Güngör Şenkal
Of Nüfus Defteri (1834)¹
Asıl olarak Of Nüfus Defteri’nin transkripsiyonu olan Of Nüfus Defteri (1834) adlı çalışma, Sunuş, Önsöz ve 25 madde halinde düzenlenen Giriş bölümlerinde verildiği düşünülen bilgilerin bazılarından dolayı, bu yazının eleştiri konusudur.
Kitabın hazırlanmasını destekleyen Erdoğan Bayraktar’ın ʺTürklerin Anadolu öncesi ve sonrası… göçebe yapıʺ sözleriyle, daha sunuş yazısında başlayan yönlendirme, Demircioğlu ve Bilgin’in birlikte yazdığı önsöz ile giriş bölümlerinde devam etmektedir. Bunları, ʺBu istek ve arzu tabiatıyla Türklerde de kuvvetlidirʺ, ʺTürk toplumunun…ʺ, ʺTrabzon ve çevresinin1461 yılında… halen devam eden Türk hakimiyeti başlamıştırʺ, ʺBu durum bölgeye yapılan Türk iskânının…ʺ vb. sözlerle örneklendirebiliriz.
Sunuş yazısındaki, Türklerin, göçebe yapı ve bunun sonucu olarak yazılı kaynakların …az olmasının, paragraf sonunda ʺBu durum tüm Anadolu coğrafyasında yaşayanlarda olduğu gibi, Of halkı için de problem teşkil etmiştirʺe bağlanması, Türklerin dışındaki halkların da yazılı kaynağı olmadığı anlamını verir ki, bu doğru bir yaklaşım değildir. Aynı paragrafta Anadolu coğrafyası diye yapılan ince geçişle, bu coğrafyanın Türklerden mürekkep olduğu izlenimi doğmuştur; bu da gerçeği yansıtmaz.
Yazılı kaynak yetersizliği, göçerlik yerine (ya da onunla birlikte), Osmanlıca belgelerin kağıt fabrikalarına gönderilmesinde (1931’de Bulgaristan’a), denize dökülmesinde (1982 Trabzon), bazı Hükümet konaklarının ve nüfus müdürlüklerinin yanmasında(!) aranabilirdi. Ayrıca, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün ayıklama- imha işleri yapan birimleri/komisyonları vardır. İncelediğimizde, belgeler üzerinde keyfȋyetin hüküm sürdüğünü görebiliriz. Alfabe değişikliğinin, belgeleri Osmanlıca bilenlerin tekeline bırakmış olması ayrı bir sıkıntıdır.
Kayıtların Müslim olan ve olmayan olarak yaptığı ayrımdan Türk sonucu çıkarmak, eldeki belgenin değerlendirilmesinden/yorumlanmasından ziyade, zorlanması olarak anlaşılıyor. Eğer amaç belge sunmak değil de, belge/bilgi sunmak idiyse, o durumda farklı tarihsel okumalar yapan kişilere/görüşlere de yer verilmeliydi.
Defter üzerinde çalışanların çıkardığı önemli sonuçlardan hareket edecek olursak, Per Minas Bıjıskyan’dan, Solaklı deresi önündeki eski kuleli kale yerine (ya da onunla birlikte), Of halkının Kaldi (Khaldi) kökenli olduğu bilgisini almak daha yerinde olurdu (Bıjıskyan, 1998: 116) Yazar, Trabzon’da bin Ermeni evi olduğu bilgisini de kitabında veriyor. Onun gezisinin tarih aralığı 1817-1819’dur. Nüfus sayım kayıtlarına bakıldığında, 1831 sayımında Eyâlet-i Trabzon’da Ermeni sayısı sıfırdır!² Bıjıskyan’ın verdiği bilgiden ortalama on üç yıl sonra, Ermeni nüfus neden defterlere giremedi? Nüfus sayım sonuçlarının güvenilirliğini sorgulatan örneklerden yalnızca biridir bu.
1831 nüfus sayımının, zamansal olarak yakın da dursa, Yeniçeriliğin kaldırılmasıyla ilişkilendirilmesine mesafeli durmak istiyoruz. Yeniçeriliğin kaldırıldığı tarih 15 Haziran 1826’dır. Bunun üzerine Asakir-i Mansure-i Muhammediyye adıyla kurulan yeni ordunun asker gereksinimi için sayım yapılması anlaşılır bir durumdur. Sayıma hemen başlandığı, ancak savaş nedeniyle (Osmanlı-Rus) sürecin kesintiye uğradığı, sayımın İstanbul’la sınırlı kaldığı kitaplarda yazılıdır (Dündar, 2000:16). Kesinti süreci net olmasa da, sayımın, örneğin 1930’da Bursa’da tamamlandığı biliniyor.
1826 ile sayımın yapıldığı/yapılabildiği 1831 tarihleri arasında önemli bir gelişme olmuş, 1829’da Yunanistan bağımsızlığını ilan etmiştir. Yunanistan’ın hak talebi çoğunlukta oldukları yerler üzerinden gerekçelendirildiği için, Osmanlı nüfus sayımında beklentinin önceliği değişmiştir. Gayrimüslimlerin azınlıkta olduğunu kanıtlama öne geçince, askeri amaç ikinci plana düşmüştür. Zaten siyasi, mali ve askeri yararlar, nüfus sayımlarında her zaman iç içe geçmiştir; bunlar için ayrı ayrı sayım yapılması gerekmez.
1931 sayımı bu anlamda, Osmanlı için siyasi propagandaya, Yunanlıların savını çürütme mücadelesine dönüşmüştür. Osmanlı yönetici elitini Hristiyan nüfusun kısmi (toptan inkar edemezlerdi) inkarına götüren süreç, isteğe uygun nüfus sonuçları çıkmasını zorunlu kılıyordu. Artık gaye, Müslüman nüfusun çoğunluğunu kanıtlamaktı. Cevdet Paşa’dan aktarılan şu sözler bu görüşü destekler mahiyettedir. Paşa, sayımın, Rum-Yunan iddialarının hakikate olan mesafesinin tespiti itibariyle zarurileştiğini söylemiştir (Dündar: 31). Sayıma memur edilen kişilerin aldıkları talimatla ‘çıkması gereken sonuçları’ göz önünde bulunduracağını düşünmemiz için yeterince neden vardır. Konu Of olunca, bu durum daha da yakıcı olsa gerektir.
Nüfus mühendisliğinin en yoğun yaşandığı yerleren biri olan Osmanlı siyasi biriminde, sayım sonuçlarının yeni önlemler için nasıl kullanılacağını tahmin hiç de zor olmamalıdır. Dündar bu durumu şöyle özetler: Ancak idari reformların ve islahatların öncesine rastlayan bu sayımların asıl işlevi gayrimüslim-müslim oranına göre mahalli idarelerin oluşturulması yolunda veri tabanı yaratmış olmasıdır. 1831 ıslahatçı padişahlardan II. Mahmud’un devrine, 1844 sayımı da Gülhane Hattı Hûmayunu için büyük gayretler sarfedildiği bir döneme isabet eder (Dündar: 31-32).¬¬¬¬
Bunun daha geniş bir anlatımını Yerasimos’ta bulmaktayız: Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ıslahat hareketlerinin evrimi, her aşamasında bu ülkedeki ekonomik sömürgeleşmenin evrimini yakından izler. 1839 Tanzimat Fermanı nasıl (İngiltere ile yapılan, bn.) 1838 Ticaret Anlaşması’nın arkasından gelmişse, 1856 yılında kabul edilen Islahat Fermanı 1854 yılındaki ilk borçlanmanın ve 1878 Berlin Anlaşması’nda kayda geçen reform vaatleri de 1875 yılındaki iflasın ardından gelecektir.Çünkü ekonomik bağımlılığa doğru atılan her adım, batılı güçlerin reform paravanası altında kendini açığa vuran vesayetin ağırlığını gitgide daha çok duyuracaktır (Yerasimos, 1980: 344).
Tarihsel kararların önemli sosyoekonomik olayların ardından alındığını (ya da alınmak zorunda kalındığını) belirttikten sonra, şunu da söylemeliyiz: Alınan kararlar, Osmanlı bürokrasisi için bir nefes alma, eli güçlendirip karşı hamle yapmak içindir. Nüfus sayımları/sonuçları da yeni nüfus mühendisliği uygulamalarına yaraması için düşünülmüştür. Dündar’ın daha sonraki dönem için söyledikleri, Osmanlının sözü edilen dönemi (ve hatta baskıcı bütün sistemler) için de geçerlidir: Nüfus sayımlarının dil ve din sonuçlarının iktidarın azınlık karşıtı politikalara bir veri sağladığı bir gerçektir. 1927 sayımı sonrası Vatandaş Türkçe Konuş Kampanyası, Mecburi İskan Yasası, Trakya Olayları vb. tesadüf değildir (Dündar: 137).
Of nüfus defterlerinin açılmaları için 2009 yılının beklenmiş olması ile sayıma konu olan nüfus beş bölüme (Müslim, Reaya, Kıpti, Yahudi, Ermeni) ayrıldığı halde, verilerde/defterlerde sadece Müslim-gayrimüslim kategorisinin bulunması da okur için soru işaretidir.
Eldeki 1834 kayıtlarının din bazında (etnik değil!) tutulduğu görüldüğü halde, Müslüman olarak yazılanları (ya da Müslüman adı taşıyanları) Türk olarak etiketlemek, belge sunma niyetini aşan bir çabayı gerektirir. Ömer Asan’ın gerek Hasan Umur’un Of Tarihi adlı eserinden, gerek Papaz Yorgos Papadopulos’tan yaptığı alıntılar gösteriyor ki, Müslüman adı taşıyan birçok insanın fonunda Hristiyanlık/Rumluk vardır. Birincisinde, Of’un Müslümanlaşmasında katkıları olduğu söylenen Paçanlı bazı saygın şahsiyetler için, ʺSüleyman ile Murad’ın babalarının adı Ligor, İskender’in babasının adı Kirazi’dir. Bu muhterem zatların babalarının Hristiyan olması, merhûmunun şereflerini küçültmezʺ denilmekte; ikincisinde, Kaçal anlatılırken ʺBurada bir aile var. İsimleri Aliefendioğulları’dır. Daha eskiden Hristiyan papaz idiler ve sonra Müslüman oldular. Ama evlerinde kiliseye ait kutsal eşyalar saklarlardı ve herkesten gizlerdiler. Böylesi kilise eşyaları Of köylerinde çok vardı (Asan: 57, 62).ʺ
Kayıtlarda yer alan aile isimleri, topluluğun Müslümanlarla ilişkili olduğuna işaret eder. Ancak, ne zaman Müslüman olduklarına ve bu adları neden aldıklarına dair bilgi vermez. Bu görünen yandır. Gerçeğe daha yakın saptamalara gidebilmek için farklı kaynaklardan farklı okumalara ihtiyaç duyulur.
Kitaba konu olan kayıt dönemi (1834-1844) üzerine daha sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için, Yunanistan’ın bağımsızlığı ve hak iddiaları, bölgedeki isyanlar (üçüncü Tuzcuoğlu isyanı) ve cizyedeki aşırı artış ile asker yazımını birlikte göz önünde bulundurmak gerekir. Bu aralıkta Tanzimat’ın ilanı da gerçekleşmiştir. Yine, bölgenin nüfuzlu kişileri/aileleriyle valiler arasındaki sürtüşmelerin, sadece yerel çıkarlar açısından değil, ‘Osmanlı siyaset sistemi’ olarak da devrede olduğu, bilinmesi gerekenler arasındadır. Bu sürtüşmelerde Osmanlı Bürokrasisi -tahmin edileceği üzere- her zaman valisinin yanında değil, valilerin güç kazandığı dönemlerde yerel güçlerin yanındadır (Yerasimos: 345). Osmanlıya karşı isyanlarda Ofluların çoğunluğunun isyancıların yanında yer aldığını belirtelim.
Osmanlının vergide gayrimüslim-Müslim ayrımı yapan eşitsiz sistemi (örneğin, bazı mallarda Müslimlerin 1/7 oranında ödediği vergiyi gayrimüslimler 1/5 oranında ödüyordu), vergi yükü altında ezilen gayrimüslim kesimler üzerinde İslamlaşmaya yönelik zorlama etkisi yapmıştır. Gayrimüslimlerin ödediği cizye miktarlarının, fakir, orta halli ve zengin için 12-24-48’den, sayım tarihinde (1834) 15-30-60’a çıkarılması, yani %25 artırılması düşündürücüdür. Kaldı ki o tarihlerde Of’ta a’la sınıfından cizyeye (vergiye) tabi, yani zengin gayrimüslim yazılı değildir. Bu oranda bir cizye artışının Müslümanlaşmaya (çalışmanın konusu olan nüfus kayıtlarına) etkisi, genel Müslümanlaştırma çabalarıyla birlikte araştırılmalıdır. Burada yeri gelmişken, kökeni eski Yunan’a dayanan cizyenin ne olduğunu da belirtelim: Gayrimüslimden alınan yüksek vergi anlamında – iki türü olan- cizye, Osmanlı tarafından gayrimüslime sunulan üç seçenekten biridir. Ya Müslüman olacaktır ya da yüksek vergi (cizye) ödeyecektir; bunlardan birini kabul etmezse öldürülecektir!
Osmanlıda, bağımsızlık hareketlerine karşı devletin bir savunma refleksi olarak ortaya çıkan inkâr politikası, İttihat ve Terakki elinde imha politikasına dönüşmüştür. Gayrimüslimlere yönelik inkar ve imha politikası Emperyalistlerarası Birinci Savaş’la halledilince, sıra gayri-Türk’ün inkâr ve imhasına gelmiştir. Bu durum, Osmanlının Türkiye Cumhuriyeti’ne evrilmesiyle paralellik arzeder. İttihat öncesi Osmanlıyı hiç de ilgilendirmemiş olan Türklük, 1913’ten bu yana resmi devlet politikası olarak sürmekte, resmi tarih ve onun etki alanından değişik nedenlerle çıkmayan/çıkamayan arştırmacıları her şeyi Türklükle açıklamaya yöneltmektedir.
Tarihsel olarak, insanlar kendilerine uygun yerlere yerleşmiş ya da yerleşmek zorunda kalmış veya bırakılmıştır. Bugün Of nüfusunu oluşturan halk kesimlerinde kendilerini Türk aidiyeti içinde görenler de vardır. Ancak, yörenin kadim sakinleri yüzlerce yüz yıl öncesinin acılarını unutmamış olmalıdır ki, Oğuz ve Horasanlı sözleri iyi bir çağrışım yapmaz. Ve bu olgu kitabın müelliflerinin bilgisi dahilinde olmalıdır.
İttihatçılarla başlayan ve bugün hâlâ sürmekte olan yer adlarının değiştirilmesi/Türkleştirilmesi, aile adlarının Türkleştirilmesi olan Soyadı Kanunu (1934) ile desteklenmiştir. Kanunun 3. maddesi yabancı ırk ve millet isimleri’nin nüfusa geçirilmesini yasaklamıştır. Kanun gereği soyadı almaya gidenler, orada listelerle karşılaşmış ve listeden soyadı seçmek zorunda bırakılmıştır. Bugün nüfustan alt üst soy listesi alanlar, 1934 sonrası alınmış soyadının geriye yürütülerek neredeyse yüz yıl önce yaşamış insanlara yapıştırıldığını görecektir.
Kayıtlardaki bazı adlar milliyeti çağrıştırıyor (etnik gönderme) olabilir, olmayabilir de. Daha önce belirttiğimiz gibi, bu adların hangi koşullarda ve neden alındığını bil(e)miyoruz. En bariz örneklerden biri, 23 no’lu bölümün çizelgesinde yazılı olan Araboğlu Şozoden Yani kardeşi Yor’dur. Bölgenin ciddi bir İslamlaşma/İslamlaştırma geçirdiği (ağırlıklı olarak 1650-1700 tarihleri arasında) gerçeği göz ardı edilerek yapılan her değerlendirme, eksik olacaktır. Defterde geçen adların çoğunun, ihtida edenlerin Rum/Hristiyan fonunu gizlemek/silmek için alınmış olma olasılığı vardır ve olasılık oranı küçümsenemeyecek kadar yüksektir.
Devlet tezi (Türk Tarih Tezi / resmi ideoloji / resmi tarih) 1930’lu yıllarda, ‘Türk’ün dışındaki halkların tarihlerini ve kültürlerini yok saymak/etmek üzere, İttihatçı çizginin devamı olarak biçimlendirilmiştir. Menfaat karşılığı yazdırılan dönemin tarih tezleri/kitapları (Beşikçi, 1991: 135-136), daha sonraki tarihçilerin başvuru kaynağı olmuştur. (Bu tarih yazımının Osmanlıyı da yok saydığını anımsatalım.) Sorgulamadan, eleştiriye tabi tutmadan aktarıma dayalı tarih yazıcılığı, yeni nesillerin bilincini resmi tarihle eklemlemeye yarıyor. Ancak, o tezlerin bir çoğu bugün savunulamamaktadır. Bilimsellik adına öne sürülmüş enkazdan başka bir şey olmayan Türk Dil ve Türk Tarih tezleri, ortalama formasyona sahip hiçbir insan tarafından inandırıcı bulunmaz.
Eğer istatistik dışı sonuçlar çıkarılacaksa, kaynakların daha geniş tutulması gerekirdi. Öylesi bir çalışma daha nesnel, bir o kadar da inandırıcı olurdu. Gösterilen kaynaklardan hareketle, resmi tarihin dışına çıkmayan bir okuma yapıldığını söyleyebiliriz. Önümüzdeki dönemde defterlerin, Of’un kültürel ve dilsel (özellikle toponimi açısından) arka planını göz önüne alan çok yönlü okumaya tabi tutulacağını umarız.
Egemen ideoloji, toplumsal sorunların temelinin özgürlükler olduğunu ileri sürerek kendi antidemokratik tutumuna meşruiyet kazandırmaya çabalar. Oysa doğru olan, bu huzursuzlukların temelinde (sürekli) baskının yattığıdır. Kişinin kendini hangi aidiyet içinde gördüğü, kendi özel meselesidir. Devletin kimlik dayatması çağ dışıdır; kabul edilemez.
Kim neyi araştırmak, öğrenmek istiyorsa bunun yolu hiçbir kısıtlama olmadan açık olmalıdır. Kişi, hangi kimliği benimsemişse onu cezai ve ruhi baskı görmeden ifade edebilmelidir. Baskıların ürünü olan en belirgin travmatik gösterge, yörede yaşayan insanların kendi Türklük ve Müslümanlıklarını sürekli kanıtlamak zorunda hissetmeleridir. Bırakın etnik bir adlandırmayı (etnik etiketleri ʺhayali cemaatlerʺe aitlik olarak görenlerdenim), konuştuğu dili (Rumca, birçoğu için anadili olduğu halde) ve yoğrulduğu kültürü (Pontos) dile getirmekten korkmaktadır. Bütün bunların üzerine bölge insanına yeni travmalar yaşatılmamalıdır.
Kişinin aidiyet duyduğu topluluğu açıkça söyleyebilmesi önündeki, başta yüz yıllık Türkleştirme politikası olmak üzere her türlü baskının kaldırılması, demokratik bir toplum kurulabilmesi açısından zorunludur. Bu aynı zamanda, bölge insanının yüzyıllardır yaşadığı travmanın iyileşmesi yolunu açacaktır.
Sonuçlar çıkararak resmi tarihe eklemlenmesi (gayriihtiyari yapılmış da olabilir) nesnelliğine gölge düşürmüş olsa da, Defterin transkipsiyonu yoğun emek gerektirmiş değerli bir çalışmadır.
Notlar:
1) Of Nüfus Defteri (1834), Hazırlayanlar: Sezgin Demircioğlu, Süleyman Bilgin, Birinci Basım: 2011 – İstanbul
2) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Osmanl%C4%B1_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu%27nda_ilk_n%C3%BCfus_say%C4%B1m%C4%B1
- Minas Bıjıskyan, Pontos Tarihi, Çiviyazıları, 2. Basım: Kasım 1998 – İstanbul
Fuat Dündar, Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar, Çiviyazıları, 2. Basım: Ağustos 2000 – İstanbul
Stefanos Yerasimos, Türkiye Tarihi Üzerine Araştırmalar/Belgeler 2, Gözlem Yayınları, Üçüncü Baskı: Nisan 1980 – İstanbul
Ömer Asan, Pontos Kültürü, Belge Yayınları, Basım: ?, İstanbul
İsmail Beşikçi, Türk Tarih Tezi – Güneş-Dil Teorisi ve Kürt Sorunu, Bilim Yöntemi, Türkiye’deki Uygulama, Yurt Kitap-Yayın, Kasım 1991 – Ankara