Bu yazı İrfan Aktan’ın Nuçe TV için Hamit Bozarslan ile gerçekleştirdiği röportajı metin dökümü olarak yayınlanan Repair sitesinden alınmıştır. Röportajın kaydı Nuçe TV’de Nasıl Yapmalı programında 16.09.2015 tarihinde yayınlanmıştır.
……………………….
İrfan Aktan: Türkiye’de ciddi bir toplumsal kırılma yaşandığı görülüyor. Bir taraftan Kürt karşıtı linç ve hınç, doğrudan siyasi elit tarafından körükleniyor, diğer taraftan toplumsal zeminde buna cevaz verebilecek bir kutuplaşma söz konusu. Çözüm süreci denilen süreçte bu biraz azalmıştı ama tekrar derinleştiğini görüyoruz. Bir sosyal bilimci ve Ortadoğu atmosferini irdeleyen bir akademisyen gözüyle bakıldığında nasıl bir süreçten geçiyoruz?
Hamit Bozarslan: Bu süreç kesinlikle bir fragmantasyon süreci. En azından seçim haritasına bakmak bu fragmantasyonun oldukça derinleştiğini gösteriyor. Seçim haritasında şu ortaya çıkıyor. Akdeniz ve Ege dışında hâkim olan güçler HDP, AKP ve genellikle AKP’nin alternatifi MHP olarak ortaya çıkıyor. Söyleme dayalı düzeyde de seçmen düzeyinde de. Türkiye belirli bir noktada Ziya Gökalp sentezinin bedelini ödüyor. Ziya Gökalp sentezi şuydu : Yeni Türkiye’nin oluşması için liberal ve adem-i merkeziyetçiliğe dayalı alternatiflerin dışlanması, devletin temel olması gerekiyordu ve devletin resmi bir kimliğinin olması gerekiyordu. Bu kimlik ise Türklük, İslamcılık ve Batıcılıktı. Ziya Gökalp bunun için muasır medeniyet kavramını kullanıyordu.
Fakat şu anda galiba Batıcılık ayağı yok.
En azından o dönemde vardı ve o dönemdeki Batıcılık ayağı her hâlükârda demokratik bir Batıcılık değildi. Şu anda gördüğümüz şu: bu sentez Türklerin ve Sünnilerin devlete entegre edilmesini sağlayabildi. Fakat aynı zamanda diğer katmanların, özellikle de Kürtlerin ve Alevilerin, dışlanmasını da kaçınılmaz bir hale getirdi. “Yeniden seçim” sosyolojisinde de çok açık bir şekilde görülen Kürdistan’ın tümüyle özerkleşmesidir. Kürdistan artık şu anda kendi siyaset sosyolojisine sahip olan bir mikro iklim olarak ortaya çıkmaktadır. Alevi oylarının çok önemli bir kısmı hala CHP’ye gitmekte ki bu Kemalizm döneminde geçerli değildi. Aynı zamanda devletin medeniyet çözümünün şu anda artık Batılılıktan çok tümüyle muhafazakârlık ve Osmanlıcılık eksenli olduğunu görmekteyiz. Sanıyorum, fragmantasyonun temelinde bu yüz yıllık tarih var.
Peki, bu gidişat artık bir nihayete doğru mu gidiyor yoksa yeni bir kurulum sürecine mi? AKP’nin yeni Türkiye diye özetlediği, Tayyip Erdoğan’ın “sistem fiilen değişmiştir” dediği, yeni bir düzene mi gidiliyor, yoksa aslında Ziya Gökalp’in öngördüğü şey mi, yani derinleşen bu kaos ve çatışmadan bir düzene geçişin aşaması mı? Hangi aralıktayız biz?
Bunu söyleyebilmek zor. Özellikle Türkiye gibi bir ülkede geleceği tahmin edebilmek çok zor. Türkiye’de ve Ortadoğu’da yirmi dört saat sonrasını görebilmek mümkün olmuyor. 2011’de hiç kimse bugün Suriye’nin bu noktada olacağını göremezdi. Söyleyebileceğim şu: HDP belli bir noktada Kürdistan’ın Türkiye’ye son çağrısıydı. “Biz hala Türkiye’nin bir parçası olmayı kabul edebiliyoruz. Kürdistan’ı taşıyoruz, aynı zamanda Türkiye’de demokratik bir akımı da taşımaya soyunuyoruz. Fakat bunun yapılabilmesi için bizi kabul edebilmeniz gerekiyor.” Aynı zamanda şunu da biliyoruz, şu anda Alevilerin toplumsal olarak topraksal bir zemini yok. Aleviler tümüyle İstanbul’da ve diğer şehirlerde dağılmış bir durumda. Fakat onlardan gelen çağrı da bu. “Biz bu ülkenin bir parçasıyız. Ama bu ülkenin parçası olabilmemiz için bize Sünnileşme siyasetinin dayatılmaması gerekiyor.”
Medeniyet çerçevesinden yola çıkarsak çok kültürlülük bağlamında aynı şeyi söyleyebiliriz. Türkiye’de çok uzun bir süre, diyelim ki İslamcı hareketin tarihine baktığımızda, bu tarih aynı zamanda devletin medeniyet dayatmasına karşı olan bir muhalefet tarihiydi. Şu anda söz konusu olan AKP’nin ya da bu İslami muhafazakâr geleneğin kendi medeniyetini dayatması ve diğer medeniyet arayışlarını ya da yaşam biçimlerini dışlamaya çalışması. Yani şu anda söz konusu olan bu Ziya Gökalp sentezinden nasıl çıkılacağı, devletin milli kimlik, din, dil ve medeniyet dayatmadığı bir sisteme nasıl geçilebileceği. Eğer Türkiye’de bunu başarabilecek olan güçler olursa yeni bir Türkiye düşünülebilecek, yeni bir Türkiye tahayyülü olabilecektir. Fakat eğer bunu başarabilecek güçler olmazsa ve AKP ya da diğerleri toplumu milli olan, gayrı milli olan, ihanet eden, ihanet etmeyen, milli güvenliğe tehdit oluşturan, milli güvenliğe tehdit oluşturmayan katmanlar olarak tasnif ederse ister istemez bu dezentegrasyon ve fragmantasyon süreci ağırlaşacak ve devam edecektir.
HDP için Kürtlerin Türkiye’ye son çağrısıydı dediniz. HDP fiilen de, taşıdığı umutla da, sistematik bir biçimde bunu yakalıyor. Sanırım Kastamonu’dan bir görüntü vardı. HDP bürosunu ateşe veren gruplardan biri pencereye çıkmış ve bir afişi ateşe vermişti. O afişte “Büyük İnsanlığa Davet” diye yazıyordu. Sembolik olarak aslında çok anlamlı bir sahneydi. Türkiye bu son çağrıyı o afişi yakarak mı yanıtlamış oldu?
Bilemiyorum. Şu anda iktidarın verdiği cevap bu son çağrıyı ihanet ve gayrı milli bir teşebbüs olarak değerlendirmek. Yani Türkiye’de söyleme baktığınız zaman ki bu söylem 7 Haziran öncesinde de vardı : Haçlı seferlerinin yeniden başlatıldığı, içerisinde Zerdüştlerin, eşcinsellerin, Yahudi sermayesinin, Ermeni Diasporası’nın bulunduğu bir haçlı seferiyle karşı karşıya olunduğu yönünde. Eğer bir ülkenin tarihini, bir ülkenin gelişimini ve seçimlerini bu perspektiften yola çıkarak okursanız ister istemez iç savaş dinamiğinin dayatıldığını görüyorsunuz. Şu anda HDP’nin bu çağrısına ya da Kürdistan’ın HDP yoluyla Türkiye’ye yolladığı mesaja verilen cevap bir iç savaş cevabı. Bu iç savaş devam eder mi yoksa AKP de dâhil bazı aktörler yeniden rasyonel bir çözüm yolunu bulabilir mi, bunu bilmiyorum.
İndirgemeciliğe girme pahasına bir kıyas yapmak istiyorum. 1999’da Abdullah Öcalan Türkiye’ye teslim edildikten sonra günlerce süren büyük bir toplumsal çatışma yaşanmıştı. Kürtlere yönelik linçler de olmuştu, Kürtlerin reaksiyonları da olmuştu. Daha sonra 2003’te Mersin’de iki çocuğun Türk bayrağı yaktığına dair yalan bir haber yayınlandı ve Genelkurmay Başkanlığı ilk defa Kürtler için “sözde vatandaş” tabirini kullandı. Ve o tarihten sonra takriben 2005’in sonuna kadar Türkiye’de çok ciddi bir ırkçı atmosfer hâkim oldu. Her yere devasa bayraklar asıldı, linçler yaşandı vs. Hatta Kürtlere yönelik ilk linç vakası sanırım 2005 yılında İzmir’in tatil kasabası Seferihisar’da olmuştu. Hem 1999’da, hem 2003-2005-2006 yıllarında Türkiye’nin bir iç savaşa sürüklendiğini yazmıştık. Fakat bir şekilde bir devlet aklı devreye girdi ve biz bunu sürdüremeyiz denilip frene basıldı, ya da Kürt hareketi, Türkiye’deki demokratlar gibi diğer aktörler araya girdi. Bu seferki onlara mı benziyor yoksa daha başka bir gidişat mı?
Sanıyorum daha başka bir gidişat. 2007-2008’den sonra bir yandan ordunun toplumdaki ya da devletteki nüfuzunun kısmen de olsa azaldığını, diğer yandan AKP’nin gerçekten hegemonyacı bir blok kurduğunu görüyoruz. Bu hegemonyacı blokun bir yığın ayağı var : püriten burjuvazi, kendisine yoksulluğun siyasi değil de bir zekat meselesi olduğu anlatılan yoksul katmanlar ya da Hak-İş gibi bir sendika. Bu hegemonyacı blok AKP’nin elini oldukça güçlendirdi. AKP’nin 2008-2009’dan sonra Kürtlere sunduğu çözüm şuydu: “Biz sizleri kabul ediyoruz, şu ana kadar size yapılan haksızlıkları da kabul ediyoruz, fakat buna karşın sizin de artık yeniden Türkiye’ye değil, Sünni -Türk milletine entegre olmanız ve bu Sünni-Türk milletinin emrine girmeniz gerekiyor”. Bu bir anlamda 1914’te Ermenilere sunulan çözümdü. “Biz tabii ki sizi kabul ediyoruz, hatta siyasi partileriniz var, bu siyasi partilerle de ittifak edebiliriz, fakat buna karşın sizin yapmanız gereken Türk milletinin emrine girmek ve onun bir hizmetkârı olmak.” Soykırımın temelinde aynı zamanda bu nokta vardı. Tabii 1915’te değiliz, bir soykırım tehlikesi bence yok.
Öyle mi?
Şiddet anlamında son derece ağır olan bir noktada olduğumuz açık, ama soykırım tehlikesi yok. Öyle gözüküyor ki AKP’nin Kürt meselesi konusunda önerdiği çözüm hiçbir zaman Kürtlerin bir grup olarak kabul edilmesi, bir özne olarak kabul edilmesi üzerine değil. Kürt hareketi şu anda artık yüz yıllık bir hareket. Diyarbakır Belediyesi 1977’de kendisini bir Kürt olarak tanıtan ve Kürtlük temelinde siyaset yapan bir aday olan Mehdi Zana tarafından seçimle kazanıldı. Yani kırk yıllık bir sürecin sonunda bulunuyoruz. Kürt hareketinin kalkıp da “Tamam, madem bana sadece dil hakkını tanıyorsunuz ben de Türklüğün hizmetine girerim” diyebilmesi mümkün değildir. Sanıyorum çatışmanın temellerinden birisi buydu. Kürtler bir özne olarak mı kabul edilecek? Yoksa Türklük tarafından belirlenen ve Türklüğün hizmetinde olan bir nesne olarak mı kabul edilecek?
Sizin kuramsal çerçevede sunduğunuz bu vaziyetin, Tayyip Erdoğan’ın başkan olma arzusu, AKP’nin tekrar iktidara gelme arzusu gibi daha dar iktidar hesaplarıyla ilgili olduğu da değerlendiriliyor. Belki de esas indirgemecilik budur. Yani Kürtlere karşı, AKP karşıtları dâhil olmak üzere, bütün devlet güçlerinin bir araya gelmesinde tam da sizin işaret ettiğiniz bir sivil boyut da var.
Sanıyorum, hem dar anlamda bir iktidar mücadelesiyle karşı karşıyayız, hem de geniş anlamda tarihsel boyutu da olan Türkiye’nin yeniden tanımlanması vurgusuyla karşı karşıyayız. Dar anlamda açık olan şudur. Erdoğan’ın projesini gerçekleştirebilmesi için -ki bu Bonapartist ya da Putinist bir projedir- hiçbir örgütlü muhalefetin kalmaması gerekiyor. 2010’dan sonra kurumların çok büyük bir kısmının her tür muhtevadan boşaltıldığını gördük. Erdoğan’ın ve AKP’nin projesinin başarıya ulaşabilmesi için AKP’nin de içinin boşalması, her tür içeriğini kaybetmesi zorunlu, çünkü bunun dışında Bonapartist bir model söz konusu olamıyor. Erdoğan, tarihi temsil eden, tarihin kendisiyle temsil edildiği bir lider konumuna geçmek istiyor. Ve bu anlamda belli bir noktada kendisini ikinci Mustafa Kemal olarak görüyor. Fakat bu elbette işin dar boyutu. Bu boyutta esas sorunu ortaya çıkaran Kürt hareketi ya da HDP. HDP, dediğim gibi aynı zamanda Kürt olmayan demokrat bir solu da temsil ediyor. Yüzde 10’luk, 12’lik belki yarın 15’e dayanacak bir katman. Bu yüzde 10, yüzde 15’lik katman aynı zamanda Bonapartist projenin gerçekleşmesinin önündeki en önemli engel. Fakat eğer bu yüzde 15, bu noktada böylesine bir aktör haline gelebiliyorsa, bu aynı zamanda Kürt hareketinin nesneleşmeyi reddeden bir özne olduğunu da çok açık bir şekilde gösteriyor.
Son zamanlarda HDP’li Kürtlerin bir serzenişleri var. Selahattin Demirtaş da “Şu anda Türklere görev düşüyor, bizimle birlikte misiniz, bizimle dayanışacak mısınız, dayanışmayacak mısınız, mesele budur” diyerek bunu açıkça ifade etti. Daha önce konuştuğumuzda, sosyolojik olarak “Türkiye aslında fiilen bölünmüş durumda, Kürdistan özerkleşmiş durumda” demiştiniz. Demirtaş’ın serzenişini nereye koyuyorsunuz? Sizce Türkiye toplumunda bir karşılık bulur mu? Mevcut toplumsal bölünmeye bakıldığında hala Kürtlerle birlikte yaşamak ve eşit yaşamak isteyen bir Türk gerçekliği var mı?
O Türk gerçekliği var fakat son derece sınırlı bir gerçek.
Ve sanırım aynı zamanda örgütsüz.
Evet, örgütsüz. Orada iki, üç olgu var. Birincisi 1950’den bu yana seçimlere baktığımız zaman muhafazakâr partilerin yüzde 60, yüzde 65 oy aldığını görüyoruz. Bu oran, büyük ölçüde Türk ve Sünni bir katmandan geliyor. Demokrat Parti, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, ANAP, DYP derken, günümüze kadar geliyor. Sorun bu muhafazakâr Türk-Sünni katman arasında, içinde demokratik alternatif bir katmanın oluşup oluşmayacağı sorunu.
Hep 2003-3007 AKP’sinin olabilecek en demokrat sağ muhafazakâr kanat olduğu söylenir, ama onun da geldiği nokta bu.
Evet, fakat bu Türkiye’de liberal hareketlerin tümünün kaderi diyebiliriz. DP demokratik bir hareket olarak kendisini tanıttı ve ilk yıllarda belli bir demokratikleşmeyi de sağladı fakat daha sonra otoriter bir noktaya geldi. AP 1960 darbesine karşı bir başkaldırıydı, fakat onun da çok kısa bir zamanda nereye geldiğini gördük. Keza aynı şekilde ANAP örneğini de verebiliriz. Yani bana kalırsa Türkiye’de şu ya da bu nedenle Türk-Sünni katman içerisinde, gerçekten liberal bir hareket şu anda oluşamıyor.
İkinci olgu şu, 60’lı ve 70’li yıllarda Kürt ve Türk sol hareketi neredeyse iç içe geçmiş durumdaydı. 68 neslini biliyoruz, 78 neslini biliyoruz. Bundan sonra Kürdistan’da 88 nesli var, 98 nesli var, büyük bir ihtimalle 2008 nesli var. Ama Türkiye’ye baktığımız zaman sol öylesine bir şekilde ezildi ve öylesine anlam kaybetti ki, 78’lilerden sonra bir 88 ya da 98 nesli oluşamadı. Kürdistan’da art arda gelen en azından beş politik neslin olması Kürdistan’ın çok ciddi bir şekilde siyasallaşmasını da beraberinde getirdi. Kürt hareketinin kadınlaşmasını ve gençleşmesini de beraberinde getirdi. Türkiye’ye baktığımız zaman, son çıkış Gezi çıkışıydı. Fakat Gezi çıkışı aynı zamanda ciddi bir toplumsal tabanı olmayan bir çıkıştı. Gezi olgusu şu açıdan önemliydi. Değişik katmanları bir araya getiriyordu, belli bir noktada kültürel sermayenin artık maddi sermayeye tekabül etmediğini gösteriyordu. Maddi sermaye giderek iktidarda palazlanan püriten burjuvazideydi, ama kültürel sermaye genç, yeni bir katmandaydı. Fakat Gezi hareketinde Kürt hareketi çok cılız bir şekilde mevcut bulundu. Bugün görülen, Kürdistan’da çok büyük bir hareketlilik var, fakat Türk sol, demokrat hareketi son derece cılız tepkiler gösterebilmekte. Ve bu da şunu gösteriyor. Kürdistan, Türk solu ve Türk demokratların harekete geçiş süreçleri giderek farklılaşan süreçler.
Biz onu Kürt Hareketi ve Geziciler diye ifade ediyoruz.
O şekilde de dile getirebiliriz.
Çünkü Gezi sadece sol demokratlardan oluşmuyordu.
Oluşmuyordu tabi, fakat o yüzden diyorum Gezi hareketi aynı zamanda bir koalisyondu ve o koalisyonda beni ilgilendiren özellikle bu sol ve liberal demokrat hareketti. Çünkü Gezi’de ulusalcı bir boyut da vardı, radikal sol bir boyut da vardı. Gezi hareketinden olup HDP’ye oy verenler daha çok demokrat, sol, çevreci, Fransa düzeyinde son derece ılımlı sol olarak tanımlayabileceğiniz bir sol katman. Yeşiller vs. gibi bir katman. Onu çok açık görüyoruz. Harekete geçme süreçleri de artık birbirleriyle örtüşmüyor. 60’larda ve 70’lerde örtüşüyordu, 80’lerde belki beklentiler örtüşüyordu. Örneğin HEP’in oluşum sürecinde Türk sol ve Kürt hareketinin beklentileri kısmen birbiriyle örtüşüyordu fakat şu anda HDP’ye gelen oyların yüzde 2’si, yüzde 3’ü Türk sol oyları olsa bile artık bu süreçler birbirleriyle tam anlamıyla örtüşemiyor.
Dolayısıyla artık özellikle Kürt hareketinin çok önem verdiği Türkiye soluyla ittifak halinde Türkiye’yi dönüştürmek ve yeni bir mücadele örmek giderek imkânsız bir hale mi geliyor? Şundan dolayı soruyorum, Gezi günlerinde, orada bulunduğum yedi, sekiz gün boyunca insanlar hep şunu söylüyordu. “Kürtler nerede?” Mart 2006’da Diyarbakır’da yaşanan olaylar sırasında Türkiye’nin batısından neredeyse hiç ses çıkmamıştı. Şimdi de onun tersi Cizre’yi görüyoruz, Yüksekova’yı görüyoruz. Bu sefer Kürtler “Peki Türkler nerede?” diyor. Galiba bu karanlıkta artık birbirlerini bulma şansları çok azaldı gibi?
O şanslar azalıyor. Ortak bir taban, ortak bir siyasi payda, ortak bir gelecek tahayyülü gibi unsurlar bence eksik. Türkiye’de Gezi haricinde çok uzun bir zamandır yoğun bir hareketsizlik, eylemsizlik yaşanıyordu. Bunun aksine Kürdistan’da çok ciddi bir hareketlilik yaşanıyor. Ve şunu da görmek gerekiyor. Biraz önce Ziya Gökalp sentezinin aksettiğini söylemiştim. Aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden Lozan’a gelen süreç de şu anda iflas ediyor. Ortadoğu’ya baktığımızda, Irak’ta Kürdistan tümüyle özerkleşmiş durumda. Yani Irak’ın bir parçası olmaya devam etse bile sosyolojik olarak artık aralarında pek bir devamlılık yok. Suriye’de de aynı olgu yaşanmakta. Büyük bir ihtimalle İran’da Kürdistan ve diğer kısımlar arasında ciddi bir iç muhalefet ve sosyolojik farklılaşma var. Ve bu sosyolojik farklılaşma Türkiye’de de yaşanıyor. Yani yüz yıllık tarih çöküyor. Hem Ziya Gökalp’in sentezi anlamında hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasının tasfiyesi ve Kürdistan’ın Türkiye, Irak, İran ve Suriye arasında bölünmesi anlamında bir tarih çöküyor. Tarih çöktüğü zaman sorabileceğimiz sorular şunlar: Yeni bir toplum oluşturmayı mümkün kılabilecek tahayyüller var mı? Yeni bir toplum oluşturmayı mümkün kılabilecek irade var mı?
Kürtlerde var.
Evet. Türkiye’de var mı? Irak’ta var mı? Suriye’de var mı? Yani şu anda Irak, Suriye ve Arap toplumlarının nasıl bölündüğünü, hatta yok olduğunu görüyorsunuz. Bunu biz de görüyoruz. Türkiye, İran, Suudi Arabistan güçlü ülkeler demek bence çok büyük bir hatadır. Hiçbir güçlü ülke yok. Avrupa dâhil hiçbir güçlü ülke yok. Ülkeler ancak birlikte yaşama iradesini, birlikte yaşama tahayyülünü gösterebildikleri ölçüde güçlü olabiliyorlar. Bu sosyolojik farklılaşmalar Ortadoğu’da ve Kürdistan’da çok açık yaşanıyor. Ama şunu da söyleyeyim, Bugün İskoçya’da İskoçya Milli Partisi sanıyorum elli iki milletvekilliğinin elli birine sahip. Şu anda Bask ülkesi sosyolojik olarak son derece farklılaşmış bir ülke. Katalonya İspanya’dan sosyolojik olarak son derece farklılaşmış bir ülke. Ama bu, bu ülkelerin şiddete sahne olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü birlikte yaşamayı mümkün kılan, hatta belki yarın ayrılmayı, fakat şiddete dayanmadan ayrılmayı mümkün kılan başka tahayyüller var.
Ortadoğu ve Türkiye’de bu ayrılıkların çatışmaya sebebiyet vermesinin temelinde İslam, din, mezhepsel farklılıklar mı daha ağır basıyor yoksa Türkçülük, Arap milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliği gibi etnik unsurlar mı daha belirleyici? Yoksa “Avrupa medeniyeti” ya da “Batı medeniyeti” denen bir etki mi var?
Sanıyorum bütün bu faktörler var, ama mesela Cezayir üzerine çalışan bir arkadaşımız şunu diyordu : “İslam’dan gelen tevhid zorunluluğunu ve Fransa’dan gelen Jakoben doktrini birleştirirseniz o zaman Berberi grubun varlığını kabul edebilmeniz her hâlükârda mümkün olamaz”. Sanıyorum bu Türkiye için de geçerli, Ortadoğu için de geçerli. Yani Ortadoğu bir türlü kendi tarihiyle hesaplaşamıyor fakat aynı zamanda İslam’ın tarihiyle de hesaplaşamadı. İslam’a baktığımız zaman, İslam’ın ikinci halifesi öldürülüyor, üçüncü halifesi Kuran’ı tahrir etmekle suçlanarak öldürülüyor, dördüncü halifesi öldürülüyor, dördüncü halifenin öldürülmesi İslam’da bir iç savaşa yol açıyor, İslam’ın ilk büyük medeniyeti olan Emevi devletinin temelinde iç savaş var. İkinci Emevi İmparatorluğu’nun temelinde Emevi’lerin ortadan kaldırılması ve Abbasi ihtilali var. İslam bütün bu fitne olarak değerlendirdiği bölünmelere karşı sadece “Biz birlikteyiz, aramızda hiçbir fark yok, geçmişimizi sorgulamayacağız, birlikte kalmak için iktidar kime ait olursa olsun itaat edeceğiz” diye bir doktrin geliştirdi. Bu doktrin kaçınılmaz olarak sorgulanmayanın yeniden ortaya çıkmasını da beraberinde getirdi.
Bu doktrinin bir adı var mı?
Bu doktrinin adı itaat doktrini. Yani 7. ve 10. yüzyıllar arasında oluşturulan ve en mükemmel formülasyonunu El Maverdi’ye borçlu olan bir doktrin. Açılımı “Siz Müslümanlar, Allah’a, peygambere, sizi yönetenlere ve devlete itaat ediniz.” El Maverdi’ye vardığınız zaman bu itaat zorunlu ve kaçınılmaz bir itaat oluyor. Prens, Emir ya da Halife iyi bir Müslüman olmasa bile itaat zorunlu bir hale geliyor. Çünkü bölünmeden korkuluyor. Aynı şekilde şunu biliyoruz : Osmanlı İmparatorluğu’nun son iki yüz yılı son derece kanlı yüzyıllar olduysa bunun nedeni bölünmelerin kabul edilememesi, tarihin sorgulanmamasıdır. Rumlar ne istiyor, Ermeniler ne istiyor Sırplar, Araplar, Kürtler ne istiyor gibi soruların sorulmamasıdır. Bölünmenin ihanet ya da büyük bir korku olarak görüldüğü bütün toplumlarda kaçınılmaz olarak şiddet uygulanıyor. Devlet toplumu dostlar ve düşmanlar olarak ayırıyor, fakat son tahlilde bölünme de kaçınılmaz hale geliyor. Bunu 1911’de Prens Sabahattin çok iyi bir şekilde görmüştü. İki şey söylüyordu.
Adem-i merkeziyetçiliği öneriyordu.
Adem-i merkeziyetçiliği öneriyordu, fakat onun ötesinde şunu öneriyordu : “Biz kalkıp bunların ülkelerini fethettik, şu anda bizim bunların gönüllerini almamız ve ne istediklerini sormamız gerekiyor.” İkinci olarak şunu söylüyordu. “Arnavutluk günün birinde kopabilir. Ama siz bu şiddet siyasetini devam ettirdiğiniz takdirde Arnavutluk’un kopması her hâlükârda kaçınılmaz olur. Ve size bir vicdan sorunu kalır.” Yani hem İslam âleminde hem Osmanlı’nın devamı olan Türkiye’de bir türlü bu “diğeri ne istiyor?” sorusu sorulmuyor. Diğerinin bizden farklı olma hakkı var, diğerinin özne olma hakkı var, diğerinin kendisini bizden ayrı görme hakkı var diye bir görüş geliştirilmediği için son tahlilde sentezlere başvuruluyor, Ziya Gökalp sentezi gibi, El Maverdi’nin devlet sentezi gibi. Ve bu sentezler yeni şiddet uygulamalarına yol açıyor.
Yüz yıllık tarih çöküyor diyorsunuz ve bu çöküşten yeni bir toplumsal tahayyül, yeni bir gelecek tahayyülü devşiren aktörler var mı yok mu meselesinin çok belirleyici olabileceğini söylüyorsunuz. Kürt hareketinin, HDP’nin ve esas olarak PKK’nin de perspektifinde bağımsızlaşmış bir Kürdistan fikri yok. Öcalan’ın Demokratik Konfederalizm’de özetlediği teoride sizin İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de ciddi kopmanın yaşandığına dair değerlendirmenizi bir tür yumuşak geçişe meylettirme eğilimi var. Kürdistan’ın kendi içindeki geçişkenliğini kolaylaştıracak, ama tabi olduğu devletlerle münasebetlerini de sürdürebileceği bir formülasyon sunuluyor. Merkezi iktidarların, örneğin Türkiye’de AKP’nin zorlaması bu teoriyi, arzuyu ya da hedefi berhava ediyor mu? Yani Kürt hareketine rağmen mi bölünmeye gidiliyor?
Şu anda olan, Kürt hareketine rağmen bölünmeye gidilmesi. Kürdistan’ın HDP yoluyla gönderdiği son birlik mesajı reddedildi. AKP radikalleşti. İlginç olan şu : AKP hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’da İslami hareketlerin deradikalizasyon sürecinden geçtiği bir anda ortaya çıktı ve söylemini deradikalize edebildiği için yükselebildi. Şu anda HDP’ye oy veren sol liberal akımın çok büyük bir kısmı belli bir noktada AKP’yi destekledi. Orta sınıfın bir kısmı AKP’yi destekledi. Bu olgu sadece Türkiye’de görülmüyor. Aynı zamanda 1990’ların sonuna 2000’lere baktığımızda El Kaide dışındaki İslami harekette genellikle bir deradikalizasyon görüyorsunuz. Fakat 2010’dan sonra aynı şekilde AKP’nin radikalleştiğini, fakat bunun bu sefer devlete hâkim aktör olarak radikalleşme olduğunu görüyorsunuz. Bunu bütün alanlarda görebiliyoruz. Ve bu radikalleşme şu anda Kürt sorununda da son derece bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Devlet bu şekilde radikalleştiği ve artık hiçbir çözüm tahayyülünü düşünemediği zaman kaçınılmaz olarak Kürt hareketinin de radikalleşmesi ortaya çıkıyor. Bu genel bir sosyolojik olgudur.
Örneğin Fransa’nın Cezayir’i değişik bir şekilde okuyabilmesi mümkündü. Bu durumda Cezayir belki yeniden bağımsızlaşabilirdi ama bu kadar kanlı olmazdı, iç katliamlar yaşanmazdı, Cezayir’deki Fransızlar, Cezayir’den çıkmak zorunda kalmazlardı ve çok daha değişik bir dünya tahayyülü olabilirdi. Bunu Katalonya ülkesinde ve Bask ülkesinde de görüyoruz. Eğer devletler kör bir okumaya sahipse ve toplumlarını okuyamıyorsa ister istemez söz konusu olan diğer akımların da ya da karşı akımların da radikalleşmesidir. Çünkü şiddetin de bir pratiği ve bir söylemi vardır. O söylem tarafsız bir söylem değildir, nötr bir söylem değildir. Başkasına “hain” dediğiniz zaman bu ister istemez kategorileri değiştiriyor. Düşmanlık kategorileri birliktelik kategorilerinin yerini alıyor. Bu anlamda söylemsel ve pratik düzeyle şiddet arasında bir ilişki var. Bir devlet böyle bir söylem kullanabiliyorsa, devlet birilerini hain olarak tanımlayabiliyorsa ya da AKP yanlısı basın açıktan açığa linç çağrısı yapabiliyorsa, katle teşvik edebiliyorsa ister istemez diğer taraftan da böyle bir radikalleşme görülecektir.
Röportajın kaydı Nuçe TV’de Nasıl Yapmalı programında 16.09.2015 tarihinde yayınlanmıştır.