğe doğru hızla yol alıyor. İnsanî değerlerde ciddi bir erozyon yaşanıyor. Bu gidişi durdurmak için acilen harekete geçilmesi, kaçınılmaz yıkımı önlemek için fikirler üretilmesi, ve vakit geçirilmeden çözümler bulunması gerekiyor.
Mevcut duruma ilgisiz kalmak, suyu yavaş yavaş ısıtılan kazandaki kurbağaların durumuna benziyor. Su ısındıkça rehavete kapılan ve kaynama noktasına gelmeden kazanın dışına sıçrayıp kurtulmaları mümkünken haşlanıp ölen kurbağalara.
Fikret Başkaya yeni kitabında uygarlık krizinin birçok yönünü ortaya seriyor. Gerçeklerin yaygın ve çok etkili kitle iletişim araçlarıyla kolayca çarpıtıldığı ve eğitimin daha çok dünyayı yağmalayanların çıkarlarına hizmet etmek üzere biçimledirildiği koşullarda olup biteni bütün açıklığıyla ve sözü eğip bükmeden söylemek çok önemli. Başkaya her zaman gösterdiği bu tavırla gerçeğin izini sürüyor. Krizden çıkış için çözüm yolları ve alternatifler öneriyor. Çözümler, sorunları yaratanlardan beklenemeyeceğinden iş büyük insanlığa düşüyor. Yıkıcı ve yağmacı güçlerin arzu ettiği gibi düşünmeyi, davranmayı ve tüketmeyi bırakmak gerekiyor. Yeni, yapıcı, insanı ve doğanın dengelerini gözeten, insanlığın ortak temel ihtiyaçlarını karşılamaya ve insanî gelişmenin koşullarını oluşturmaya yönelik çözümler üretmek ve bunları hayat geçirmek için harekete geçmek zorunlu.
Kitabın ilk bölümü bir meta uygarlığı olarak kapitalizm, meta fetişizmi, mülksüzleştirerek sağlanan sermaye birikimi, kullanım değeri ve değişim değeri, çarpıtılmış ihtiyaçlar hiyerarşisi kavramlarına ayrılmış. Başkaya, yağmanın ve sömürünün ulaştığı düzeyi şöyle tanımlıyor: “Topraklar, tohumlar, sular, nehirler, koylar, denizler, bitki örtüsü (flora), biyolojik çeşitlilik, kamuya ait olduğu varsayılan işletmeler, kamu hizmetleri denilenler, yollar, köprüler, kentsel dönüşüm adı altında talan edilen kentler, velhasıl akla gelen ne kadar yaşam aracı varsa özel mülk kategorisine dahil ediliyor, birer özel kâr ve kazanç aracına dönüştürülüyor.”
Değişim değerinin kullanım değerinin yerine konması bir sapma ve çelişki. İnsanların temel ihtiyaçları karşılanmazken ihtiyaçlarla ilgisi olmayan onca şeyin ortalığı kaplaması bu sapmanın sonucu. Zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum, tarihte hiçbir zaman bu kadar derin olmamıştı.
Başkaya “savunma ve güvenlik” adına insan emeği, enerji ve doğal kaynakların öldürme ve yok etme araçlarının üretimine tahsis edilmesine dikkati çekerek aslında söz konusu olan güvenliğin, dünyanın beşeri ve doğal kaynaklarına el koyan oligarşilerin ve mülk sahibi sınıfların güvenliği olduğuna dikkati çekiyor.
BİLİMSEL BOMBA!
Teknoloji fetişizmi ve insanı dışarıda bırakan ve milyonları işinden eden üretim yöntemlerinin yarattığı toplumsal tahribat üzerinde duruluyor. Hiroşima’ya ilk atom bombası atıldığında bunun bir insanlık suçu olarak değil, bilimsel bir devrim olarak sunulabilmesi bu sapmanın uç örneklerinden biri. Hangi teknolojilerin öncelikli olacağına ve geliştirileceğine her zaman sermayenin ve onun aracı haline gelen devletlerin karar vermesi toplumun bu kararların dışında tutulması asıl amacın insanlığın iyiliği olmadığının bir delili.
“Eğer teknoloji, doğanın yağmalanması, insan ilişkilerinin kötüleşmesi, insanın yabancılaşmasının derinleşmesi, sonucunu doğuruyorsa, sosyal eşitsizlikleri derinleştiriyorsa, oligarşik çıkarlara hizmet ediyorsa, beklenenin aksine emek sömürüsünü artırıyorsa, gelir dağılımını bozuyorsa teknolojinin yöntem ve amaçları üzerine kafa yormak gerekmiyor mu?”
Başkaya mevcut durumun sürdürülemezliği ve kabul edilemezliğini nedenleri ve kanıtlarıyla ortaya koyarken “Nasıl üretmeli, nasıl tüketmeli, nasıl yaşamalı?” sorularına cevap arıyor. Tabii ki hemen sonuç verecek mucize reçeteler vermek mümkün değil. Fakat öncelikle bir şeyleri değiştirmenin gerekliliğini kabul etmek, insanlık ve onun içinde var olduğu doğayı korumak için hemen şimdi harekete geçme zorunluluğu var. Aşırı üretim ve aşırı tüketim öncelikli konu. “Üretim toplumun fiziki, kültürel ve ruhi kolektif yaşamının devamını sağlayan bir etkinlik olmak zorundadır” demekle mevcut yıkıcı üretim anlayışının karşıtını ortaya konuyor.
EKMEK YOK, MERMİ VERELİM!
Üretim etkinliğinin kullanım değeri ve ihtiyaçlar yerine daha fazla kazanç elde etmeye yönelik olması bir yanda üretim fazlasına neden olurken ve müthiş bir israf söz konusuyken, diğer yanda insanların temel ihtiyaçları karşılanamıyor. Başkaya, kaynakların insanlık için kullanılmadığının en açık örneği olarak açlık sorununu çözmek için yılda 80 milyar dolar yeterliyken, her yıl sadece yeni silah üretimi için, bunun tam 20 katının harcanmasını gösteriyor. Üstelik halihazırda dünyadaki tüm canlı yaşamı 20 kez sonlandıracak kapasitede silah varken!..
İhtiyaçlar ve ihtiyaçlar hiyerarşisi kavramları kitapta önemle üzerinde durulan konulardan biri. Gerçek ihtiyaçlarla tüketim toplumunun yapay ihtiyaçları, reklamlar ve diğer yöntemlerle insanlarda oluşturulan eksiklik duygusunu tatmine yönelik ihtiyaçlar ayrı kavramlar.
“Sermaye sahipleri için artı değer üretme durumunu aşmak, tüm insanların maddi, manevi, kültürel ihtiyaçlarını karşılamak üzere üretimin yönünü ve yapılış tarzını değiştirmek, dönüştürmek gerekiyor.”
Öncelikle asla üretilmemesi gerekenler var; Nükleer silahlar, nükleer enerji, biyolojik silahlar… İklim krizini derinleştiren ve şehirlerde yaşamı güçleştiren, büyük kaynak israfına yol açan araba üretiminin de sınırlandırılması, toplu taşıma çözümlerinin öne çıkarılması gerekiyor.
Tarımsal üretim temel gıdaların sağlıklı koşullarda üretilmesi faaliyeti olmaktan çıkarılmış ve ulusötesi şirketlerin çıkarlarına göre şekillendirilmiş durumda. Binlerce tür yok edilirken şirketlerin dayattığı tohumların, kimyasal gübrelerin, zehirlerin ve hormonların kullanımının zorunlu olduğu yıkıcı bir tarım üretimi hakim kılındı. Gıda üretimi de yerel beslenme yöntemleri ve alışkanlıkları kalıcı olarak değiştirilerek hazır gıda üreticisi dev şirketlerin tekeline terk edildi. Başkaya; toprağı, suyu ve havayı zehirleyen, doğal yaşamı yıkıma uğratan, insanları zehirleyen ve hastalandıran endüstriyel tarım yöntemlerinden vazgeçilerek, halkların gıda güvenliğini ve gıda egemenliğini esas alan, doğayı koruyan, kırsal alanın insansızlaşmasının önüne geçen bir tarım üretimi öneriyor. Tarım ve hayvancılıkta binlerce yılda biriktirilen bilgilerin ve edinilen becerilerin bir yana bırakılması yerine, bu birikime çağdaş bilgilerin insan ve doğa eksenli çözümlerinin eklenmesiyle açlık sorununu çözmek, yaygınlaşmış durumdaki beslenme kaynaklı hastalıkları önlemek ve korkunç boyutlardaki doğa tahribatını önlemek pekala mümkündür. Genetiği değiştirilmiş mısırı mısır şurubu üretmek ve hayvan yemi olarak kullanmak için Amazon ormanlarını, biyoyakıt üretmek için açlıkla boğuşan yoksul Afrika’nın topraklarını ve kısıtlı suyunu bitirmek insanlığın projesi olamaz.
Kitapta enerji üretim yöntemlerinin radikal biçimde değişmesinin gerekliliği, etkileri binlerce yıl sürecek felaketler yol açan nükleer enerji üretiminden vazgeçilmesi, petrol ve kömür yerine güneş ve rüzgardan sağlanacak enerjiye öncelik verilmesi savunuluyor.
O KADAR DA YEMEYİN EFENDİLER!
Kitabın “Nasıl tüketmeli?” başlıklı bölümü Gandi’nin “Sade yaşa ki, başkaları da sade bir yaşam sürebilsinler” özdeyişiyle başlıyor. Dünyanın en zengin yüzde 1’lik dilimi dünyanın toplam zenginliğinin yüzde 50’sine sahipken, yüzde 80’e düşen pay 5.5 dan ibaret. Dünya ekonomisini kazançlarını büyük ölçüde spekülatif faaliyetlerden sağlayan finans sermayesi yönetiyor. Başkaya’nın söyleyişiyle 20 kadar grup koca bir insanlığı rehin almış durumda. Süper zenginlerin lüks harcamalarının yıllık tutarı 1 trilyon doları buluyor. Bu tutarın onda biri açlık sorununu çözmeye yetiyor. Böyle bir tüketim, ‘consume’ kelimesinin Latince anlamıyla gerçekten bitirmek, yok etmek, öldürmek, yakıp kül etmek anlamına geliyor.
Tüketimin masum olmadığına vurgu yapan Başkaya reklamlar, marka ve israf kavramları üzerinde dururken tüketimi hızlandırmak için uygulanan ve genellikle gözden kaçan bir kavramı “programlanmış eskime” tuzağını gündeme getiriyor. Tüketimi ivedilikle azaltmak gerekiyor. Fakat çok zenginlerin ve zenginlerin aşırı tüketimini kısmadan insanlığın geri kalanının tüketimi gönüllü olarak azaltmasını ve yetinmeci bir anlayışı benimsemesini beklemenin gerçekçi olmadığını da kaydediyor.
“Nasıl yaşamalı?” Başlığı altında, bir tabu olarak özel mülkiyet kavramı, para, devlet -piyasa, kamu-özel sektör devlet-sermaye ikiliğinin yanıltıcılığı ve “müşterekler” kavramı tartışılıyor. Özel mülkiyetin tarihsel gelişimi ve genişlemesinin yarattığı olumsuzluklar üzerinde durularak, sömürüye imkan vermeyecek sınırının ne olması gerektiği üzerinde duruluyor. Devletin, mülk sahibi sınıfın, mülksüzleştirilmiş çoğunluğa karşı bir şiddet aygıtı olduğu, hatta devletin bizzat mülk sahibi sınıf olduğu realitesine, devletleştirme, kamulaştırma uygulamalarının da yine egemenlerin çıkarlarına hizmet ettiğine dikkat çekiliyor. Kapitalist sınıf bir şeylere teker teker sahip olabilirken, mevcut konjoktüre göre kollektif olarak da sahip olabilmektedir. Bu durumda sınırlarını sermayenin çizdiği bir kamulaştırma şeylerin kamuya ait olduğu yanılsaması yaratmaktan öteye geçmemektedir. Sermaye yüksek maliyetli yatırımların giderlerini topuma yüklemekte sonra özelleştirme yoluyla kazanca el koymaktadır.
Başkaya unutturulmaya çalışılan müşterekler kavramı üzerinde önemle duruyor. “Herkesin olan, veya hiç kimsenin olmayan, ortakça sahiplenmeye, kullanmaya dayalı müşterekleri yeniden canlandırmanın gerekliliğini savunuyor. Suyun, nehirlerin, ormanların, toprakların, akla gelen her şeyin şahıs veya şirket malı hale getirildiği bir dünyada bu durum olağan ve mantıklı kabul edilirken, bunların gerçek sahibi olan topluma iadesi neden kabul edilemez görülsün? Yaratıcı bir ütopyaya gerek var. Kavramların çarpıtıldığı bir ortamda Fikret Başkaya gerçeğin izini sürmeye devam ediyor.