Giriş
Türkiye siyasal sistemi çok partili siyasal yaşama geçildiği 1946’dan itibaren de hiçbir zaman ‘tam’ demokratik bir sistem olmadı. Özellikle ordunun fiilî ve hukukî ağırlığı, bu siyasal sistemin demokrasi ile otoriter rejim arasında bir yerde konumlanmasına neden oldu. Türk yönetici elitinin Kürt kimliğine ve Kürt taleplerine yaklaşımı, keza 1915 Ermeni Soykırımı gibi büyük suçlara dair tabular da düşük profilli, kırık dökük bir demokrasinin diğer önemli nedenleri olarak öne çıktı. Bu düşük profilli demokrasiye uygun olarak, yasa devleti olmakta bile bocalayan düşük profilli bir hukuk devleti görüldü. Lakin, şimdilerde rejim, siyasal sistemler skalasının otoriter sistem ile totaliter sistem aralığına yerleşmiş görünüyor ve sistemin totaliter yönde dönüşümü devam ediyor. Kuşkusuz bu, radikal bir değişiklik. Bu tarz bir değişikliğin ortaya çıkışının ve sürecin bundan sonraki muhtemel seyrinin anlaşılması, demokrasinin ve hukuk devletinin imhasıyla sonuçlanan tarihteki muadil vakalara bakmayı da içerecek şekilde geniş bir tarihsel çevreye odaklanmayı gerektirecektir. Bu yazı dizisi böyle bir geniş bakış açılı irdelemenin hakkını veremeyecek olsa da, Türkiye’de yaklaşık son iki yüzyıl zarfında devletin ve devlet-toplum ilişkisinin değişim ve dönüşümünün belli başlı hukuksal kilometre taşlarına odaklanmak suretiyle bir yükseliş ve düşüş resmi sunmaya çalışacaktır.
Türkiye’nin yasa devleti, hukuk devleti, anayasal devlet gibi kavramlarla ifade edilebilecek zemini terk etme süreci son iki buçuk yıldır radikal bir evreye girmiş görünüyor. 2010 anayasa değişikliğiyle yüksek yargının, yürütmenin ve Gülen Cemaati’nin kontrolüne girmesiyle bu sürecin ilk etabı başlamış, 15 Temmuz darbe girişimini takiben ilan edilip iki yıl yürürlükte kalan olağanüstü hal rejimi ile de hukuk devleti ve demokrasinin kalan son kırıntılarının da berhava olduğu ikinci etaba geçilmişti. Bu etap neticesinde artık Anayasanın insan hakları için öngördüğü güvenceler devre dışı kalmış bulunmaktadır. Oysa insan haklarına ilişkin anayasal normlar 2001 ve 2004 anayasa değişiklikleriyle uluslararası standartlara epeyce yaklaşmıştı. Yaşam hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, adil yargılanma hakkı, ifade ve toplanma özgürlükleri gibi demokrasi ve hukuk devletinin olmazsa olmazlarının ağır bir saldırı altında olduğu görülmektedir. Bu hakları koruması gereken yargı makamlarının bu hakların ihlal edilmesi sürecine ortak olduğu gözlemlenmektedir. Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Demirtaş kararına yansıyan görüşlerinde ifade edildiği gibi, Türkiye’de “kanunlar ve ceza kovuşturmaları şu an itibariyle muhalif sesleri susturmak için kullanılmaktadır.”
Yaklaşık son beş yüzyıla yayılan bir tarihsel çevre içinde cereyan eden büyük iktisadî, siyasal, toplumsal dönüşümlerin neticesinde ortaya çıkan yasa devleti, hukuk devleti, anayasal yönetim gibi kavramlar devletin önceden belirlenmiş hukuk kurallarına göre işlemesi ve devlet gücünün insan hakları lehine sınırlanmasına gönderme yapmaktadır. Modern devletin yasa ve hukuk devleti ilkeleriyle sınırlanması, yasa önünde eşitlik ilkesinin de mantıksal bir sonucu olarak laikleşmeyi de getirmiştir. Kitleleri apolitikleştirme risk ve açmazını içermekle de birlikte, siyasal katılım kanallarının zamanla gelişmesi ve çeşitlenmesi de siyasal karar alma süreçlerine halkın katılması ve siyasal iktidarın demokratik denetimi gibi olgulara göreli de olsa vücut vermiştir. Türkiye’de modern devletin doğuşu ve devletin mezkûr kavramlar temelinde dönüşüm sürecine girmesi 19. yüzyılda görülmüştür. Kuşkusuz bu, doğrusal bir çizgi izlemediği gibi, duraksamalar ve geriye doğru otokratik savruluşlarla süregitmiştir. Üstelik Ermeni ve Kürt meselelerinin doğuşu, modern tarihin büyük kitle katliamlarının ilk işaretleri de aynı yüzyıl içinde görülmüştür. Bununla birlikte, Türkiye’de hukuk devleti, laikleşme, sınırlı da olsa demokratik deneyimin izlerinin sürülmesi bizi kaçınılmaz olarak 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’na götürmektedir.
Sened-i İttifak, Tanzimat, Islahat
İlber Ortaylı’nın 19. yüzyıl için kullandığı “İmparatorluğun en uzun yüzyılı” tabiri isabetsiz olmayan, epeyce de kabul görmüş bir tanımlama. Lakin, 19. yüzyılın salt Osmanlı devleti için değil, neredeyse bütün dünya için uzun bir yüzyıl olduğu da savunulabilir. Bu yüzyılda kapitalizmin dünya ölçeğinde merkez-çevre kutuplaşması belirgin hatlar kazanmış, burjuva devrimleri ezilen sınıflar için müşfik olmayan yüzünü göstermiş, toplumsal mücadeleler hız kazanmış, imparatorluklar ulusal bağımsızlık istek ve ihtilalleriyle sarsılma ve çözülmeye uğramıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda mutlakiyetçi devlet geleneğinden uzaklaşmanın, hukuk devleti arayışının başlangıç belgesi 1808 tarihli Sened-i İttifak’tır. Bir tarafında belgeyi istemeye istemeye imzalamış Sultan II. Mahmut’un, diğer tarafında taşrada ekonomik, siyasî, askerî güç biriktirmiş olan âyânların yer aldığı bu anlaşmaya göre, padişah taşradaki bu yeni fiilî iktidar odaklarını tanıyor, âyânlar da ona sadakatlerini bildiriyordu. Belgenin bütün toplumu ilgilendiren hususları ise başkaydı. Sultan, adil vergilendirme taahhüdünde bulunduğu gibi, sadrazamın keyfî eylemleri, reayaya işkence edilmesi, gayri insanî muamelede bulunulması yasaklanıyor; soruşturma olmadan cezalandırma olmayacağı, suç ve cezalar arasında orantılılık olacağı, keza, soruşturma yapılmadan idam cezası verilemeyeceği belirtiliyordu. Bu belge ile İngiltere’de 1215 tarihinde kral ve feodal baronlar arasında imzalanan Magna Carta arasında karşılaştırmalar yapılmış, Sened-i İttifak’ın Osmanlı Magna Carta’sı olduğu iddia edilmiştir. Gerçekten de iki belge arasında, vergilendirmede, suç ve cezalarda yasallık vurgusu bakımından paralellik bulunmaktadır. Magna Carta’nın keyfî vergilendirmeyi yasaklayan, kanunsuz ceza olmayacağını, suç ve cezalarda orantılılık olması gerektiğini emreden hükümleri Sened-i İttifak’ın ilgili hükümleriyle paraleldir. Bununla birlikte Magna Carta, kralın vergi izni alacağı bir Genel Meclis (İngiltere Parlamentosu’nun temelini oluşturacaktır) ve baronlardan oluşan bir denetleme organı getirmiştir. Padişahın iktidarına ortak olacak bu tür mekanizmalar Sened-i İttifak’ta yer almamıştır.
Sultan kendisini yeterince güçlü hissettiğinde âyanları tepeleme yoluna gitmiş ve böylece Sened-i İttifak da kadük hale gelmiştir. II. Mahmut otoriter, merkezîyetçi bir siyaset izlemiş, yanı sıra da reformcu bir çizgide de ilerleyerek birkaç önemli yeniliğe imza atmıştır. Bunlar arasında, kanun ve tüzükleri hazırlamak üzere 1837’de Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’nin kurulması anılmaya değerdir. Bu yenilikle birlikte, yasama yetkisi hala tartışmasız biçimde padişahın uhdesinde olsa da, yasa yapım sürecine bir danışma organı dahil olmuştur. Kabine sisteminin ve bakanlıkların kurulması, dinsel eğitim kurumlarına dokunulmamakla birlikte laik nitelikli modern okulların açılması da bu dönemde görülmüştür. Son olarak, II. Mahmut’un, tebaasının din farkı gözetilmeksizin eşit olduğu imasını (1837) da yasa önünde eşitlik ve laiklik yönelimi bağlamında anmak gerekir.
İmparatorluğun özellikle Balkan topraklarında ulusal ayaklanmalarla ağır bir tazyik altına ve çözülme sürecine girmesi, temel motivasyonu ‘devleti kurtarmak’ olan ve fakat bunun siyasal-hukuksal modernleşme sürecini ileriye taşımakla gerçekleşebileceğine kani olan yeni bürokrasinin ileri bir adım atmasını getirmiştir. Bu yeni adım Tanzimat Fermanı (1839), anayasal monarşiye, hukuk devletine ve tebaanın eşitliğine doğru daha somut ve uygun bir hamle olmuştur. Bu fermanda padişahın ağzından, hiçbir ayrım yapılmaksızın bütün tebaa için geçerli olmak üzere, can, ırz, namus, şeref ve haysiyetin korunması, mal güvenliğinin sağlanması, vergilerin ve askerliğin yeniden düzenlenmesi, açık ve adil yargılama olmaksızın idam cezası verilememesi taahhüdünde bulunuluyor, (1837’de kurulmuş bulunan) Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’nin güçlendirilerek karar alma süreçlerinde danışma, tartışma usulünün kalıcılaştırılmasının önemine vurgu yapılıyordu.
1856 tarihli Islahat Fermanı ise Müslüman olmayanlarla Müslümanlar arasında askerî hizmetler ve Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’de görev alma dahil kamu hizmetine girme hususu başta olmak üzere her alanda eşitliği tesis etmeyi amaçlamıştır. Bu doğrultuda, mahkemelerde tanıklıkların eş değer sayılması, Hıristiyanların eyalet meclislerine girebilmeleri, topluluk işlerini yönetmek üzere kendi -cemaat- meclislerini kurabilmeleri hususları anılmıştır. Keza, 1839 Fermanı’nda anılan haklar yinelendiği gibi, bunların gerçekleşmesi için de somut düzenlemeler yapılacağı taahhüdünde bulunulmuştur.
Islahat Fermanı gayrimüslimler cephesinde büyük bir canlılık getirmiş, Ferman’ın sunduğu zemin üzerinde Rumlar (1862), Ermeniler (1863), Museviler (1865) toplumlarını yönetecek topluluk anayasalarını (nizamnamelerini) hazırlamış, meclislerini oluşturmuşlardır. Bu meclislerde dinî şahsiyetlerin yanında ‘sivil’, laik temsilciler de yer almaktaydı. Böylece, imparatorluğun demokratik deneyimi ilkin Müslüman olmayan uluslarda başlamakta, keza bu deneyim içinde laikleşme süreci yaşanmaktaydı. Öte yandan, 1864’te vilayet, liva ve kazalarda oluşturulan idare meclisleri de demokratik deneyimin taşrada gelişmesini mümkün kılmaktaydı. Bu taşra meclislerinde de Müslüman olmayanların temsil edilmesi mümkün olacaktı.
Tanzimat, Islahat sürecinin önemli bir veçhesi de, kanunlaştırma (kodifikasyon) hareketi olmuştur. Ceza hukuku, ticaret hukuku, toprak hukuku, medeni hukuk gibi alanlarda önemli kanunlar 1840’tan itibaren görülmeye başlanmış, yaklaşık kırk yıl zarfında ortaya çıkan bu temel kanunlar yer yer dinsel hükümlere aykırı / laik kurallar getirmiş, bu gelişmeye paralel olarak da, dinsel mahkemelerin yanı sıra ikinci bir yargı sistemi olarak laik mahkemeler (nizamiye mahkemeleri) kurulmuştur.
Kürdistan’ın Yeniden ‘Fethi’, Kürt ve Ermeni Meselelerinin Doğuşu
19. yüzyıl aynı zamanda, Kürt meselesinin doğduğu, keza, Ermeni soykırımına varacak sürecin de cereyan ettiği tarihsel kesittir. Kürdistan’ın 1514’te Osmanlı İmparatorluğu’na iltihakı şu hukuksal çerçevede olmuştur: Bazı Kürt beylikleri yüksek bir özerklik düzeyine sahip hükümetler olarak kabul görmüştür. Bunlar vergi yükümlülüğünden muaf tutulmuştur; yalnızca, seferlere asker göndermek yükümlülüğü söz konusudur. Yarı bağımsız devlet görünümü veren bu hükümetlerin başlangıçta, Bitlis, Hakkâri, Palu, Genç, Eğil, Hezro, Hezzo (Sason), Mahmudi ve Hizan olduğu anlaşılmaktadır. Baban, Soran ve Behdinan (Amediye) de bu listeye bilahare eklenmiştir. Silvan, Savur ve Doğubeyazıd da sonradan hükümet statüsü kazanmıştır. İran’ın sonradan Osmanlı’ya paralel bir siyaset izlemesiyle Mukri ve Erdelan Kürt hükümetleri de İran nüfuz sahasında yerlerini almıştır. İkinci statü tipi ise ‘yurtluk ve ocaklık’ şeklindeki Kürt sancaklarıdır. Yöneticisinin İstanbul’un müdahalesi olmaksızın irsî olarak belirlendiği ve fakat bir miktar vergi yükümlülüğü altında olan bu beyliklerin sayısı, Diyarbekir eyaletinde on üç ve Van eyaletinde ise dokuz olarak kaydedilmiştir. Üçüncü bir statü tipi olarak ise Mîr Aşiretlik anılabilir. Bu kategorinin ise, bazı aşiretlere hizmet ve itaatleri karşılığında dirlik verilmesi ve bunun da yurtluk ve ocaklık’ta olduğu gibi irsî olarak babadan oğula devrolunması esasına dayandığı anlaşılmaktadır. Örneğin Van eyaleti dâhilinde Şıkak aşiretinin bu statüde olduğu kaydedilmiştir. Öte yandan, Kürtlerin çoğunlukta olmadığı bazı yerlerde doğrudan yönetim ilkesinin benimsendiği ve bu doğrultuda bu yerlerin merkezin memuru konumundaki idareciler tarafından yönetildiği görülmüştür. Diyarbekir eyaletinde Harput, Akçakale, Sincar ve Bespan, Van eyaletinde Erciş, Adilcevaz ve Kesan bu statüde olmuştur.
1650’den 1730’a kadar, Diyarbekir ile Van arasında yer alan özerk Kürt beyliklerinin çoğu Osmanlılar tarafından ortadan kaldırılmıştır. 19. yüzyılın başına gelindiğinde, Osmanlı nüfuz sahasında Baban, Soran ve Cezire-Botan şeklinde üç büyük Kürt emirliğinin hâlâ ayakta kalmış olduğu görülmektedir. Bu üçlünün yanı sıra, Doğubeyazıt-Van, Hakkâri gibi beylikler de varlığını sürdürmüştür. Aynı dönem itibariyle, İran Kürdistan’ında ise Erdelan ve Mukri beylikleri varlığını korumuştur. Bu yüzyılın ortasına gelindiğinde, Osmanlı ve İran yönetimleri siyasal merkezîleşme yönelimini belirginleştirmiş, bu doğrultuda hâlâ varlığını sürdüren Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılması siyasal gündemde öncelikli bir yer tutmuştur.
1834 yılından sonra güçten düşen Süleymaniye merkezli Baban Emirliği’nin tasfiyesi yüzyılın ortasında gerçekleşmiş, Rewanduz merkezli Soran Emirliği’nin başına 1813’te geçen Mir Muhammed 1836’da yenilgiye uğratılmış, 1821’de iktidara gelen Bedirhan (Bedirxan) Bey’in yönetiminde bağımsızlıkçı bir çizgiye meyletmiş olan Cezire-Botan (Bohtan) Beyliği’nin tasfiyesi ise büyük bir askerî seferle 1847’de gerçekleşmiştir. Bedirhan Bey’in müttefikleri Han Mahmut (Doğubeyazıt-Van) ve Nurullah Bey (Hakkâri) 1849’a dek direnmiştir. Böylece, 19. yüzyılın ortasına gelindiğinde, Osmanlı nüfuz sahasında kadim Kürt özyönetim yapısının tarihe karıştığı söylenebilecektir. 13 Aralık 1847’de ‘Kürdistan Eyaleti’ kurulmuş ve böylelikle Osmanlı Kürdistan’ı siyasal bir birimden bütünüyle idarî bir birime indirgenmiştir.
Dünya ölçeğinde bakıldığında siyasal modernleşmede ana eğilim merkezîleşme şeklinde olduysa da, federatif gelişim, adem-i merkeziyetçiliğin muhtelif formları bu ana eğilimin başından beri istisnasını oluşturmuştur. Kaldı ki, 20. yüzyılda adem-i merkeziyetçi eğilim güç kazanmıştır. Osmanlı yönetici elitinin, imparatorluk gerçeğine aykırı olarak bölgesel özerkliğe savaş açmak suretiyle Osmanlı Kürdistan’ını 19. yüzyıl ortasında yeniden ‘fethe’ yönelmesi, 20. ve 21. yüzyıllara önemli sorun alanları devretmiştir. Oysa, siyasal, toplumsal gerçeklere uyan isabetli strateji, devletin adem-i merkeziyetçi bir doğrultuda ilerlemesi olurdu. Bu, muhtemel bir Kürt barışı ve Ermeni barışının 19. yüzyıldan itibaren inşa edilmesi anlamına gelirdi. Hatta bu sorunsal bağlamında, Sened-i İttifak’ın ilgasının da bir açıdan bir fırsatın kaçırılması olarak görülebileceği söylenebilir. Ana akım tarihçilerin ve hukukçuların, merkezileşmeye karşıt eğilimi itibariyle bir sapma olarak gördükleri bu belge, adem-i merkeziyetçi bir gelişim doğrultusunu açabilirdi. Osmanlı modernleşmesinin siyasal-hukuksal veçhesinin en sorunlu yönü, adem-i merkeziyetçi bir modernleşme hattının gelişme şansını boğmuş olmasıdır.
Tarihî Kürt özyönetim yapısının lağvedilmesi, oluşan otorite boşluğunun modern, tarafsız bir idare teşkilatıyla doldurulamaması, “şark vilayetleri”nde kargaşaya neden olmuş, onları dizginleyecek bir otoritenin yokluğunda Kürt aşiretlerinin Ermenilere yönelik talan, yağma, öldürme vakaları 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca artış göstermiştir. Hiç kuşku yok ki, devletin taşra teşkilatı Ermenilere karşı işlenen suçlara karşı kayıtsız idi, yerel memurlar yasa dışı uygulamalarda bulunmakta bir sakınca görmüyordu. Devlet erkanı bakımından Ermenilere karşı bir suça teşvikten söz etmek daha doğru olur. Kafkas göçmeni Çerkesler de Ermenilere yönelik saldırılarda yer almaya başlamış, Kürt ve Çerkes saldırılarının durdurulması 19. yüzyılın son çeyreğinde uluslararası hukukun da konusu olmuştur. Ermeni nüfusu yüzlerce yıldır yaşamakta olduğu “şark vilayetleri”nde bu hadiseler neticesinde gelişen göç dalgalarıyla düzenli bir azalış göstermiştir. Devlet bir yandan 1839 ve özellikle 1856 fermanlarıyla Hıristiyan tebaanın Müslümanlarla eşitliğine vurgu yapıyor, bunu lafta bırakmayıp somut bazı adımlar da atıyor, lakin öte yandan Ermeniler başta olmak üzere Hıristiyanları ‘eşit yurttaş’ yapacak bu olumlu yönelim, hem devlet ricali hem de Hıristiyanların ikinci sınıf olmasına alışmış Müslüman tebaa tarafından derin bir hoşnutsuzlukla karşılanıyordu. Çelişik biçimde, Tanzimat ve Islahat, Ermenilerin ve Anadolu Hıristiyanlığının imha sürecini başlatmış oluyordu.
Batılı güçlerin hayli pragmatist bir çizgi izleyerek Ermenileri kendi kaderlerine terk etmesi, Ermenilerin kendi göbeğini kesmeye yönelmesiyle sonuçlanmış, özsavunma ve özyönetimi önceleyen Ermeni siyasal oluşumları 1885’ten itibaren görülmeye başlanmıştır (Armenagan 1885, Hınçak 1887, Taşnaksutyun 1890). İstanbul’un buna cevabı, Kürtlerden müteşekkil Hamidiye Alayları’nın kuruluşu olmuştur (1891). Hamidiye Alayları, Ermenilere yönelik cana ve mala kasteden her türlü saldırıya memur edilmiştir. Böylece İstanbul için hayli ‘konforlu’ bir durum doğmuş, uluslararası kamuoyu nezdinde, Ermenilere yönelik saldırıların sorumluluğunu Kürtlerden müteşekkil ‘başı bozuk’, yerel askerî güçlere yükleme kapısı açılmıştır. Bizatihi II. Abdülhamit’in yönettiği 1894 Sason Ermeni katliamında da bu alaylardan yararlanılmıştır. Sason hadisesi, Ermenilerin bütün ülke sathında hedef alındığı 1894-96 Ermeni pogromlarının başlangıç noktası olmuştur. Hiç kuşku yok ki, bu pogromlar, 1909 Adana katliamıyla birlikte, 1915’in işaret fişeğidir.
1876 Dönemeci: İlk Anayasa, İlk Parlamento
Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk ve son anayasası olan Kanun-ı Esasî padişah Abdülhamit tarafından 23 Aralık 1876’da ilan edildi. Bu anayasa, yetkileri, hareket yeteneği ileri derecede sınırlı da olsa ilk kez -padişahın yasama yetkisine ortak olan- bir parlamento yaratmıştır. Parlamento, üyeleri padişah tarafından ömür boyu görevde kalmak üzere seçilen Heyet-i Âyân ve seçilmiş vekillerden oluşan Heyet-i Mebusan olmak üzere iki kanatlıdır. Seçim mevzuatı, iki dereceli seçim öngörmüş, seçmen olabilmek -taşra bakımından- belirli miktarda vergi vermiş olmak, -İstanbul ve civarı bakımından ise- emlak sahibi olmak gibi ölçütlere bağlanmıştır. (Bu, dünya ölçeğinde liberalizmin bu etabında tercihe şayan bulunan sınırlı oy ilkesi, zenginler demokrasisidir.) Seçilmiş vekillerden oluşan Heyet-i Mebusan’ın yasa yapabilmesi padişahın iznine, Şûra-yı Devlet’in tasarı hazırlamasına, atanmışlardan oluşan Heyet-i Âyân’ın kabulüne ve nihayet padişahın mutlak vetosuna uğramamasına bağlıdır. Görüldüğü gibi yasama yetkisi esas olarak hala padişahın elindedir. Bununla birlikte, yasama sürecini başlatan Parlamento’dur. Padişah artık yasa yapım sürecini başlatamayacaktır.
Buna karşılık, padişahın yasama ve yürütme üzerindeki yetkileri muazzamdır. Parlamentonun toplanmasına, tatiline ve feshine karar verebilmektedir. Bakanları atamakta, azledebilmektedir. Bakanlar kurulu, parlamentoya değil, padişaha karşı sorumludur. Esasen yürütme erki bizatihi padişahın kendisidir.
1876’nın aşırı yetkilerle donatılmış devlet ve yürütme başı ve işlevi çok sınırlı parlamentoyu içeren hükümet sistemi ile Türkiye’de 2017 anayasa değişikliği ile getirilen ‘süper başkanlık sistemi’ arasında çarpıcı benzerlik bulunmaktadır. 2017 Türkiye’sinin 1876 Osmanlı’sına doğru savruluş yaşaması dikkate değer bir husustur.
Anayasanın “Devlet-i Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten olur ise olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur” diyen 8. maddesi, yasa önünde eşitliği hüküm altına alan 17. maddesi ile kamu hizmetine girmede eşitliği vurgulayan 19. maddesi uyrukların eşitliğini anayasal norm haline getirmiştir. Keza, kişi özgürlüğü ve güvenliği (m. 10), “kanun dairesinde” basın özgürlüğü (m. 12), eğitim özgürlüğü (m. 15), mülkiyet hakkı (m. 21), konut dokunulmazlığı (m. 22), doğal hâkim ilkesi (m. 23), müsadere ve angarya yasağı (m. 24), işkence yasağı (m. 26) gibi klasik haklara yer verilmiştir. Ne var ki, “Hükûmetin emniyetini ihlâl ettikleri idare-i zabıtanın tahkikat-ı mevsukası üzerine sabit olanları memâli-i mahrusa-i şahaneden ihraç ve teb’id etmek münhasıran zat-ı haziret-i padişahinin yed-i iktidarındadır” demek suretiyle padişaha dilediği kişiyi sürgün etme yetkisi veren 113. madde, yukarıda anılan hakları işlevsizleştirmektedir. Padişah, anayasanın kendisine tanıdığı bu sürgün yetkisini kullanmakta duraksamayacak ve bu maddenin ilk kurbanı anayasanın esas mimarı Mithat Paşa olacaktı.
Görüldüğü gibi, 1876 Anayasası, çok sınırlı bir meşrutî (anayasal) monarşi getirmiş bulunuyordu. Anayasal monarşinin bu sınırlı versiyonu bile II. Abdülhamit tarafından ayak bağı olarak görülmüş olacak ki, padişah, Anayasanın kendisine tanıdığı, parlamentoyu tatil etme yetkisini (m. 7) 14 Şubat 1878’de kullanacak, tatile çıkarılan parlamento takip eden otuz yıl boyunca toplantıya çağrılmayacaktı. Anayasa hukuken yürürlükteydi, lakin, aynı Anayasa kendi imhasını getiren ‘anayasal’ normların kurbanı olmuş ve fiilen yürürlükten kalkmıştı. Kuşkusuz bu, Osmanlı-Türkiye hattının yaşayacağı son anayasasızlaştırma (deconstitutionalization) uygulaması olmayacaktı. ‘Yeni Türkiye’nin yeni yönetici elitinin idolü sultan Abdülhamit, Osmanlı ülkesini, 1878-1908 yılları arasında demir yumruğuyla yönetecekti. Bu despotik dönem, yerini 1908 ve 1909 dönemeçleriyle bir ‘özgürlük rejimi’ne bırakacaksa da İmparatorluğun son yılları, özgürlük getirenlerin Abdülhamit’ten geri kalmayan otokrasisine ve büyük suçlarına sahne olacaktı. 20. ve 21. yüzyıllar Türkiye’si özgürlük vaadi–otokrasi fasit dairesinin parlak örneklerini sunmaya devam edecekti.
Not: Okuyucu, 19. yüzyıl Osmanlı siyasal, hukuksal tarihine ilişkin ayrıntılı bir okuma için şu eserlere bakabilir: İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı; Suna Kili ve A. Şeref Gözübüyük, Sened-i İttifak’tan Günümüze Türk Anayasa Metinleri; Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri; Uğur Kara, “Sened-i İttifak”; Uğur Kara, “Bir Özyönetim Sorunu Olarak Kürt Meselesi” (Fikret Başkaya Armağanıiçinde); Hans Lukas Kieser, Iskalanmış Barış.