Faik Bulut Independent Türkçe için Bayar-Menderes geleneğini sürdüren Demokratlar Konfederasyonu Yönetim Kurulu Başkanı Fatih Kavaloğlu ile konuştu
Yaklaşık 40 yıldan bu yana Menderes Ailesi’ni yakından tanıyan Demokratlar Konfederasyonu Yönetim Kurulu Başkanı Fatih Kavaloğlu ile geçmişi ve bugünü konuştuk.
– Sayın Kavaloğlu hoş geldiniz, röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.
Sohbet imkânı sağladığınız için ben teşekkür ederim.
– Dikkatimi çeken önemli bir husus var: 1950’lerden bu yana Demokrat Parti geleneğini bugün de devam ettiren ciddi bir damar var. Sayısından ziyade bu DP damarının muhafazakâr demokrat ve liberaller üzerinde hatırı sayılır bir etkisi olduğunu gözlemliyorum. Mesela ANAP öyle değildi; parti bitti ve damarı kurudu. Bu damarın arka planda etkin olan, mevcut siyasi partilere mesafeli ama aynı zamanda onları da etkileyebilecek kudrette olduğunu gözlemledim. Ne dersiniz?
Bir defa şunun altını net olarak çizelim: Konuştuğumuz, konuşabileceğimiz, konuşacağımız bütün faaliyetlerin ana vurgusu demokrasidir. Bu demokrasi kelimesi o kadar geniş bir kelime ki, bir ucundan bir yere öteki ucundan diğerine uzanabilir. Bütün yaşantımızda; ticari, cemiyet ve aile hayatımızda bu demokrasi tam manasıyla hissedilmeli ve yaşanılmalıdır.
Cumhuriyetli yıllardan şu örneği vereyim: İki ana yapı, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile Demokrat Partisi (DP) ve iki ana damar var. Kutuplaşma olmadığı ve olmaması gerektiği için, kutuplaşma kelimesini kullanmak istemiyorum.
Atatürk’ün takdirine mazhar olmuş insanların kurmuş olduğu Demokrat Parti‘yi, sadece bir siyasi parti olarak görmemek lazım. DP’nin bir özgül ağırlığı da var. Mesela senelerce merkez sağ denilmiştir kendisine. Ben şahsen, DP’nin merkez sağla falan bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum.
Merkez sağ terimi Sayın Süleyman (Demirel) Bey’den sonra Türkiye’nin gündemine girmiştir. Sağ ve sol tanımları henüz yaygın değildi 1940’lı, 1950’li yıllarda. 1960 ortalarında rahmetli Bülent Ecevit (dönemin CHP Genel Sekreteri) “ortanın solu” terimini kullandı ilk defa. Bu da herkesin kendi bulunmuş olduğu çizgiyi anlamasına yönelik bir tanım oldu.
Bugün Demokratlar Konfederasyonu’nun savunduğu muhtelif düşünceler, tezler, fikirler aynen Demokrat Parti’de de vardı. DP kapatılana kadar içerisinde milli görüşte, daha muhafazakâr, daha milliyetçi düşüncede olanlar da vardı. Bunların tamamı uç noktalarda olanlardı. Rahmetli Menderes zamanında bu akımlar hep muhafaza edilmiştir.
Meclis zabıtlarından bakacak olursak DP döneminde o demokrasinin tam manasıyla yaşandığını da anlayabiliriz. Bilahare DP kapatılınca, 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra o yapı dağılmıştır. Onun içerisinden rahmetli Erbakan’ın kurduğu Milli Nizam Partisi (MNP), daha sonra Türkeş’in kurduğu Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), diğer partiler vs DP içindeki farklı damarlardan çıktılar.
Süleyman Bey’den sonra da, DP’nin mirasından faydalanmak isteyenler oldu. Esasında Adalet Partisi, MNP ve MHP de kıyısından, köşesinden DP’nin mirasından faydalanmışlardır. Türkiye’de daha farklı siyasi partiler de kurularak bir yerlere gelmiştir. Yani bir nüve (Demokrat Parti-DP), bir öz ve bir menşei vardır.
1946’dan bu yana yetmiş yıl, seksen yıl geçmiş olmasına rağmen DP ruhu aynen devam ediyor. Biz, “1946 ruhu” olarak söylüyoruz. Bugün Cumhuriyet Halk Partisi’nin savunduğu ruhtan bir farkı yok 1946 ruhunun. Çünkü çıkış noktaları aynı. Bu da tamamen ülkenin hayrınadır.
Günümüzde yaşadığımız bütün sıkıntıların çözümüyle alakalı o yıllarda ortaya konan ve oluşturulan “1946 ruhu”dur. Büyüyen Türkiye, gelişen Türkiye, güçlü Türkiye, insanların mutlu olduğu bir Türkiye istikametinde çalışma yapan siyasi partilerin de zaman içerisinde belki tamamına yakını da bu “1946 ruhu” dediğimiz çerçeve içerisinde yerini alacaktır.
– Sayın Aydın Menderes’in “Babam ve Ben” isimli hatıratını okudum. İlk dikkatimi çeken önsözün başlığı idi: “Bu kitabı niçin niçin yazdım?” Aydın Bey, muhtevasında siyasi gözlemlerini, politikacılarla ve kimi şahsiyetlerle ilişkilerini de anlatıyor. Ben onun bıraktığı yerden sorayım: Aydın Menderes, ne amaçla yazdı kitabını?
Sayın merhum Aydın Menderes, müsaadenizle kendisiyle olan hukukum ve yakın ilişkim nedeniyle “Aydın Abi” diye hitap edeceğim. 25-30 yıla yakın bir süre zarfında bu muhterem büyüğümüzle hemhal olmuşuz, bir arada bulunmuşuzdur. Annemizin, babamızın bize vermediklerini onda bulup almışızdır. Manevi manada söylüyorum. Kendimizi yetiştirme noktasında da bizlere, ben ve benim gibi birçok arkadaşımıza da katkıları olmuştur.
Aydın Abi tahsil hayatında yani ilkokuldan başlayarak üniversite yıllarına kadar siyasetle uğraşan, devletin içerisinde olan bir ailenin mensubu. Ailenin en ufak çocuğu. Rahmetli babasının Yassıada’da yargılandığı dönemleri, siyasetle iştigal ettikleri ve daha sonra da vefat ettiği dönemi aktarıyordu bizlere.
Sayın Süleyman Demirel’in başbakanlık dönemlerine, bilahare 1971 (12 Mart) ve 1980 (12 Eylül) ihtilaline tanık olup yaşamıştır. Bunların tamamını kafasında tasavvur ederek değerlendirmiştir.
Aydın Abi’nin bir özelliği vardı: Ömründe ticaretle uğraşmış biri değildi. Çiftçilikten gelen ancak siyaseti bir meslek olarak benimseyen, bu tavrı özümleyen bir yapısı vardı. Onun ifadeleri, onun beyanları, onun mülakatları toplumun genelinde geniş yankı uyandırırdı. Çünkü iyi gözlemlerdi olayları.
Bu hatırat ile diğer kitaplarından, gazetelere vermiş olduğu beyanatlardan da anlıyoruz ki; günümüzde Türkiye’de hangi sorunlar yaşanıyorsa, Aydın Abi’nin 20-25 evvelki yazılarında görülebilir. Tuttuğu ve dillendirdiği notlara, sözlere bakarsanız bugün Türkiye’nin yaşadığı/yaşayacağı sorunları o günden tespit edebilmiştir.
Bu kitap, önemli bir kitaptır. 1960’lı yıllardan sonra Adalet Partisi’nin kuruluşu, 1971 ile 1980’li yıllara kadar olan dönemi bilhassa anlatarak, Adalet Partisi’nin (AP) kuruluş ve yönettiği dönemindeki tecrübelerin, net ve sarih bir şekilde bizlerle buluşmasına vesile olmuştur. Herkesin de okumasını tavsiye ederim. Bu açıdan önemli bir kitaptır.
Gerçi Aydın Abi, kitabın tamamını bitiremeden vefat etti. Tamamlayabildiği kısım içerisindeki bilgiler de açıkçası belli bir dönemin aydınlanması, iyi anlaşılması noktasında önemli bir belgedir.
– “Babam ve Ben” kitabın ana başlığı. Alt başlık ise şöyle: “Bir çocuğun iktidarla ve darbeyle yüzleştiği anlar.” Ana fikir ise, “Menderes’in bütün darbelere karşı olduğu” gerçeğidir.
Tabii ki doğrudur.
– Merhum Menderes, Gülen Cemaati’nin başarısız darbesi vesile edilerek 2016’da ilan edilen OHAL’e de karşı çıkar mıydı? Ya da şöyle sorayım: Mevcut vesayet sistemine itiraz eder miydi?
Tabii ki! Aydın Abi yapı olarak her şeyden evvel demokrat biriydi. Düşündüğünü çekinmeden ifade edebilen; her yerde, her noktada bunları insanlarımızla, dostlarımızla, arkadaşlarla paylaşılabilen biriydi. Birçok yerde söylenmesi zor olan şeyleri de onlarca ve yüzlerce kere ifade etmiştir.
Hangi cesaretle söylerdi bunları? Nereden kaynaklanıyordu cesur itirazı? Aydın Abi, aileden gelen genetik yapısı itibariyle bu halkı, bu memleketi, bu toprakları çok iyi analiz etmiş ve yakinen tanıyan biriydi. Neyin, nasıl, nerede, nasıl konuşulacağını çok iyi bilirdi. Dolayısıyla her türlü vesayete karşı olan düşüncelerinde, yazılarında da bunu ifade etmiştir.
15 Temmuz’u (2016) bu milletin başına musallat eden çete veya her ne ise, o unsurları zaten yaşadığı müddetçe de yanına sokmamıştır. Böyle muhtelif tipler gelip kendisini görmüştür. Ben de hatırlıyorum bazı ziyaretleri. Ancak Aydın Abi, hiçbir zaman onlarla yakın temas içerisinde olmamıştır. Böyle bilinçle onlardan uzak durabilmiştir diye düşünüyorum.
– Darbe girişimine kalkışanlar için ister çete, piyon veya ajan deyin! Sonuçta başarısız darbeyi, OHAL yönetimi izledi. Ortada bir gerçek var: On binlerce suçsuz insan, darbeyle alakası olmayan ve tam tersine, hem FETÖ hem darbe hem de vesayet sistemine karşı çıkan binlerce liberal, demokrat, solcu, aydın, sanatçı, siyasi Kürt, memur ve çalışan mağdur edilmiştir.
Doğrudur. Onlarca, yüzlerce, on binlerce masum insan kesinlikle mağdur edilmiştir. Muhakkak ki bu işlere (darbeye) bulaşanlar, devletin adalet mekanizması içinde hesap vermelidirler. Ama bugün ama yarın! Diğer yanıyla da bu işlerle direkt alakası olmayan ama OHAL münasebetiyle özgürlükleri elinden alınan, aile yapıları ve iç düzenleri bozulan, binlerce, on binlerce insan var. Bunlar ülkenin de en büyük sıkıntılarından biridir.
Ben şu anda göremiyorum. Bir aydın şimdi çıkıp öyle şeyler söylemeli ki, sözleri ülkenin dört bir yanında yankılanabilmeli. Artık o sayılar da azaldı. Mesela Aydın Abi, o tip aydınlardan biriydi. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu da öyleydi. Seveni vardır, sevmeyeni vardır, o ayrı konu. Aynı şey rahmetli Necmettin Erbakan Hoca için de geçerliydi: Hak-hukuk çerçevesinde konuştuğu zaman yurdun dört bir yanında yankısını bulurdu. Vefatlarından sonra bunların kıymetlerini anlıyoruz.
Hakikaten bu tür insanlara günümüzde de çok ihtiyaç var. Bu sıkıntıları, yüksek sesle ortaya koyabilecek o medeni cesareti gösterebilecek aydınlara ihtiyaç var.
– Bu tür şeyler gündeme taşınabilirse iyi olur.
Maalesef yok! Ben Aydın Abi’yi çok yakın tanıyan biri olarak inanıyorum ki; son üç dört senedir yapılacak ve yapılmış olan birçok gayri nizami tasarrufa, kesinlikle ve ciddi manada muhalefet ederdi o hasta haliyle.
– Aydın Menderes’e yakın biriydiniz. Mizacından ve diğer meziyetlerinden biraz bahseder misiniz?
Abi kardeş ilişkisi vardı aramızda. Aydın Abi son derece kültürlü, entelektüel, okumayı çok seven, sohbet etmeyi çok seven biriydi. Yanına her gün gelen insanların sayısı onlarcadır. Ve toplumun her kesiminden gelirlerdi: Askerler, bürokratlar, akademisyenler, çiftçi ve köylüler gibi.
Tabii, rahmetli babasından gelen de bir alışkanlık edinmişti. Menderes soyadlı birini adeta bir anne gibi bir baba gibi görürlerdi insanlar. Derdimiz olduğu zaman, sıkıntımız olduğu zaman, gidip sarılabileceğimiz, hemhal olabileceğimiz biri olarak görüldüğünden, toplumun her kesiminden insan Aydın Abi’nin yanına gelir giderdi.
Hayranlıkta izlediğim bir özelliği daha vardı: Hayattaki bütün konular hakkında fikir ve düşüncesi olan biriydi. Söz gelimi gökyüzündeki bir uçağın motoruna bakarak teknik açıdan şu şu özellikleri vardı derdi. Gene şahit olmuşumdur: Mesela (Ergenekon davasında tutuklanan ünlü Tıp profesörü ve akademisyen) Mehmet Haberal ile bir ilacın muhteviyatı hakkında tartışmıştı.
Bir diğer yönüyle romantik ve duygusal biriydi. Müzik, tiyatro ve sinemayı yakından takip ederdi. O, iyi bir Galatasaraylı idi.
Aydın Abi’nin birçok özelliği vardı. Açıkçası bunların hepsinin bünyesinde, nüvesinde bulunması, Allah’ın verdiği bir lütuftur diye düşünüyorum.
Rahmetli babasına layık bir evlat gibi yaşadı. Dostlarının, arkadaşlarının hep yanında olduğu bu ülkenin geleceği hakkında büyük hülyaları ve rüyaları vardı. Tabii, geçirdiği trafik kazası ve sağlık sorunları, nispeten performansının da düşmesine vesile oldu. Yine de, hasta haliyle bile hizmetlerine devam etti.
– 1960’ı izleyen ilk süreçte DP’nin yerini almak üzere ya da o çizgide devam etmek niyetiyle Adalet Partisi (AP) kuruldu. Burada çok ilginç bir şey var. AP’nin başına bir ara (11. Genelkurmay Başkanı ve 27 Mayıs darbesine onay vermiş olan) Orgeneral Ragıp Gümüşpala getirildi. Ondan sonra da Mühendis Süleyman Demirel genel başkanlık makamına oturdu. Olup bitenleri biraz özetler misiniz?
Faik Hocam, açıkçası, bizim cenahımızın da çok vakıf olmadığı bir sorudur bahsettiğiniz olaylar. Sizler gibi gazeteciler, yazarlar vasıtasıyla bunu Türkiye’nin gündemine taşımak durumundayız. Bilinmeyenleri her yönüyle açığa çıkarmalıyız.
Ragıp Gümüşpala, 1960 ihtilalinde orgeneral ve ordu komutanıdır. Hemen akabinde yani üç gün sonra Sivas’ta Kabakyazı Kampı olayı var. (*)
Çok önem verdiğim bir olaydır bu. Yani bunu Nevzat Çiçek Bey’in kitabında da gayet açık ve sarih şekilde görebiliyoruz. Aynı hususta muhtelif kitaplar da var. Ama günümüz insanının bunu daha yakinen bilmesi adına bir gerçeği daha ortaya koyalım.
İhtilalden üç gün sonra hemen oluşturulan bu kampa Doğudaki ve Güneydoğudaki akil ve alnı secdeye giden insanlar konulmuştur.
Oradaki büyük aşiretlerin, büyük aile topluluklarının başındaki insanlar söz konusudur. Yani o toplumun her kesiminden insanlar, cebren toplatılarak Sivas Kabakyazı kampına götürülüyorlar. Ciddi müdahale ve eziyetlere muhatap oluyorlar. Yaşayanlardan çok dinledik hadiseyle alakalı şeyleri. Yazılanlardan da okuduk.
Burada sorunuza münhasır bir cevap vereceğim: Ragıp Gümüşpala, 30 Mayıs 1960’ta orgeneral ve ordu komutanıdır. Mayıs-Ağustos arasındaki üç ay içerisinde hatta iki buçuk ay içerisinde ordu komutanlığından genelkurmay başkanlığına getiriliyor. 30 Ağustos’ta ise emekli ediliyor.
Tabii, bu tür tayin terfi işi askeriye içerisinde normal karşılanabilecek bir olay olabilir. Benim anlayamadığım ve bu sorunun karşılığını halen alamadığım bir konu var: Emekli edildikten sonra, 1960 senesinde Adalet Partisi’nin kurucu genel başkanı sıfatıyla bu partinin başına nasıl getirildi?
Burayı iyi analiz etmek lazım… Zira bir sene evvel tamamen gayri nizami bir askeri müdahale neticesinde oluşturulan illegal bir kampın oluşmasından (Sivas Kabakyazı) sorumlu ve ordu komutanı olması hasebiyle Doğulu ve Güneydoğulu o akil insanlara, mütedeyyin insanlara yapılan zulümlerin sorumlusu konumundaki bir komutan, bir müddet sonra DP’nin devamı sayılan siyasi partinin (AP) başına getirilebiliyor.
Ben bu olayların çok normal, rutin olaylar olduğunu zannetmiyorum. Ragıp Gümüşpala da Türkiye’yi dizayn etmek isteyen güç veya güçler vasıtasıyla AP’nin başına getirilmiş olabilir. Bir anlamda 27 Mayıs askeri ihtilalini yapanların da bu (bilemediğimiz) güçlerin kontrolünde olduklarını açık ve net gördük, görüyor, biliyoruz. Ragıp Gümüşpala’nın da bu mekanizmanın bir elemanı olduğunu düşünüyorum açıkçası.
Kendi adıma konuşuyorum. Devamındaki soru da şöyle: Ragıp Bey, bir müddet sonra seçimlere giriyor. Sonra partiden ayrılıyor. Ardından Demirel geliyor. O dönemde Sayın Demirel, bir şirkette çalışan mühendis. Sonuçta çok fazla siyasi yönü olan biri değil. Bir bakıyorsunuz o da gelip Adalet Partisi’nin başına geçiyor. Kimine göre bilmem filanca yardım etmiştir. Kimine göre falanca!
O yardım hususu da o ayrı bir konudur. Neticede aniden gelip derhal başa geçiyor.
– Siz, Demirel’in de bir proje veya projeksiyon çerçevesinde AP başkanı olduğunu mu iddia ediyorsunuz?
Tabii, şahsi görüşüm olarak ifade ediyorum. Biraz evvel nasıl ki Ragıp Gümüşpala’yı bir profil olarak ortaya koyduysak, ben Süleyman Bey’in de o günkü şartlarda memleketine, milletine hizmet etmek için uğraşan genç bir mühendis olarak siyasetle uzaktan yakından ciddi boyutta bir ilişkisi olmayan biri olması hasebiyle Gümüşpala’dan hemen sonra aniden AP’nin başına getirilmesinin de çok normal olduğunu düşünmüyorum.
– Faruk Sükan Bey’in Demirel’e yardımı olmuş deniliyor. Yetmiyor mu?
O günkü şartlarda yetmemiş olabilir. AP, o zamanın ortamında Türkiye’nin birinci, ikinci partisidir. Üstelik Demokrat Parti’den sonra gelen bir partidir. Derken bir mühendis çıkıyor ve seçimle başa geçiyor.
Hâlbuki o tarihte AP içinde engin imkânları, yetenekleri, becerileri olan o kadar çok siyasetçi var ki! 1960’tan evvel DP içinde yer alan ama siyasi yasaklı olmayan çok sayıda politikacı ve şahsiyetler var ki, onlara kıyasla Demirel’in kazanması mümkün değildi. Bence orada kapalı bir dönem var. İnşallah zamanla bilmediklerimizi öğreneceğiz.
– Sanıyorum, bu konuda siz Salim Ensarioğlu’na sormuştunuz; başa nasıl geldi diye?
Ragıp Gümüşpala ağırlıklı sordum ama iki hadise birbirini tamamlıyor. Salim Bey de bu istikamette konuşmuştu. Çünkü Salim Bey’in rahmetli babası DP milletvekiliydi o tarihte. O bölgede önemli bir ailenin mensubu, akil insandı.
Dolayısıyla Salim Bey’den aldığım cevap Ragıp Gümüşpala ile alakalıdır. Hakikaten orada da böyle bir kapalı bir çerçeve var. Bu konuyu inşallah çok iyi bilen birilerinden daha net şekilde öğreniriz.
– Doğu ve Güneydoğulu insanların o kampta toplanması sürecini başlatan resmi evrakta Org. Ragıp Gümüşpala’nın imzasının olması muhtemeldir. Esasen onun darbeyi kabul etmesi, aynı zamanda bahsi geçen evrakları imzalamasını da gerektiriyordu.
İhtilalin İçişleri Bakanı Muharrem İhsan Kızılkaya’nın bu konuda talimatı var. Diyor ki: “Bütün bu topladığınız insanları itlaf (imha, telef) edin!” Böyle şey olur mu? Dolayısıyla bunların tamamı sorumludur.
Bugün bu ülke bir PKK sorunuyla uğraşıyorsa doğudaki vatandaşlarımızla ilgili birtakım sorunlar varsa ve artmışsa, inanın bunun bir ucu ta oraya (Sivas Kampı olayına) dayanıyor. Siz nasıl, hangi hakla ve hangi kanunla benim dedemi, büyükbabamı, amcamı, kaynımı neyse topla tüfekle alıp Kabakyazı Kampına götürebiliyorsunuz?
O konuda (Milli Birlik Komitesi’nin bazı sorumluları) Yassıada’ya gidip Adnan Menderes’e soruyorlar: “Siz ne yaptınız da bu 1950-1960 döneminde Doğu’daki vatandaşlarımız huzur içinde, mutluluk içinde devletine karşı hiçbir itaatsizlik etmeden yaşayabildiler?”
Rahmetli Başvekilimizin cevabı şu olmuştu: “Onlara demokratik haklarını verdik. Ana dillerini konuşmalarına müdahale etmedik.”
Milli Birlik Komitesi mensubu Numan Esin Bey’in hatıralarında mevcuttur bu ifadeler.
– Menderes ile sohbetin ardından Numan Esin ve Milli Birlik Komitesi’nin ilgilileri, yazdıkları raporda şöyle bir tespitte bulunuyorlar: “Kürtçülük ile bölücülüğün nüvesi ve temeli, Menderes’in o Kürtleri parti bünyesine almasıyla atılmış oldu.”
Oysa orada sadece Kürt ileri gelenleri yoktu; mesela bir Süryani de vardı. Keza Şeyh Said İsyanı döneminde devletle işbirliği yapıp Malatya’ya saldırıyı boşa çıkaran, Kürt asıllı olmasına rağmen Alevi kimliğini esas olan Doğan Dede de vardı.
Bu bahsi kapatıp Demirel’in bir tutumu hakkında soracağım. Başbakan olduğunda, yakın çevresine ve bilhassa Menderes ailesine, Yassıada’da idam edilenlerin defnedildikleri yerden çıkarılıp İstanbul’a nakledileceğine dair bir vaatte bulunmuş ama vaadini tutmayınca, Aydın Menderes tarafından “vefasız” diye eleştirilmiş.
Bu konu, Aydın Abi’nin neşrettiği kitabında geçiyor. Bizim camiamızda bilinen bir konudur. Bu hep konuşuldu ve her zaman konuşulacaktır da. 1965 yılında AP tek başına iktidara geldiğinde rahmetli Süleyman Bey, Yüksel (Menderes) Bey’i arıyor ve görüşmek istiyor.
Yüksel Menderes Bey, Mutlu Menderes Bey ve Aydın Menderes Abimiz birlikte Süleyman Bey’in yanına gidiyorlar. Konu şu: İmralı’daki kabirlerin İstanbul’a nakliyle alakalı Süleyman Bey bir düşünce ortaya koyuyor. Akabinde “İstanbul’a gidin bakın, kabirleri nereye alabiliriz?” deniliyor.
Eyüp Sultan, birinci tercihmiş. Çünkü rahmetli başvekilimizin Adnan Menderes’in Eyüp Sultan Hazretleri’nin olduğu bölgeyle alakalı hizmetleri de olmuştu. Ayrıca manevi açıdan adeta ikinci Kâbe gibi bir yer. Aile bireyleri de Yüksel Bey’in önderliğinde o mekâna gidip bir yer tespit ediyorlar. O zamanki İstanbul Belediyesi’ne ait bir yermiş. Bir hazırlık yapılmış fakat bilahare Süleyman Bey bu konuya hep uzak kalmış.
O dönemki şartlar ve askerlerin muhtemel müdahalesi galiba Süleyman Bey’in bu nakil konusunda ısrar etmemesine yol açmıştır. Devlet ile çatışmama adına, sorun yaşamama adına kabirlerin nakli meselesi maalesef gerçekleştirilmemiştir. Aslında Süleyman Bey istemesine rağmen bir yerlerin (diyelimki devlet partisinin) müdahalesiyle bahsi geçen kabirlerin nakli işi olmamıştır.
Rahmetli Turgut Özal -Allah mekânını cennet eylesin- 1992’de büyük bir dirayet gösterip kabirleri Topkapı’daki Anıt mezara naklettirmişti. Aksaray’da on binlerin, yüz binlerin katıldığı bir programdı bu. Ben de o cenaze merasimine katılmak gibi bir şans elde etmiştim.
– Topkapı’daki anıt mezar meselesinde sizin derneğin bulunması yüzünden AKP ile aranızda bir problem çıkmış galiba. Sorun neydi?
Evet! Anıt mezarlıkla alakalı idi. Esasen Türkiye’nin gündeminde olması gereken bir sorudur. O konu şöyle: Kabirlerin oraya getirildiği 1992’den bu yana ben ve arkadaşlarım anıt mezarlığın bakımı, oranın korunup kollanması, revizyonu, tadilatı, tamiratı gibi işleriyle uğraşan yaşları da benden büyük olan onlarca, yüzlerce abimizle beraber bir hizmet içerisindeyiz. Orada federasyonumuza bağlı bir derneğimiz de var.
Bugüne kadar onlarca, yüzlerce devlet adamının gelip gittiği, şeref defterimize yazılar yazarak rahmetli devlet adamlarımızla alakalı düşüncelerini beyan ettiği, mezarların başında dini vazifelerini ifa ettikleri bir yer orası. Siyaset falan yapılmaz orada. Fakat iki sene evvel İstanbul Valiliği bize bir yazı gönderdi. Diyanet İşleri Başkanlığı’na ait olmasından ötürü orada herhangi bir derneğin faaliyet gösteremeyeceğine dair bir yazıydı bu.
İlgili yerlerle konuşmamıza, konuyu her mercie taşımamıza rağmen bir netice alamadık. 40 kadar zabıta ve polis gücüyle bizi, oradan dışarı çıkardılar. Matbuatımız vardı, resimler vardı, anılar vardı. Hepsini bir kamyona yükleyerek zoraki bir şekilde bizi oradan tahliye ettiler.
Mesele yargıya intikal etti. Maalesef Türkiye’deki adalet mekanizmasının çalışma şartlarını biliyoruz, görüyoruz. Mahkeme devam ediyor. Oradan bir netice çıkacağını da pek ummuyorum. Tabii, burada bizi üzen şey şu oldu: Sayın İçişleri Bakanı’nın, orada siyaset yapıyormuşuz düşüncesiyle bir şeye takıldığını ve oradan tahliyemiz noktasında da taraf olduğunu anladık.
Yani durup dururken niye tahliye edilelim? Kime ne zararımız var orada kalmakla? Biz Allah rızası için, millet adına bir hizmet yapıyorduk. Gerçi halen yapıyoruz, gidiyoruz, geliyoruz. Sağ olsun Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na arz ettik, o da duyarlılık gösterip bir heyet gönderdi. Kendisinin bizatihi bana da bir sözü vardır: “Fatih başkanım rahat ol, huzurlu ol. En geç bir sene içerisinde, oradan siz nasıl çıkarıldıysanız gene aynı şekilde oraya döneceksiniz!” dedi.
Esasen böyle bir mağduriyet yalnız bizim meselemiz değil, demokrasi adına bütün Türkiye’de siyasetle uğraşan herkesin, siyasi partilerin, STK’ların meselesi olmalı. Bugün bize yarın onlara misali.
– Galiba Bülent Ecevit de, bahsi geçen mezarların taşınması konusunu dillendirmişti.
Evet, doğrudur. Aydın Abi’nin kitabında rahmetli Bülent Ecevit’in “Bu konuda çok samimi olduğunu ve Menderes ailesiyle görüştüğünü, üstüne düşeni yapacağını” yazmıştı. Bu hesapla Demirel vefalı çıkmadı, ancak Ecevit vefalıydı.
– Hazır söz Yassıada’dan açılmışken bir soru daha: “Turizm” adı altında Yassıada’da bazı tesisler kuruldu, turlar düzenleniyor. Nasıl bakıyorsunuz bu işe?
Bu konu bizim için çok önemli. Üç dört senelik bir meseledir. Bizce kanayan bir yaradır bu. Akılla, mantıkla izah edilebilecek bir konu olarak görmüyorum. Düşünün 197 metre genişliğinde, 724 metre uzunluğundaki bir adada ve bir dönemin tarihinin yattığı bir adada bu tür şeyler yapılabiliyor.
Doğrusu Aydın Abi de daha önce gidip oranın modernize edilmesi ama özünden taviz vermeksizin, o eski hatıraların yok edilmeden yapılması noktasında hemfikirdi. Fakat öyle bir proje yapıldı ki o eski tarih tamamen yok edildi. Daha önceki haline ilişkin fotoğrafları bizzat çekmiştim, oradan biliyorum.
Ben Sayın Cumhurbaşkanımızın da bu projeden mutlu olduğuna inanmıyorum. Ama bunu kim yaptı? Bu da çok enteresan! Hangi güç Yassıada’nın bu hale getirilmesine, talan edilmesine müsaade etti?
Ada eski özünden, o mistik havasından çıkarılmıştır. Herkesin gününü gün edeceği bir mekâna dönüştürülmüştür. Şimdi de insanları oraya motorla taşıyorlar. Günah çıkarıyorlar. Yahu kardeşim, burayı zaten ne hale getirmişsiniz! Bu insanları oraya götürüp de tekrar onları hüzünlü hale getirmenin, üzmenin anlamı ne?
Tabii, bugün konuşulamıyor, Türkiye’nin şartları itibariyle ama yeri ve zamanı geldiğinde bu Yassıada meselesi de konuşulup masaya yatırılacak konulardan biri olacaktır.
– Yassıada meselesindeki bu faslı soruyla kapatabiliriz: Aydın Menderes bütün idamlara karşıydı, malum ailevi nedenlerle. Haliyle bugün yaşasaydı daha tersini düşünebilir miydi?
İlaveten soru: Geçen günkü bir konuşmanızda, şunu söylediniz: “Biz bütün idamlara karşıyız. Bu memleketin evlatları olan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının (Hüseyin İnan, Yusuf Aslan) idamlarına da karşıyız. Onlar için anma etkinliği düzenleyeceğiz. Çünkü bu bir prensip meselesidir. Aslında onların da bu memleket için, bu ülkenin bağımsızlığı için, bu ülkenin ve milletin hayrı için bir şekilde (düzene/sisteme/iktidara) itirazları oldu. Ne yazık ki o kutuplaşmanın getirdiği ya da vesayetin olduğu bir döneme denk düştü idam olayı. Menderes ve arkadaşları gibi onlar da aynı akıbete uğramış oldular.”
Aynen doğrudur. Söyledim. Önümüzdeki zaman dilimlerinin birinde “Üç Fidan” diye tabir edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için anma etkinliği düzenlemeyi düşünüyoruz. Dikkat ederseniz, kongre salonumuzda ve Sayın Kılıçdaroğlu’nun katıldığı iftar davetinde asılan bir pankartımız vardı: “Vatan evlatları kucaklaşıyor ve buluşuyor” diye.
Ben bunu çok önemsiyorum. Orada “vatan” ve “vatanın evlatları” kelimesi geçiyor. Kucaklaşıyor kelimesi de yazılı.
Son 40-50 yılı düşünecek olursak, bilinen bilinmeyen, ortada olan ve olmayan birçok illegal konuyla haşır neşir olduk. Okuyoruz, dinliyoruz, seyrediyoruz ve vicdan azabı çekiyoruz şimdi.
Bu biraz iddialı bir kelime belki. İdamları anma etkinliği hususunda birçok arkadaşımızdan da tenkit aldık. Ama konfederasyon olarak bu konuda taviz vermemiz asla söz konusu değil.
Üstüne basarak hep söylüyoruz: Bu ülkenin birliğe ve beraberliğe, saygıya, sevgiye, hoşgörüye ihtiyacı var.
– Ve geçmişle yüzleşmeye de…
Tabii ki. Benim jenerasyonum (kuşağım), benden önceki jenerasyon bahsi geçen “üç fidan” hakkında belki ailelerinden, belki o günkü şartlardaki gazetelerden, televizyonların tek taraflı yayınlarından etkilenerek önyargılı olup karşı tavır içine girdiler. Yani onları (olumsuz manada) farklı tanıdık. Aslında bu bir itiraftır.
Şimdi söylerken bile tüylerim diken diken oluyor. Kendi aile bireylerimle de tartışıyorum. Üç Fidan’ın idam meselesinin bize anlatıldığı gibi olmadığını, esas itibariyle bir sembol haline gelmiş o “üç fidan”ın bugün ülkeyi emperyalist güçlerden kurtarmak için mücadele eden siyasi kimlikler, siyasi partilerle aynı çizgide, aynı düşüncede oldukları zamanla idrak edilecektir…
– O günkü şartlarda, ortada somut bir şey olmamasına rağmen, hangi akıl ve mantıkla Üç Fidan idam edildi?
Bakın, onların idamıyla ilgili karar veren insanların ölümleri bile normal olmamıştır. Acılar içerisinde, kıvranarak vefat etmişlerdir. Menderes ile aynı kategoriye koymuyorum ama bütün bunlardan ders çıkarmamız lazım. Yüce Allah da bunu görüyor. Bakın Menderes’e hainlik yapan o mahkeme heyetinin başkanı Salim Başol gene aynı şekilde ızdırap içinde hayatını kaybetmiştir.
(Üç Fidan hakkında idam kararı veren) Ali Elverdi’ye ne oldu? Merak ediyorum. Onların aile bireyleri, torunları, çocukları dışarıda, onurla dolaşabiliyorlar mı? Salim Başoğlu’nun torununun torunu, işte kim varsa çocukları, aile efradı göğsünü gere gere ben Salim Başol’un yakınıyım diyebiliyorlar mı?
Yazık olmuştur. Bu ülkenin huzurunu bozmak için, birliğini, beraberliğini bozmak için tamamen dış güçlerin kuklası olan, maşası olan insanların yapmış oldukları bu tasarrufları şiddetle kınıyoruz.
Allah mani keder vermezse de önümüzdeki günlerde programımız kapsamında “Üç Fidan’ın idamlarını anma” organizasyonu var. Bu üç vatan evladı için, üç fidan için bizim yapmamız çok daha manalı olur. Evet, belli bir kesim (sol, sosyal demokrat) zaten yapıyor.
Demokrasiye inanan bu ülkenin huzuruna, kalkınmasına gönül koymuş insanlar olarak biz, böyle bir programın içerisinde olacağız ve bunu bütün Türk milletiyle paylaşacağız. Bu bakımdan ilginç olacaktır.
Bu münasebetle belirtmek isterim:
“Adnan Menderes’in asılmasına neden oldu” diye itham edilen CHP’nin Genel Başkanı Sayın K. Kılıçdaroğlu, 2011 senesinde Menderes’in defnedildiği anıt-mezarı bizzat ziyaret etti. Oradaki basının huzurunda yazılı beyan olarak bizim şeref defterimize yazdı, imzaladı ve şöyle dedi:
Adnan Menderes, bu memleketin yetiştirdiği önemli devlet adamlarından biridir. Kendisine yapılanı, reva görüleni kınıyorum, protesto ediyorum.
Bir çeşit özeleştiridir bu.
NOT: Devamı ikinci bölümde yayımlanacak
(*) Kabakyazı mevkiindeki bir kışlaya, eski DP mensupları ile Doğulu Kürt kanaat ve aşiret önderlerinin ve din âlimlerinin toplama kampı misali götürülüp konulması meselesi. Sayıları ise Alev Alatlı ile İsmail Beşikçi’ye göre toplam 485, bizzat o toplama kampında yatmış olan Said Ensarioğlu’na göre ise 385 kişi. Kaynak: Nevzat Çiçek, Sivas Kampı-27 Mayıs’ın Öteki Yüzü.
© The Independentturki