Reha Alpay
Küresel ısınmanın büyük ölçüde fosil yakıtların aşırı kullanımından kaynaklandığının ortaya çıkmasından bu yana enerji sorunu çevreciler ve ekolojistler arasında yoğun olarak tartışılıyor. Bu ısınmanın yarattığı iklim krizi giderek daha çok can kaybına, kentlerde ve kırsalda devasa yıkımlara yol açıyor. 2030’lara vardığımızda bu zararların artık sigorta edilemeyeceği yıllar önce yazıldı ve o noktaya doğru gidiyoruz. Zaten yoksul yığınlar için bu sigortaların da bir yararı yok. Onun ötesinde de biyoçeşitlilik kaybı tüm karmaşık canlılarla birlikte insan yaşamının varlığını tehdit edecek noktaya doğru gidiyor. Bu iklim felaketlerinin önüne geçebilmek için en yaygın dile getirilen çözüm, fosil yakıt tüketimine yenilenebilir enerjiye geçilerek son verilmesi. Ancak endüstriyel kapitalizmin dayattığı mevcut tüketim toplumunu sürdürerek böyle bir çözümü yaşama geçirmek mümkün mü? Ya da ABD ordusunun yılda 78 milyon varille, 5 buçuk milyon nüfuslu Norveç’ten ya da 20 milyon nüfuslu Romanya’dan daha fazla petrol tükettiği bir dünyada bunları konuşmak anlamlı mı? Bu yazıda bu sorunları ve ekolojik alternatifleri farklı boyutlarıyla tartışmaya çalışacağım.
Konuya girmeden önce canlı organizmalar için enerji ne anlama geliyor ona bakmakta yarar var. Tek hücrelilerden başlayarak tüm canlılar hücrelerinde enerji üretirler. Ancak bunun için çeşitli besinlerdeki kimyasal enerjiye ihtiyaçları vardır. Hayvanlar bu kimyasal enerjiyi ya fotosentez yapan bitkilerden ve diğer canlılardan ya da onları yiyen bir başka hayvandan elde ederler. İnsanlar da evrimleri boyunca yüz binlerce yıl bunlardan başka bir enerji kaynağı kullanmadan yaşadılar. Güneş enerjisi bitkilerin fotosentez yapmasını sağladı, bu da sonuçta insanların tüm enerjisini sağlayan kaynaktı. Arkeolojik bulgulara göre en az 400 bin yıl önce insanlar ısınmak ve yiyeceklerini pişirmek için ateşi kullanmaya başladı. Böylece insanlar ağaç dallarını da bir enerji kaynağı olarak tüketmeye başladı. Ancak asıl sıçrama tarımın başlamasıyla oldu. Tarımı desteklemeye yönelik olarak öküz gibi diğer hayvanların enerjisinin tarlayı sürmek için, akarsuların ya da rüzgar enerjisinin tahılları öğütmek için kullanılması bunların en bilinen örnekleridir.
Bunların tümü güneş enerjisinin dönüştüğü farklı enerji veya yakıt biçimleridir ve yenilenebilir enerji olarak nitelenmiştir. Güneşin yüzeyinde füzyon sonucu ortaya çıkan enerji dünyaya ulaşır. Bu enerji bitkiler tarafından fotosentez için kullanılırken, öte yanda suyu buharlaştırarak yağışlar yoluyla daha yüksek yerlere taşınmasını sağlar, bir yandan da hava akımlarını ve rüzgarı yaratır. İnsanlar güneş enerjisini tüm bu farklı biçimleriyle hem tarımda hem de ulaşımda binlerce yıldır kullanıyorlar.
Fosil yakıtlar ise bitkisel artıkların milyonlarca yılda yüksek ısı ve basınca maruz kalarak fosilleşmesi sonucu oluşan yakıtlardır. Oluşmaları çok uzun sürdüğü için yenilenmesi bizim için söz konusu değildir. Tarih boyunca kömür, M.Ö. dördüncü bin yıldan başlayarak ısınma amacıyla; doğal gaz ise yaklaşık M.Ö. 500’den itibaren Çin’de bambu borularla taşınıp yakılarak deniz suyundan içme suyu elde etmek için kullanılmıştır. Kömürün metal işleme amacıyla kullanımı da giderek artmış, ancak bunlar kömürün yüzeye yakın yerlerde bulunduğu bölgelerde sınırlı ölçüde bir kullanım olarak kalmıştır.
İngiltere’de başlayan sanayi devrimiyle birlikte önce kömür kullanımı büyük ölçüde arttı, ardından petrol yaygın olarak tüketilmeye başlandı. Her ne kadar bu tüketim atmosfere karbon emisyonunu artırmış olsa da atmosferdeki karbon oranını artıracak düzeyde emisyon artışı, II. Dünya Savaşı sonrasında sanayileşmenin ve motorlu araç kullanımının geldiği düzeyle birlikte gerçekleşti. 1950’li yıllarla birlikte fosil yakıtları kullanan araçlar dünyanın her tarafında yaygınlaştı, bunların üretimi bir çok sanayi dalını geliştirdi. Atmosferdeki karbon oranındaki bu belirgin artışın başladığı yıllar antroposen çağının başlangıcı olarak kabul ediliyor. Bu dönem aynı zamanda II. Dünya Savaşı sonunda test edilen nükleer bombaları daha fazla geliştirmek için testlerin yapıldığı ve nükleer parçalanmanın enerji üretmek için kullanılmasının başladığı dönem oldu.
Endüstriyel Enerjiye Karşı Çıkış
Nitekim enerji deyince erken dönem çevrecilerin ve ekolojistlerin aklına gelen ilk sorun nükleer enerji olmuştu. Henüz günümüzdeki haliyle toplumsal ekoloji düşüncesini formüle etmeden önce Murray Bookchin, yayınlanmasına etkin olarak katıldığı Contemporary Issues (Çağın Sorunları) dergisinin de desteğiyle nükleer bombalara ve enerjiye karşı aktif olarak mücadele etti. Janet Biehl bunu şöyle aktarıyor:
1 Mart 1954’te ABD’nin Pasifik Okyanusu’nun güneyindeki Bikini Atol’ünde hidrojen bombası denemesi yapmasının ardından “Bookchin ‘Bombayı Durdurun’ adlı bir broşür yayınlayarak, serpintinin tüm dünyada ‘denizlerdeki gıda kaynaklarımızın büyük bir bölümünü radyoaktif ve sağlıksız’ hale getirebileceği gerekçesiyle testlerin derhal sonlandırılmasını talep etti. Bookchin’in broşürü, sadece bu korkunç yıkıcı silahlara değil, aynı zamanda Eisenhower yönetiminin o dönemde enerji üretmek için teşvik ettiği atomun ‘barışçıl’ kullanımına da karşı çıkarak yeni bir çığır açtı. Atom santrallerinin de radyoaktivite üreteceğini, bunun da gıda kaynaklarını kirletebileceğini ve sağlığa zarar verebileceğini belirtti. Radyasyon, ister bombalar ister enerji santralleri tarafından üretilsin, gıdalardaki tüm kimyasallar arasında en ölümcül olanıydı.”[1]
20 bin adet broşürü dağıtmışlar ve Japonya’ya kadar uzanan olumlu tepkiler almışlar. Konuyla ilgili yazılara derginin 1960’ların başında kapanmasına kadar devam etmişler. Bookchin 1962’de yayınlanan Sentetik Çevremiz adlı kitabında da tehlikeli ve merkezileştirici nükleer enerjiye bel bağlamak yerine, toplumlar “rüzgar enerjisi, güneş enerjisi ve hidroelektrik enerji gibi kendi enerji kaynaklarından azami ölçüde faydalanabilirler.” diye belirtmiş.[2]
Bookchin 1964 yılında yayınlanan Crisis in Our Cities (Kentlerimizdeki Kriz) adlı kitabında ise sera gazı emisyonlarına işaret ederek, ancak yıllar sonra gündemde yerini bulacak olan küresel ısınmaya dikkat çekmişti:
Bu karbondioksit örtüsü, dünyadan uzaya giden ısı dalgalarını engelleyerek atmosferin sıcaklığını yükseltme eğilimindedir… Teorik olarak, fosil yakıtların birkaç yüzyıl boyunca yakılmasının ardından, atmosferin artan ısısı dünyanın kutup buzullarını eritebilir ve kıtaların deniz suyuyla dolmasına yol açabilir. Böyle bir tufan bugün ne kadar uzak görünse de, akıl dışı uygarlığımızın doğanın dengesi üzerindeki uzun vadeli felaket getirecek etkilerinin sembolüdür.[3]
Gerek doğal ortamlarda yarattığı kirlilikle gerekse de atmosferde karbon gazı artışına yol açmasıyla fosil yakıtlar yalnız insanlık için değil tüm canlılar için bir tehdit oluşturuyor. Bu tehdit bir yandan fosil yakıtların yakılması sonucu ortaya çıkarken, öte yanda bunların yer altından çıkarılması da doğal ortamları yok ederek tehdit oluşturuyor. Bookchin o tarihte güneş, rüzgar ve gelgit enerjisinin alternatif olarak kullanılmasını önermiş. Ayrıca bunların devasa merkezi kentlere uygun olmadığını, öncelikle kentlerin ademimerkeziyetçi (merkezsiz ya da yerinden yönetimli) şekilde yeniden yapılandırılmasının gerekli olduğunu vurgulamış. Yerel olarak uygulanacak bu teknolojileri herkes öğrenip anlayabilir, kontrol edebilir, bakımını yapabilir diye belirtmiş.
Murray Bookchin 1974 yılında ABD’nin Vermont eyaletinde Toplumsal Ekoloji Enstitüsünü Dan Chodorkoff ile birlikte kurdu. Diğer konularla birlikte yenilenebilir enerji sistemleri ve güneş panelleriyle desteklenen sürdürülebilir doğal yiyecek üretme sistemleri de programın bir parçasıydı. Bu sistemler enstitü bünyesinde kuruldu ve pratik uygulama üzerine de eğitim verildi. İnşa edilen bir güneş evi ve su tankına su pompalamak için kullanılan rüzgar enerjisi sistemi de bunların arasındaydı. Aynı yıllarda New York’ta ve Washington, DC’de mahalle meclisleri, oluşturan yerel topluluklar yiyecek ve enerji ihtiyaçlarını karşılamak için bu sistemleri kurdular, elektrik enerjisi üretmek için güneş panelleri kullandılar. Bu teknolojiler, onların kendi yaşamlarını denetlemek için kullandığı güçlü araçlar haline geldi ve onların merkezi otoritelere karşı özerkliklerini sağlamakta etkili oldu.
Ancak bir yanda yerel topluluklar yenilenebilir enerji uygulamalarını yaygınlaştırırken, Bookchin 1975 yılında merkezi uygulamalar konusunda uyarıyordu:
‘Alternatif enerji’ denen şey ciddi biçimde ayağa düşme tehlikesiyle yüz yüzedir ve radikal içeriği önemli toplumsal içerimlerini kaybetmektedir… [o dönemin merkezi uygulamalarından örnekler verdikten sonra] bu mega-proje tasarımcılarının çoğu iyi niyetli ve amaçlarında samimidirler. Ancak büyüklük, ölçek ve ekolojik içgörü açısından, düşünceleri James Watt’ınkilerden pek farklı değildir… Bir bütün olarak teknolojideki çeşitlilik ve farklılaşma olmaksızın, güneş enerjisi insanların doğal dünyayla ve birbirleriyle yeni ilişkiler kurmaları için bir basamak işlevi görmekten çok yalnızca kömür, petrol ve uranyumun bir ikamesi olacaktır. Yine aynı derecede önemli olan ‘alternatif enerji’, eğer yeni bir ekoteknolojiye temel oluşturacaksa, insani ölçekte olmalıdır. Basitçe bunun anlamı, devasa, kavranamayan endüstriyel işletmelerden oluşan şirketlerdeki devleşmenin yerini insanların kavrayabilecekleri ve kendi başlarına yönetebilecekleri küçük birimlerin alması gerektiğidir.[4]
Günümüzde Enerji Sorunu
II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin tüm dünyaya benimsettiği kalkınmacı politikalar enerji alanında birçok soruna yol açtı. Özel arabaların yaygınlaşmasıyla birlikte kentlerin çevresindeki banliyöler yaygınlaştı. Daha önce tren ya da metro hatları boyunca var olan bu banliyöler zaman içinde yayılarak kent kuşakları haline geldi. 1950’lerde dünya nüfusunun üçte biri kentlerde yaşıyordu ve bu kentler henüz megakentler haline gelmemişti. 2007’ye geldiğimizde bu oran yüzde 50’ye ulaştı, günümüzde de yüzde 60’a yaklaşıyor. Ayrıca küçük kentler çok büyümezken, banliyölerin yaygınlaşmasıyla büyük kentler kesintisiz kent kuşakları haline geldi. Bu gelişme ulaşım için fosil yakıtların kullanımında büyük bir artışa yol açtı. Dünyanın her yerinde özel araç sayısı ve bunların kat ettiği ortalama uzaklıklar sürekli olarak artıyor. Kentlerin merkezileşmesiyle birlikte üretimin de merkezileşmesi hem hammaddelerin hem de ara malların ve mamul ürünlerin daha çok miktarlarda ve daha uzağa taşınmasına yol açıyor. Ancak enerji tüketimi açısından ulaşım tek sorun bu değil.
Aşırı kentleşmeyle artan tüketim şirketlerin de büyümesine ve bunları yöneten geniş bürokratik yapılara yol açtı. Bu bürokratik şirketler megakentlerde plaza dediğimiz gökdelenlere yerleşti. Her birinde binlerce insanın çalıştığı bu plazalar gün boyunca klimaya ve aydınlanmaya ihtiyaç duyuyor. Gün boyu bu ortamlarda çalışmanın insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini bir yana bırakalım, bu binalar yüksek miktarda enerji kullanımına yol açıyor. Aynı şekilde kent nüfusunun artmasıyla yaygınlaşan devasa alışveriş merkezleri de gün boyu klima ve aydınlanma için enerji harcıyorlar. Tüm bu ticari binaların harcadığı enerji bir çok ülkede evlerde harcanan toplam enerji düzeyine çıkmış durumda. Megakentlerin ortaya çıkmasıyla birlikte bu ülkelerde yalnız ısıtma/soğutma, havalandırma ve aydınlatma için kişi başına düşen enerji tüketimi muhtemelen ikiye katlandı.
Betona boğulmuş megakentler ısı adaları oluşturuyor. Yeşil alanların azalması, ısıyı tutan beton yapıların yoğunlaşması yeşil alanlara göre 5 dereceye kadar varan sıcaklık artışına yol açıyor. Bu fark özellikle yaz akşamlarında çok hissediliyor. Bir çok kentte bu ısı adaları klimaların yaygın olarak kullanılmasına yol açıyor ya da kullanımı artırıyor. Kışın ise bir-iki katlı binalar yerine çok katlı binaların birbirine bitişik ya da çok yakın olarak inşa edilmiş olması birçok evin güneş alamamasına ve ısınmak için daha fazla enerjiye ihtiyaç duymasına neden oluyor. Oysa küçük binalar ya da bağımsız evler, kışın güneşten daha fazla yararlanabileceği gibi yazın da bahçelerindeki ağaçlar sayesinde klimaya ihtiyaç duymadan daha sağlıklı bir ortam sağlayabilir.
Tarımda merkezileşme ise geçmişte ilkel biçimlerde dahi olsa kullanılan yenilenebilir enerjiler yerine fosil yakıtların geçmesine yol açtı. Sözgelimi kurutularak tezek halinde ısınma amacıyla kullanılan hayvan dışkıları büyük ölçüde akarsulara atılıyor. Geçmişte yaygın olan yel değirmenleri ve su değirmenleri yerlerini elektrikle çalışan değirmenlere bıraktı.
Enerji Sorunu ve Kapitalizm
Aşırı kentleşme ve giderek merkezileşen üretim enerji ihtiyacını sürekli olarak artırıyor. Orta sınıfların daha fazla tüketime teşvik edilmesi durumu daha da çözümsüz hale getiriyor. Sonuçta artan enerji ihtiyacı iklim krizinin ve biyoçeşitlilik kaybının temel nedenlerinden biri. Sorunun temelinde sürekli büyüyen bir ekonomiyi öngören kalkınmacı anlayış yatıyor. Ancak buna karşın çözüm, ilk olarak 1972’de kullanılmaya başlanan “sürdürülebilir kalkınma” perspektifi ile ele alınıyor. Özellikle 1990’larda öne çıkarılan bu kavram, ekonomik büyümeden vazgeçmeden iklim krizini çözmeyi amaçlıyor. Enerji tüketiminin verimlilik artışıyla biraz azaltılabileceği öngörülse de temel olarak merkezileşmeye dokunmadan yenilenebilir enerjiye geçişle çözüm bulunması amaçlanıyor.
Kapitalizm kesintisiz sermaye birikimini öngörür ve bunun kesintiye uğramasını kriz olarak kabul eder. Birbiriyle rekabet içinde olan şirketler için bu “büyü ya da öl” diye ifade ediliyor, ama genel olarak kapitalizm için de geçerli. 1970’li yıllarda tıkanan ve krize giren sermaye birikiminin önü, sanayinin gelişmiş ülkelerden “az gelişmiş” ülkelere taşınmasıyla aşılmaya çalışıldı. Bir yandan da otomasyon artırıldı. Ancak gelişmiş ülkelerde giderek azalan sanayi işçisi kitlesi başka alanlara yöneltilmek durumundaydı. Bu hem işsizliği makul bir düzeyde tutmak hem de tüketimin düşmemesi için zorunluydu. Sonuçta mevcut işgücü giderek daha büyük ölçüde hizmet sektöründe istihdam edildi. Günümüzde satış, bankacılık, sigorta, finansman, emlak gibi alanlarda üretime yönelik sektörlerden çok daha fazla sayıda çalışan istihdam ediliyor.
Günümüzün megakentleri esas olarak üretimi kontrol altında tutmaya çalışan ulusötesi şirketlerin bürokrasileri ve onları desteklemeyi amaçlayan hizmet sektörü şirketlerinin şekil verdiği kentler. Bu şirketlerin temel amacı sermaye birikimini artırmak. Kentlere çektikleri insanlar da çoğunlukla üretimle doğrudan ilişkisi olmayan işlerde çalışıyor. Dolayısıyla kentlerin büyümesi sermaye birikiminin ötesinde insanların gerçek ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir gelişme sağlamıyor. Daha kötüsü de kesintisiz büyüme ancak daha çok merkezileşme ve daha çok enerji ihtiyacıyla birlikte gerçekleşiyor. Bu koşullarda yenilenebilir enerjilere ne kadar yatırım yapılsa da artan ihtiyacı karşılayarak fosil yakıtlara son vermek on yıllar alacak. Ayrıca yenilenebilir enerji yatırımlarının da merkezi bir şekilde uygulanması birçok soruna yol açıyor. Devasa rüzgar türbinlerinin nereye yerleştirileceği sorun olurken, binlerce güneş panelinin Afrika’nın çöllerine yerleştirilmesi ve onlardan elde edilen enerjiyi hidrojene çevirip Avrupa’ya taşıma planları yapılıyor.
Tüm bu sorunlar kapitalizmin “sürdürülebilir kalkınma”sının ekolojik felaketleri daha fazla tetikleyeceğini ve tüm karmaşık yaşam biçimlerini yok oluşa sürükleyeceğini gösteriyor. Zaten sorun yalnızca artan enerji ihtiyacı değil, gerek fosil yakıtların çıkarılması için gerekse sanayinin diğer ihtiyaçları için dünyanın her tarafında doğal ortamlar tahrip ediliyor. Başka bir deyişle “sürdürülebilir kalkınma” yaşamı sürdürülemez hale getiriyor.
Çözüm Nerede?
Sorunun çözümünü sorunun kaynağına inerek bulmak durumundayız. O da yukarıda gördüğümüz gibi sermayenin sürekli büyüme ihtiyacı. Bu sanayi kapitalizmine yol açtı. Sanayi kapitalizmi hız kesip spekülasyona ya da sanal ortamlarda tüketime yönelse dahi aşırı kentleşmenin geldiği boyut sorunun çözümünü olanaksız kılıyor. Dolayısıyla çözüm kapitalizmin aşılmasında ve onun yerine ekolojik bir topluma yönelmekte görünüyor.
Tarih boyunca kentler temel ihtiyaçlarını büyük ölçüde kendi yakın çevrelerinden karşıladı. Onları kuşatan kırsal alanlar yiyeceklerin ve diğer ihtiyaçların çok büyük bölümünü üretti. Bunların işlenmesi de büyük ölçüde aynı yerde gerçekleşti. Uzaklardan yapılan ticaret çoğunlukla seçkin bir tabakanın lüks tüketimi ya da onların güçlerini göstermek için giriştiği projeler içindi. Bazen de orduları beslemek için uzaklardan yiyecek getirmek gerekti. Günümüzde de ademimerkeziyetçi ve eşitlikçi bir şekilde yeniden örgütlenen kentlerin ihtiyaçlarını büyük ölçüde yakın çevrelerinden karşılamaması için bir neden yok.
Bu kentlerde evler, bostanlar ve meyve bahçeleriyle iç içe olacaktır, birçok insan evinin bahçesinde sebze yetiştirebilecektir. Sokaklardaki meyve ağaçlarından orada yaşayan herkes yararlanacaktır. Böylece kentsel ısı adalarından kaçınılacak ve enerji ihtiyacı azalacaktır. Diğer temel ihtiyaçların da olabildiğince yerel olarak karşılanmasıyla ulaşım ihtiyacı azalacaktır. Kentlerin küçülmesi, işyerine gidiş gelişi bisikletle yapmayı olanaklı kılar. Kentler arası ulaşım ise raylı sistem ağlarıyla sağlanabilir.
Daha önceki bir yazımda bu yeniden yapılanmayı şöyle tanımlamıştım:
Günümüzdeki kent kuşakları nüfusun bir bölümünün kentten ayrılarak küçük kentlere ya da kırsal kesime taşınması, kalan nüfusun da kenti ademimerkeziyetçi bir şekilde yeniden yapılandırmasıyla insani ölçekte kentlere dönüştürülebilir. Bu bağımsız kentler konfederasyonlar oluşturarak bölgesel yönetim sorunlarını çözebilir. Tüm bölgeyi ilgilendiren kararlar yerel meclislerde tartışılır ve konfederasyon konseyleri bu kararları ortaklaştırmaya çalışır, gerekirse yeni öneriler geliştirip yerel meclislerin bunları tartışmasını sağlar. Konfederasyon konseyleri yerel meclislerin seçeceği, ancak yalnızca onların verdiği kararları dile getirip savunan delegelerden oluşur. Karar verme yetkisi delegelerde değil, yerel halk meclislerindedir. Böyle bir politik örgütlenme üretimin yerelleşmesini sağlar ve bunun için gerekli teknolojik dönüşüme öncülük eder.[5]
Ekolojik bir yaşam kurmayı amaçlayan böylesi kentler, evlerin ve imalata yönelik atölyelerin kendi enerjilerini üretmeleri ve paylaşmaları için gerekli altyapıyı oluşturabilir. Bu şekilde fosil yakıtlardan kaçınarak yenilenebilir enerjilere dayanan bir yaşam kurulabilir. Bu enerji dönüşümü her bölgenin özelliklerine göre farklılık gösterecektir. Bir çok yerde güneş enerjisi evler için yeterli olabilir, ama bir çok başka yerde de bunların rüzgar veya diğer enerjilerle takviye edilmesi gerekecektir. Üretim için ise daha geniş bir çeşitliliğe ihtiyaç olacaktır. Kırsal bölgelerde hayvan dışkıları ve tarımsal atıklar biyogaz üretiminde ya da biyokütle olarak kullanılabilir. Tabii bu merkezi tesislerde değil yerel olarak uygulanır.
Ne Yapmalı?
Ekolojik bir toplumun kurulması tabii ki ancak uzun bir geçiş döneminin sonucunda gerçekleşebilir. Bu geçiş süreci için belki on yıllara varacak uzun bir mücadele gerekiyor. İklim krizi yoğunlaştıkça insanların krizin temel nedenlerini anlaması ve harekete geçmesi hızlanacaktır. Ama yine de bu bilinçlenmenin uzun bir zaman alacağını öngörebiliriz.
Öte yanda gezegen üzerindeki yaşam şu anda yavaş yavaş, ama giderek artan bir hızla yok oluyor. Her yıl binlerce canlı türü, yaşam ortamları tahrip olduğu ya da değişime uğradığı için ortadan kayboluyor. Dolayısıyla bu gidişe karşı direniş çok önemli. En başta kömür ve petrol madenciliği olmak üzere, fosil yakıtlara yönelik yatırımlara karşı direnişi sürekli olarak yükseltmek gerek. 1960’lardan bu yana verilen mücadele bu konuda yaygın bir bilinçlenme sağlamış ve baskı yaratmış durumda. Günümüzde Dünya Bankası gibi kimi uluslararası finansman kuruluşları kömüre yatırıma destek vermiyor. Ama yine de başta Hindistan olmak üzere Asya ülkeleri kömür madenciliğine yoğun bir şekilde yatırım yapıyor. Türkiye de ne yazık ki bu ülkeler arasında.
Yalnız fosil yakıtlara karşı değil, doğaya zarar veren her türlü merkezi enerji yatırım projesine karşı da direnmek gerekiyor: Nükleer santrallere, suyu şirketlerin tekeline veren HESlere (hidroelektrik enerji santralleri), ormanları yok etme pahasına kurulan RESlere(rüzgar santralleri), asit yağmuruna yol açan JESlere(jeotermal enerji santralleri) ve benzerlerine. Bu anlamda “yenilenebilir” enerjiye yönelik teşviklerin bu türde projelere değil çatılara konulan güneş panellerine verilmesi için hükümetler zorlanabilir. Dünyada bir çok örneği olan bu uygulamalarla enerjinin tüketildiği yerde üretilmesi teşvik edilmiş oluyor.
Ekolojik duyarlılığı geliştiren toplulukların oluşturulması ise yarına ertelenemeyecek bir görev. Bu anlamda kendi yerel yenilenebilir enerjisini kendi vereceği kararlar temelinde, yani topluluk denetiminde üreten toplulukları desteklemek gerek. Bunlar, enerji kooperatifleri olabileceği gibi her evin kendi enerjisini ürettiği ve fazla enerjiyi paylaştığı topluluklar da olabilir.
Belki daha önemli bir konu ise gerek direniş amacıyla gerek kendi enerjisini üretmek amacıyla örgütleniyor olsun toplulukların karar alma süreçlerini bu dar amaçla sınırlandırmaması, bu sorunların çok daha geniş toplumsal ve ekolojik sorunların ve krizlerin parçası olduğunun bilincine varması. Bu bilinç geliştikçe topluluklar sözcüğün otantik anlamıyla politikleşecek, sorunların köküne inmeye çalışacak ve bu yönde çözümlere yönelik tartışmalara girecektir. Günümüzde politika denilince devlet yönetimi ve temsili demokrasi anlaşılmakta. Ancak böyle bir süreç günümüzün bu dar anlamdaki “politika”sının bir çözüm üretemeyeceğinin kavranmasını sağlayacaktır. Onun yerine toplulukların meclisler temelinde örgütlenmesinin ve yalnız kendi kısa vadeli sorunlarının çözümünü değil, mevcut krizleri aşacak uzun vadeli bir dönüşümü hedefleyerek harekete geçmeye yönelik kararlar almanın önü açılabilecektir.
Doğayı tahrip eden bir projeye karşı direniş, başlangıçta direniş sürecine ilişkin kararları almak için herkesin katılacağı bir meclis oluşturabilir. Bu meclis zaman içinde daha genel ekolojik sorunları tartışmaya açabilir, diğer direnişlerle dayanışmaya ve ekolojik sorunların çözümüne yönelik politikalara ilişkin kararlar alınabilir. Giderek yerel topluluktaki herkesi ilgilendiren diğer sorunlar da gündeme alınabilir ve bu konularda da ortak kararlar alınarak topluluk, her alanda çözüm üretmeye yönelebilir. Böyle bir süreç yerel demokrasinin temelini oluşturur. Kentlerde bir çok yerelde bu tür örgütlenmeler yaygınlaştırılabilirse giderek belediyelerin demokratikleştirilmesi gündeme gelebilir ve bu başarılabilir.
Bu süreç içinde topluluklar kendi enerjilerini üretmek konusunda adımlar atabilir, bunu çevredeki diğer topluluklarla eşgüdümlü olarak yürütebilirler. Uzun vadeli hedeflerle kısa vadeli hedeflerin bu şekilde birleştirilmesi dikkatli olunması gereken bir konu. Kısa vadeli hedefleri mutlaklaştırmaktan kaçınmak ve bu adımları uzun vadede ekolojik topluma gidişe yönelik hedefler için mücadeleyle uyumlu hale getirmek gerek. Bunu geçen yüzyıldaki işçi sınıfı mücadelelerinin sorunlarına ilişkin tartışmalarda bulacağımız benzerliklerle anlamaya çalışabiliriz. O zaman işçilerin ücret artışı ve hakları için verdikleri mücadeleyle, uzun vadeli sömürünün ortadan kaldırılmasına yönelik mücadele arasında benzer bir ilişki söz konusuydu. Ücret artışları ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi işçilerin mevcut sömürü sistemine uyum sağlamasına yol açıyordu. Ancak buna karşın bu mücadeleden vaz geçilmedi, çünkü bu ekonomik mücadele aynı zamanda işçilerin sömürü düzenini anlamalarını ve onun ortadan kaldırılması gerektiği yönünde bilinçlenmelerine de yardımcı oluyordu. Bugün de kendi enerjisini üretmek ya da fosil yakıtlar yerine doğaya daha az olumsuz etkisi olan yenilenebilir enerjiye geçiş, toplulukları iklim krizine karşı yeterince çaba gösterdikleri gibi bir yanılgıya sürükleyebilir. Bunun aşılması ancak uzun vadeli ekolojik toplum hedefiyle, bu kısa vadeli hedeflerin aynı mücadelenin farklı boyutları olduğunun ve bu bütünlük anlaşılmazsa sonuçta ekolojik krizlere karşı etkili olamayacağımızın anlaşılmasıyla mümkün. Başka bir deyişle asgari hedeflerin nihai hedeflerle uyumlu olması ve kısa vadeli hedefler için mücadele ederken nihai hedeflerin unutulmaması gerek.
Nihai hedef olan ekolojik bir toplumun kuruluşu, yerel toplulukların bölgesel, kıtasal ve küresel konfederasyonlar oluşturmalarıyla mümkün olacak. Bunun da unutulmaması ve mücadele sürecinde her adım atıldıkça bu yönde işbirliklerinin ve dayanışmanın örülmesi gerekiyor. Bu amaçla diğer bölgelerdeki sorunların da anlaşılması ve onların çözümüne ilişkin de tartışmaların yapılması önemli. Ancak böyle bir süreç bütünsel çözümler üretecek ve ekolojik bir topluma yönelişi sağlayacaktır. Sözgelimi nükleer enerji üretildiği yerde sera gazı salmıyorken, ona yakıt sağlayan uranyum madenciliği hem sera gazlarına hem de çoğu yerde yerli halkların topraklarına el konulmasına yol açmakta. Dolayısıyla çözüm olarak sunulan bir seçeneğin yarattığı sömürgeci uygulamalar unutulmamalı ve yerli halklarla dayanışma nükleere karşı mücadelenin bir parçası olmalıdır.
Bu yazıda enerji sorununa ve günümüzün ekolojik krizinin aşılması için bu alanda neler yapılabileceğine odaklandık. Bununla birlikte hiç bir sorunun tahakküm biçimlerinin yarattığı diğer sorunlardan bağımsız olmadığını unutmamak gerek. Zaten yukarıda da gördüğümüz gibi aşırı kentleşmeye yol açan devlet ve kapitalizm sorunun ayrılmaz parçaları. Bunların ötesinde de patriyarka, sömürgecilik, milliyetçilik, ırkçılık, toplumsal cinsiyet temelinde ayrımcılık gibi birbirini etkileyen birçok sorun var. Yukarıda söz ettiğimiz toplulukların meclisler temelinde örgütlenmesi, bu sorunların da ele alınması için bir zemin oluşturacaktır. Unutmamak gerek ki ancak tüm tahakküm biçimlerinin aşılmasını amaçlayan bir mücadele başarıya ulaşabilir, yoksa belirli bir alandaki dar çıkarlar, başka alanlarda da hiyerarşilerin yeniden üretilmesine yol açar. Özgürlükçü ekolojik bir toplumun kurulması da tüm tahakküm biçimlerini ortadan kaldırmayı hedefleyen bütüncül bir bakışla başarılabilir.
[1] Janet Biehl, Ecology or Catastrophe, Oxford University Press, 2015, Sf. 64
[2] age Sf. 72
[3] age Sf. 88
[4] Murray Bookchin, “Enerji̇, ‘Ekoteknokrasi̇’ Ve Ekoloji̇” “Ekolojik Bir Topluma Dogru” içinde, 2014, Sümer Yayıncılık
[5] Reha Alpay, Depremin Böylesi Bir Afet Haline Gelmesi Kaderimiz mi?, https://ekoloji.org/te-grubu-hakkinda-2/30-kapitalizm-ve-cokus/188-depremin-afet-haline-gelmesi