Demokratik bir gelecek alternatifi üretmek istiyorsak bunu, aşağılanmak, dışlanmak, reddedilmek istenen ‘kimlik siyâseti’ olmaksızın yapamayacağımızı görmek zorundayız.
Son zamanlarda kamuoyunda öne çıkan bir yaklaşım, “kimlik siyâseti” yapılmaması gerektiğini ileri sürüyor. Kimine göre “kimlik siyâseti”, toplumun pahalılık, gelir dağılımı adâletsizliği, bunlara doğrudan veya dolaylı olarak bağlı sosyal güvenlik ve eğitim gibi pek çok hak alanındaki sorunlar gibi daha önemli ve âcil sorunlarını gölgeliyor. Daha “sosyalizan” olma iddiâsındaki kimi yaklaşımlar ise, kimlik siyâsetinin “sınıf sıyâseti”nin önüne geçtiğinden yakınıyor ve bu öne geçme durumunun emperyalist bir oyun olduğundan dem vuruyorlar. Daha naif bir görüş ise, temel değer olarak “insan”ı esas alan bir yaklaşımda kimlik farklılıklarının bir ayrım zemini oluşturmaması gerektiğinin altını çiziyor. Zaman zaman birbirine karışarak, bir “kompleks” hâlinde ifâde edilen bu görüşlerin ortak noktası, insanların etnik, dinî ve inanç esaslı kimlik özelliklerinin siyâsetin konusu hâline getirilmemesi gerektiği.
Bu bağlamda, kimlik siyâsetini reddetme eğilimindeki görüşlerin yanıtlaması gereken iki soru akla geliyor: Kimlikler, çoğu kez zannedildiği gibi “etnik ve din ve inanç esaslı” olmaktan ibâret midir? Etnik ve dini esaslı olanlar da dâhil olmak üzere, kimlik farklılıkları kurulu devlet düzeninde ayrımcılık ve baskı zemini oluyorsa, buna karşı çıkmak ve bu düzeni değiştirmek gerekmiyor mu?
Öncelikle şu hususun altını kalın çizgilerle çizmeliyiz: Kimlikler, insanların doğuştan bir kerede ve tüm zamanlar için, kendi irâdî tercihlerinden, eylemlerinden bağımsız olarak edindikleri sâbit, değişmez özelliklerden oluşmazlar. Bununla birlikte, insanın içine doğduğu başta “dil” (ya da anadili) olmak üzere verili toplumsal gerçeklikler, insanın kim olduğu, hayatın nasıl anlamlandırılacağı gibi konulardaki kavrayışlarını biçimlendirmekte ama bu biçimlendirme, insanın verili toplumsal gerçekliğe müdahale ve onu değiştirme kapasitesini yok etmemektedir. Marx’ın dediği üzere, tarihi insan yapar ama, kendi özgürce seçtiği koşullar altında değil, içine doğduğu toplumsal ilişkilerin taşıyıcısı olarak. Vurgulanması gereken ikinci nokta kimliklerin, etnik köken, din veyâ inanç dışında başka, toplumsal sınıf ve statü gruplarına mensûbiyet ve “toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim” gibi pek çok farklı değişkenle belirlendiği gerçeğidir. Dolayısıyla, “kimlik siyâseti”nin konusu olan özellikler hayli çeşitlidir ve bu çeşitlilik, kimliklerin oluşumunda ve değişiminde tanık olduğumuz değişkenliğin de kaynağıdır.
İleri derecede farklılaşmış ve aralarındaki ilişkiler “kan” veya “din/inanç” bağını aşan toplumsal normlar üzerinden kurulmuş olan modern toplumlarda insanların kimlikleri, normların önemli bir bölümünü meydana getiren hukuk düzeninin de konusunu oluşturmaktadırlar. Kimlikler, yukarıda özetlemeye çalıştığım çeşitlilikleri ve dinamizmleri ile birlikte, modern hukuk düzeninin konusu oluyorlarsa bu, aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak siyâsetin de konusu oldukları anlamına gelir. Modern öncesi toplumların tipik özelliklerinden biri, toplumsal düzeni sağlayan hukuk normlarının, insanların doğuştan edindikleri konuma göre belirlenen ve “hukuk önünde eşitsizlik” diyebileceğimiz statülere dayanmasıydı. Modernite, bütün insanların hukuk önünde eşitliği ilkesini benimseyerek, köle-efendi, serf-senyör, soylular-ruhban-ötekiler, askerî zümre-reaya, zimmîlik vb. gibi statü ayrıcalıklarını reddetmiştir. Bununla birlikte, modernitenin siyâsî birimi olan millî devletlerde “hukuk önünde eşitlik”, millî devletin vatandaşları arasındaki eşitlik olarak biçimlenmiş, böylece “millet”in tüm bireyleri hukuk önünde eşit olarak kavranırken, “millî kimlik” de bu eşitliği kazanmanın ön şartı hâline gelmiştir.
Millî kimlik ile millî devletin vazgeçilmez birlikteliği ise, modernitenin en güçlü ideolojik akımlarından biri, belki de birincisi olan “milliyetçilik” ile anlam kazanmıştır. Bir diğer ifâdeyle millî kimlik-millî devlet arasındaki birlik, eğer sağlanamamışsa sağlanması gereken, yok eğer sağlanmışsa, o zaman da muhafaza edilmesi gereken bir hedeftir. İşte, bu cümlenin özetlediği ideolojinin adı “milliyetçilik”tir.
Sadede geleyim. Türkiye Cumhuriyeti, bütün anayasalarında “milliyetçilik” esâsı üzerine kurulu olduğunu belirtmiş olan bir devlettir. Bu, ciddî bir sorundur zîrâ devlet, açıkça bir ideolojik tercih yapmakta ve kendi varlığını ve meşrûiyetini bir ideoloji üzerine inşâ etmekte, bu ideoloji ise toplumu bir “millî kimlik” içinde birleştirmeyi amaçlamaktadır. Bunun nasıl bir “kimlik” olduğu konusunda ise, 1924 Anayasası bize bir başlangıç noktası sunmaktadır. Bilindiği gibi, 1924 Anayasası’nda 1937’da yapılan değişiklikle o zaman tek-parti olarak iktidarını sürdüren Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) ideolojisi olan altı ok Anayasa’ya yerleştirilmiştir. Bu altı oktan biri de “milliyetçilik”tir. 1924’ten beri fiilen, 1937’den beri de hukuken devlet düzeninin temel normu hâline getirilen milliyetçilik, iki hedef içeriyordu: (1) Türk milletinin kendisine özgü, bğımsız kimliğini muhafaza etmek ve (2) diğer çağdaş milletlerle ilerleme ve gelişme yolunda uyum içinde yürümek.
Bu tanım aslında, sonraki gelişmelere ve bugün içinde bulunduğumuz açmaza da ışık tutmaktadır. Öncelikle şu nokta: Türk milletinin kendisine özgü, bağımsız kimliğinen ne anlamak gerekir? Bu soruya verilen cevaplar, dinin -İslâmiyetin- Türk millî kimliği içindeki yeri ve rolü üzerindeki farklılaşma açısından iki büyük gruba ayrılmaktadır. Birinci grup, Türk millî kimliğinin oluşmasında -Atatürk’ün Medenî Bilgiler kitabında da yazdığı gibi- din unsurunu dışlamakta, Türklerin İslâmiyet öncesinde de büyük bir millet olduğunu ileri sürerek, “lâdinî” (yâni lâik) bir millî kimlik tasavvur etmekte. İkinci grup ise, Türk millî kimliğinden İslâmiyet’in dışlanamayacağını kabûl etmektedir. Bugün geldiğimiz noktada, din unsurunu millî kimliğin dışında kavrayan Kemalist tez ile İslâm’ın Türk millî kimliğinden ayrılamayacağı yolundaki sentezci tez çatışmaktadır. Çatışma, özellikle 1980 darbesinden sonra, 12 Eylül Atatürkçülüğü’nün (veyâ Anayasa’daki tâbirle, Atatürk milliyetçiliğinin), Türk-İslâm Sentezi’ni esas alan yaklaşımı üzerinden aşılmaya çalışılmış ve bugünkü “Cumhur İttifakı”nda zirvesine ulaşmıştır.
Bu gelinen noktada, Türkiye, bir “milliyetçilik açmazı”nda bulunuyor. İktidarın “Türk-İslâm milliyetçiliği”ne karşı “6’lı muhalefet”in görece daha seküler vurgulu bir “Türk milliyetçiliği” doğrultusunda politika ürettiğini görmekteyiz. Açmaz, bu iki ideolojinin ortaklığı olan milliyetçilikte, zîra millî kimlik ile devletin birlikteliğini öngören bu ideolojinin toplumsal farklılıklara saygı gösteren bir çoklu berâberlik biçimi üretmesi kanımca mümkün değil. Bu imkânsızlığın kendisini somut olarak açığa vurduğu örnekler de azımsanacak gibi değil. Örneğin, bugünkü iktidarın sentezci milliyetçiliğinden önce başlayıp gelişen bir dizi olayda, Alevi veyâ kendisini devletin tanımladığı türden bir dinî inancın mensubu olarak görmeyen vatandaşların, zorunlu din derslerine karşı verdikleri ve kazandıkları hukuk mücâdelesine ilişkin olarak muhalif kanattan herhangi bir ciddî ses çıkmamakta, bu konuyla ilgili mahkeme kararlarının uygulanması yönünde güçlü bir talep, hattâ uygulamanın kaynağını oluşturan ders müfredatı ile aslında Anayasa hükmünün değiştirilmesi gerektiği yönünde bir çalışma da gözlenmemektedir.
Birkaç gün önce AİHM’nden sonra AYM’nin de tescil ettiği gibi, vatandaşlara dayatılan bir dinî doktrin niteliğindeki din dersleri konusunda muhalefet sessizdir. Kezâ, muhalefetin cemevlerinin ibâdethâne olarak tanınması talebini destekleyici bir yaklaşımı da yoktur. Sessizlik, Alevî ibâdet yerlerine ve Alevî vakıflarına yapılan saldırılar karşısında da sürmektedir. Bunlara ek olarak, Kürt sorunu bağlamında, dokunulmazlıkların kaldırılmasındaki destekten başlayıp, yakın zamana kadar en kritik ânlarda iktidara verilen desteklere kadar uzanan “siyaset” tarzını tekrarlamak da herhâlde gerekmiyor. Gerekmiyor ama, şunu de belirtmeden geçemeyeceğim: Bu yakınlarda kimliklerin siyâsetin konusu olmaması gerektiğini vurgulayan CHP Genel Başkanı, aynı zamanda Kürt sorununu çözeceğinden ve bu çözümü de TBMM’de gerçekleştirmek gerektiğinden söz ediyordu.
Acaba diyorum sayın başkana göre Kürt sorunu, Kürt kimliği ile ilgili bir siyâsî sorun niteliğinde değil mi? Kürt sorununun çözümü Anayasa’daki anadilinde eğitim yasağının kaldırılmasından, Anayasa’nın değiştirilmesinin yolu da siyâsetten geçmiyor mu? Gene sayın genel başkan, İstanbul Sözleşmesi’ni iktidara gelir gelmez tekrar yürürlüğe koyacağını vurguluyor. İstanbul Sözleşmesi, “toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim” terimleriyle kavradığımız bir “kimlik siyâseti”nin sonucu olarak, hukusuzca feshedilmedi mi? Dolayısıyla, tekrar yürürlüğe konması da bir “kimlik siyâseti” olmayacak mı? Örnekler bitmek bilmez. “Türkiye’nin tapusu” diye yüceltilen Lozan’daki hükümlerin aksine, gayrimüslim azınlıklara ve tüm vatandaşlara tanınmış olan hakları, bu hükümleri savsaklayarak uygulayan devlet düzeninin değiştirilmesi gerektiği de vurgulanmayacak mı?
Özetle, içinde bulunduğumuz milliyetçilik açmazından kurtulup, demokratik bir gelecek alternatifi üretmek istiyorsak bunu, aşağılanmak, dışlanmak, reddedilmek istenen “kimlik siyâseti” olmaksızın yapamayacağımızı görmek zorundayız. Daha da ileri giderek, bu yazıyı şöyle bitirmek isterim: Türkiye siyâseti kimlikler üzerinden kurulmuş olan baskı mekanizmalarını değiştirmeye yönelmediği takdirde, içinde bulunduğu milliyetçilik açmazından çıkamaz, demokrasi yönünde de herhangi bir kayda değer adım atamaz.