Perşembe , 28 Mart 2024

EŞİTLİĞİN TARİHSEL TOPLUMSAL ÖZÜ VE SOSYALİST EMEKÇİ ÇIKIŞ -2- Nazım Can

 

EŞİTLİĞİN TARİHSEL TOPLUMSAL ÖZÜ VE SOSYALİST EMEKÇİ ÇIKIŞ -2-

 

Nazım Can

Haziran 2018

 

İlkel topluluğun başlangıcından itibaren, sözde var olup gelişen, “komün veya komünal” yaşam biçimi yanılsaması

Sürücül yaşamdan, evirilerek ilkel topluluğa geçiş yapan insanlığın, geliştirdiği yeni yaşam biçimi, “komün veya komünal” tipi bir yaşam biçimi değil; insanlaşmak üzere, tarih öncesi ‘Toplumsallaşma Sürecinde’, ilkel topluluk yaşam biçimine geçişti. Buna karşın, “komün veya komünal” tipi yaşam biçimi ise 1800 Sanayi Devrimi Makinesinden itibaren, üretim süreçlerine hâkim olan makinenin ürünü, çağdaş bir gelişmedir. Dolayısıyla bir KOMÜN: Sanayi Devriminden itibaren, makinelerin, tarihsel toplumsal eşitçi özünü (kişiye tekabül eden miras hakkını), her ülke gerçeğinde, cari emek gücüne eşit dağıtımlı, özel mülkiyet edinen emekçilerin (Sosyalist Emekçilerin), ortaklaşa kurup geliştirdiği, kolektif çalıştırılan, doğrudan demokratik yönetim, işletme ve işyeri olarak, sosyalist toplum inşasının kök hücredir.

Marksistlerin geçmişinde KOMÜN BİLİNCİ, kâh bir ilkel aileydi, kümelenmeydi, gruplaşmaydı, topluluktu, kooperatifti veya kapitalist tarzda kurulup işletilen bir şirketti; kâh bir yerel yönetim birimi veya bir devletti. Devlet ile ilgili olarak Marks, “komün (“Paris Komünü”), Fransız toplumunun tüm sağlıklı öğelerin gerçek temsilcisi ve dolayısıyla gerçek ulusal hükümet olduğu kadar, aynı zamanda bir işçi hükümeti ve böylece, kurtuluşun gözü pek savunucusu niteliği ile sözcüğün gerçek anlamında uluslararası bir hükümeti idi de” [[1]] diyordu. Aynı şey için Lenin ise “Paris Komünü, (…) yeni tip bir devleti, proleter devleti, yarattığını göstermiştir. (…) Bu yeni devlet makinesi, Paris Komünü tarafından yaratıldı ve Rusya’daki İşçi Asker ve Köylü Vekilleri Sovyetleri de aynı türden bir ‘devlet aygıtını’ oluşturuyor” [[2]] diyordu. Dolayısıyla devlet, hiçbir zaman bir Komün olmadığı gibi, yukarıda anılanların da hiç biri komün değildi. Çünkü yukarıda anılan kurum ve kuruluşlar, farklı tarihsel koşulların ürünü, toplumsallaşma sürecinde kümelenme uğraklarının farklı biçimleriydi. Dolayısıyla gerçekte toplumsallaşma, insanın sürücül yaşamından itibaren, değişik biçimler alarak, gelişen ve gelişecek olan uzun süreli bir insanlaşma sürecidir. Kısacası, toplumsallaşma ile insanlaşma süreçleri, komün oluşumunu da kapsayan, birbiri ile örtüşen, sürekli ilerleyen uzun süreli, tarihsel bir ve aynı süreçlerdir.

İnsanın toplumsallaşmasının ilk basmağı, komünal yaşam biçimi değil; sürü insanından, ilkel topluluk yaşam biçimine geçiştir. Çünkü ilk ilkel alet ve basit makinelerin, üzerinde taşıdığı eşitçi özün gücü, sürücül yaşamdan henüz kopan, topluluk insanını, komünal örgütleme biçiminde, örgütlemeye yetmezdi. Dolayısıyla gerçekte, oluşup gelişmeye başlayan şey, insanlaşma hareketi ile ilkel topluluğun ‘Toplumsallaşma Sürecinde’ gelişen ilkel aile, klan, aşiret ve benzeri iş, ilişki, oluşum ve topluluk biçimleri üzerinden, hayvani özelliklerin değişip dönüşerek terk ediliyor olmasıydı. Çünkü ilkel topluluk süreci boyunca, Doğal Biyolojik Güçlerin (doğal seçinim, mutasyon ve tür değişimi) eşitsizlik üreten baskın gücü, sürücül (güdüsel) yaşam biçimleri ve alışkanlıklarını, topluluk yaşamında yeniden ürüyerek, var olmaya devam ediyor, takviye sağlıyor olmasıydı. Ama buna karşın, sürücül yaşam biçimlerinden kopuşu sağlayan, onu değişim ve dönüşüme uğratan, TEMEL GÜÇ devrimci, henüz “bebeklik dönemini yaşayan”, basit ilk ilkel alet-bilinç ve bilgi sarmalının giderek gelişen, sinik ve zayıf gücüydü. Bu zayıf gücün etkisiyle, ilkel toplulukta insanlaşma (toplumsallaşma) trendi, çok yavaş, binlerce yıla sirayet ederek ilerlemişti.

Bu nedenle, ilkel topluluğa toplum değil, topluluk diyoruz. Çünkü topluluk, esas olarak Doğal Biyolojik Güçlerin, eşitsizlik üreten baskın karakteri ve etkisinde, avcılık, toplayıcılık, bitki kökleri, yabani tahıl devşirirliği, ilkel çapalı ekip biçme, hayvan evcilleştirme ve besleme, ağaç kovuklarında, mağaralarda ve ilkel köy birimlerine yerleşme gibi basit geçim ve yaşam biçimlerinde ifadesini bulmuştu. Buna karşın toplum, üretim araçları, özellikle, üretim aletleri ve makineler üzerinden, sistemli tarım ve hayvancılık, ticaret ve sanayi üretimli, kentsel uygar toplumsal üretim biçimlerini yaşayan köleci, feodal ve kapitalist toplum yaşam biçimleri olarak, hâkim sınıf özel mülkiyet ve üretim ilişkileri üzerinden var olmuştu.

İlkel topluluk eşitsizliğinden sonra, aynı eşitsizlik, farklı biçim ve düzeylerde, çeşitli uygar toplum Üretim Biçimlerine ait ‘Tarihi Toplumsallaşma Süreçlerinde’, hâkim sınıf özel mülkiyet ve üretim ilişkileri üzerinden gelişip devam etmiştir.  Bu eşitsiz gelişme, tarihsel yürüyüşüne kapitalizm ile hala devam etmektedir.

Bu bağlamda, Engels’in 1891’de, L. H. Morgan’a dayandırarak yazdığı, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, adlı çalışmasının tersine, Morgan’ın 1877’de yazdığı, “İlkel Toplum” (Ancient Society) çalışması; insanlığın, “komün ve komünal” tipi bir yaşama başladığı, Marks, Engels’in doğrulandığı biçimde değil. Tam tersine, “komün ve komünal” bir yaşamın varlığı biçimindeki söylemin tamamen bir YANILSAMA olduğu gerçeğidir. Gerçekte, insan yaşamında başlayan yeni hareket biçimi, insanlığın, hayvani (sürücül) doğal yaşamdan koparken, tarih öncesi topluluk yaşam biçimi üzerinden, ‘Toplumsallaşma Sürecine’ (insanlaşma sürecine) henüz yeni geçiş yapması ve ilk adımlarını atmış olmasıydı. Yani insanlık, hayvani özelliklerinden kurtularak “komünleşmiyor”, tam tersine komün biçimine varmak için insanlaşmaya henüz başlamış. Toplumsallaşmanın bu ilk ilkel evresinde ilerliyordu. Dolayısıyla her toplumsallaşma biçimi, komünleşme değildir. Ama sanayi devriminden itibaren, her türlü komünleşme biçimi, makineler üzerinden gelişip devam eden, ‘Tarihsel Toplumsal Eşitçi Özün’ toplumsallaşmasının zorunlu sonucu olarak var olmak zorundadır. Gerçek komün bilinci, sanayi devrimi ve sonrası dönemdeki gelişmenin ürünüdür. Çünkü sanayi devrimi makinesi, üretim gücü insanın/işçinin fiziki el-kol gücünü, üretim süreçlerinde tali duruma düşürmüş; yerine, üzerinde taşıdığı bilim, bilgi ve teknolojiyi geçirmiştir. Bu temelde bilim, bilgi ve teknoloji, makinenin şahsında canlanıp şahlanmıştır. Bu anlam ve kapsamda düşünüldüğünde, ilkel toplulukta, komün ve komünal yaşam tipinin gerçekleşmiş olma ihtimali SIFIRDIR.

Marks, Engels’in, ilkel topluluğa ait “Komün” kavramını üretip kullanmaları, J. J. Rousseau ve John Locke’un “doğal özgürlük ve doğal eşitlik” düşüncelerine dayanmıştır [[3]]. J. J. Rousseau ve John Locke’un söylemlerine güvenle Marks, Engels, tarih öncesi ‘Toplumsallaşma Sürecine’ henüz yeni başlayan insanlığın, ilk ilkel aile, klan, aşiret ve benzeri iş, ilişki, oluşum, kümelenmeler ve topluluk olguları üzerinden, evrimsel değişip dönüşerek, sürücül yaşamdan arınması, terk edilmesi hareketine “komünal” gelişme. 1846’da ilkel topluluk gelişme düzeyine, “ilkel komünal mülkiyetli toplum”, daha sonra gelişen, ‘Köleci Mülkiyet’ biçimine de “komünal mülkiyet” [[4]] demişlerdi.

Bu arada, önemle üzerinde durulacak esas sorun, Marks [[5]], Engels’e [[6]] bilimsel desteğin, L. H. Morgan’dan gelmiş olmasıydı. 1871, Paris Komünü yenilgisinden hemen sonra, ilginç bir zamanlama ile Morgan, 1877’de yazdığı, “İlkel Toplum” (Ancient Society) [[7]] çalışması ile ortaya çıktı. İşin doğrusu, Morgan’ın çalışması Marks, Engels’i oldukça heyecanlandırmıştı. Morgan, ilkel topluluk dönemini inceleyip, Marks, Engels’in, “komün” söylemine bilimsel bir zemin “kazandırmıştı”. 1891’de Engels, Morgan’ın 1877 çalışmasına “dayanarak”, “komün” fikrini, Marksizm için teorik düzeyde ele alıp derinleştirdi [[8]]. Böylece Marksistler ve Tarihsel Marksistler, ilkel topluluk ile köleci topluma ait ilkel aile, klan ve aşiret biçimlenmeleri üzerinden gelişen toplumsallaşmaya (insanlaşmaya) “komün”; mülkiyet biçimlerine (ana, ata, reis, Şef, tapınak, kamusal ve devlet mülk ve mülkiyet biçimlerine) de “ilkel komünal mülkiyet” demeyi sürdürdüler. Aslında, Marks, Engels açısından, komün fikriyatı bir yana, üretim ve mülkiyet edinme bilincinden yoksun olan ilkel topluluk insanının, nasıl olur da “üretim ve mülkiyet edinmede” bulunduklarını söyleyebildiler! İlginç doğrusu!

İlkel topluluktan itibaren, hayvanlardan farklı olarak, insanın geliştirdiği yaşam biçimlerinde, insani işlerde, “ilişki” işe karışmıştı. İşte bu insani iş ve “ilişki”, sürücül yaşam biçiminin, insani yaşam biçimine dönüşmesine yol açmıştı. Demek ki, Marks, Engels’in dikkatini çeken temel farklı faktör, “komün ve komünalite” eylemini geliştiren insanın, bilinçli iş ve “ilişkisi” üzerine kurulup geliştiriliyordu. Ki o da, sadece insana özgü bir yetenekti. O halde, insan tarafından bilinçle geliştirilen, iş ve “ilişki” nerede varsa ve topluluk adına bir şeyler yapılıyorsa, orada mutlaka “komün ve komünal” yaşam da var olur demekti. Ki bu nedenle Marksistler, “komün ve komünal” yaşamın, tarihin her döneminde, az veya çok “gerçekleşip” iz sürdüğünü, her türlü devlet, topluluk ve toplumsallaşma birimlerini, “komün ve komünalite” diye adlandırmışlardı. Ütopik sosyalistlerin deneylerinden sonra, Marksistler tarafından, pratik olarak kooperatif-komün türleri üzerinden, komün kavramı toplumsallaşmaya eşitlendi [[9]]. Marksist önderler, işi daha da “ileri” düzeye taşıdılar. Örneğin Engels, “Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir ama biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini içinde saklar” [[10]] diyordu. 17 Ekim 1917 Bolşevik Devriminden bir ay önce, Menşeviklerle bir atışmasında Lenin, “Çünkü” diyor, “sosyalizm, devlet tekelci kapitalizminin bir adım ötesinden başka bir şey değildir. Ya da başka bir deyişle, sosyalizm, tüm halkın çıkarlarına hizmet etmeyi amaçlayan, buna zorlanan devlet tekelci kapitalizmden başka bir şey değildir. Ve devlet tekelci kapitalizmi de bu koşulu yerine getirdiği ölçüde tekelci kapitalizm olmaktan çıkar” [[11]] vs. Bu algı biçimini kabullenirsek, o zaman da bilinçli her bir iş ve “ilişki” üzerine kurulu, kapitalist limitet, anonim şirket gibi kurum ve kuruluşlarını, her hâkim sınıf birlik ve dayanışma kurumlarını, tüm devlet ve benzeri mülk ve mülkiyet organizasyonlarını da “komün ve komünalite” saymamız gerekir ki, bu haliyle “komün ve komünalite” fikri dejenere, hiç bir tarihi önem ve anlamı olmayan, fikir jimnastiğine dönüşmüş olur.

Bir de gerçekte, yukarıdaki anlayışın tersi var tabi:

Bilinç-bilgi içermeyen, hayvan topluluklarının, güdüsel yaşam şeklini, “komün ve komünalite” diye adlandırdığımızı düşünelim. Ki o zaman da “komün ve komünalite” eylemini düşünceden soyutlar veya düşünceyi çekip alırız ki, arıların ve karıncaların, türünü sürdürmeye koşullanmış, milyonlarca yıldır devam eden kolonisel (güdüsel)  yaşamına öykünmemiz gerekir. Öyle ki, bu kolonisel yaşam, insanı “kıskandıracak” düzeydedir. Bu duruma da müdahale eden Marks, Engels, “bir ilişkinin mevcut olduğu yer, benim (“insan”) için mevcuttur. Hayvan hiç bir şeyle ilişki içinde değildir, kısaca hiçbir ilişki bilmez. Hayvan için öteki hayvanlar ile ilişkileri, ilişki olarak mevcut değildir” [[12]] diyerek, haklı olarak, işin olmazlığına hükmetmişlerdi. Dolayısıyla hayvani güdüsel yaşamın, “komünal” olabilme ihtimalini tamamen ortadan kaldırmışlardı. Dolayısıyla arıların ve karıncaların yaşamına bakarak diyebiliriz ki, arıların ve karıncaların yaşamında, ne kadar “komünal” yaşam izi varsa; ilkel topluluk insanının yaşamın da o kadar “komünal” yaşam izi vardı. Çünkü ilkel topluluk, doğal güçlerin baskın evrim yasaları, etkisi altındaydı. Gelişen mevcut insani iş ve “ilişkiler”, henüz komün oluşturma düzeyinde değildi.

Demek oluyor ki, söz konusu edilen, ilkel topluluk “komün ve komünalite” fikri, bir yanılsamadır. Onun için Marksizm’de “komünün” net, sınırları belli bir tanımı yapılamamıştır. Dolayısıyla, “Komün ve komünalite” diye bilinen hadise, gerçekte var olmamış bir söylemden ibarettir. Tarihte öyle bir şey yaşanmamıştır! Var olan veya yaşanan şey, sadece insanın toplumsallaşmaya başlamış olmasıdır. Kısacası Marks, Engel ve Morgan, ilkel topluluk insanının, toplumsallaşma biçimlerine “komün” demişlerdir. Ama ‘Tarihi Toplumsallaşma Sürecinde’, söylemleri hem teorik ve hem de pratik düzeyde, üç defa denenip çürütülmüştür:

(Birincisi), Marks, Engels ve Morgan’ın sözde ilkel “komün söylemi”, verili ilkel ailenin 3. biçiminin evrimsel başkalaşımı tarafından çürütülmüştü. Tek eşli evlilik ile beraber, erkeğin ailede hâkimiyeti başlamıştı. Böylece, erkek üzerinden soy takibi önemsenip, erkeğin çocuklarına miras bırakması başlamış. Miras edinme bilinci, özel mülkiyet bilincine, özel mülkiyet bilinci de özel mülkiyete yol açmıştı [[13]]. İşte bu nedenle Marks, “insan hayatı kendini geliştirmek için özel mülkiyete gereksinme duymuştur” [[14]] tespitini yapmıştı. Kaldı ki, anaerkli veya babaerkli aile tiplerinin yaşam ilişkilerinde, eşitlik yoktu. Çünkü eşitliği sağlayacak, ne araçsal maddi altyapı, nede bilinci vardı.

 

(İkincisi), Ütopik Sosyalistlerin, Fransız Jakobenlerin ve özellikle Robert Owen’ın kooperatif deneyiminin yenilgisi ve başarısızlığıdır.

(Üçüncüsü), 1871 Paris Komün ve Reel Sosyalist devletlerin çöküşüdür.

Ütopik Sosyalistlerin, Fransız Jakobenlerin, 1871 Paris Komünü ve Reel Sosyalizmin yenilgisinin esas nedeni: Hepsinin sosyalist bir altyapıdan yoksun, sadece ideolojik mücadele ile sistemi değiştirip dönüştürmeye kalkışmalarıdır. İşte Jakobenizmin özü budur. Toplumsal bilinç (sosyalist), kendi alt yapısından (sosyalist altyapıdan) yoksun olunca, kapitalist altyapı üstündeki tazyiki, ne kadar devrimci olursa olsun, sistem sınırlarında kalmaya mahkûmdur. Yaşanan devrimlerin hemen hepsinin, “küçük burjuva devrimci” karakterini aşamamalarının nedeni budur. Bu nedenle, bugüne kadar, “dünya solunun” tüm bileşenlerinin yaptığı devrimler, aslında Jakobenci tarzı üzerinden yürümüşlerdir. Çünkü “bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi”, diyor Marks-Engels, “onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır. Onların ne oldukları, öyleyse, onların üretimiyle, ne ürettikleri ile olduğu kadar, onu üretiş biçimleriyle de örtüşür. Demek ki, bireylerin ne oldukları, onların üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır” [[15]]. Kapitalist toplum koşularında kendilerine “sosyalist” diyenlerin “üretimlerinin maddi koşulları” neydi? Kapitalist! O halde reel yaşamda, kendisine “sosyalist” diyen insan gerçekte nedir? Kapitalist “üretimin maddi koşullarına” tabi bir insandır. Bir insan sosyalist bilinç, “bilgi” taşıyor diye sosyalist olmaz. Ama bir insan, düşünsel düzeyde, sosyalist düşüncelere sahip, sosyalist olmaya çalışan biri olabilir! Kendini öyle adlandırabilir. Ama reel yaşamda, “sosyalist olmak, tıpkı bir insanın kapitalist olması gibi tarihsel maddi koşullara bağlıdır. Hangi tür maddi üretimde bulunduğun esas önemdedir. Belirleyici olan, kişinin içinde bulunduğu, “üretimin maddi koşullarıdır”. Dolayısıyla, mevcut toplumsal bir ekonomik altyapı, ancak daha ileri bir başka, yeni bir altyapı ve üstyapı inşası ile aynı anda, günlük devrimci demokratik sınıf mücadelesinde, dönüştürülüp alt edilebilir. Tarih böyle ileriye doğru akar. Yani herhangi bir toplumsal sistemin üstyapısı (sosyalist üstyapısı) aynı toplumsal sistemin altyapısına (sosyalist altyapıya) öncelenemez. İşte ütopik sosyalistler, Fransız Jakobenler, Marksist sosyalistlerin hemen hepsi, bu yanlış kulvarda yürüyüp başarısız oldular. Dolayısıyla, Marks, Engels’in yarattığı, Morgan’ın “bilimsel” çabasıyla takviye gören “ilkel komün ve komünalite” fikri ve söylemine dayalı çalışmaların, tarihi deneyler ile çürütülmesi, iyi niyetin, zihinsel varlığın ötesinde, artık tarih olmuştur.

Bu nedenlerle, belki “zor olacak” ama ciddi ve sorumlu bir mücadele ile Marks, Engels ve Morgan’ın “ilkel topluluk komün ve komünalite” dayanağı ve söyleminin yarattığı EZBERCİLİĞİ, tartışıp bozmak, düzeltmek zorundayız. Bu becerildiğinde ancak, önümüzü görebilir. Yaşamın pratik gerçekleri üzerinden yürüyebiliriz. Marks, Engels ve Tarihsel Marksistler, Morgan’ın “ilkel komün” incelemesini; işçi sınıfı “sosyalizmine” tarihi dayanak yapmak için aynen benimsemiş, ele alıp işlemiş, geliştirmişlerdi [[16]]. Oysa ilkel topluluk yaşamı, hayvani cinsiyetçi ilişki biçimlerinin, “yasak” bilinci ile yoğrularak insanlaşmaya evirilip geliştiği, “kan veya soy bağına” dayalı, klan ve aşiret biçimleri üzerinden dönüşüp insanileşerek ilerliyordu. Dönemin gerçek somut eşit ve eşitlik bilinci, mevcut iş ile avlanma aletlerine kodlanmış olan bilinç düzeyindeydi. Ama bu bilinç düzeyi, etkisiz, yetersiz, zayıf ve “yok” hükmündeydi. Yani gerçekte var olan, yoklukta “eşitliği” çağrıştıran, hayvani yaşamdan daha yeni kopup gelen, doğal biyolojik güçlerin geliştirip belirlediği derin ve yaygın, genel geçer bir EŞİTSİZLİKTİ. İlkel toplulukta gelişip biçimlenen işbirlikleri, kümelenmeler ve ortaklaşmalar, bilinç bilgi nedeniyle değil; doğal biyolojik güçlerin geliştirip belirlediği, geçmişteki sürücül yaşamın, alışkanlıkları üzerinden, çetin doğa şartlarına karşı, “el yordamı ile”, zorunlu olarak ortaya çıkıp gelişiyorlardı [[17]]. “Bu toplumlar” (yani ilkel topluluklar) diyor Adam Smith, “o kadar yoksuldurlar ki, gerekli maddeleri yeterince karşılayamadıkları için bazen çocuklarını, yaşlılarını, ayağa kalkamayan hastalarını, kendi elleriyle yok etmek, bazen açlığa terk etmek ya da vahşi hayvanlara yem olarak bırakmak zorunda kalırlar, ya da hiç değilse buna mecbur olduklarını düşünürler” diyor [[18]]. Böylesi bilinç, bilgi, gıda ve imkân yoksulu, bir yaşam biçimine öykünerek veya dayanarak; ondan çok daha ileri düzeyde olan, “sosyalist” bir toplum projesine dayanak geliştirmek akla ziyandı. Akla ziyandı, çünkü Marks, Engels’te, makineler üzerinden taşınan ‘Tarihsel Toplumsal Eşitçi Özün’ görülüp, gereğinin yerine getirilmesi, yani ‘Sosyalist Emekçinin’ tespiti veya ortaya konması basireti ideolojik düzeyde kapalıydı.

Marks, Engels’in vaaz ettiği gibi insanlık, sözde o güzelim “altın çağı” yani ilkel “komünal toplum” biçimini yaşayıp, sonra terk etmedi. Terk demezdi! Bu insanın doğasına aykırıdır. Çünkü kütle, maddenin “bencil” bir formudur. İnsan da bu formun en üst düzeydeki varlık biçimidir. Bu nedenle insan, güzel olanı terk etmez, edemez! Geliştirerek, sadece onu daha güzel olanda aşar. Yaşamın gelişmesi böyledir. Yoksa güzel olan ilkel “komün ve komünal yaşam”, vardı da daha kötüye (köleciliğe) terk edilip, bırakıldıysa! Bırakılacaksa! O halde, çağdaş yeni versiyonu için mücadele etmenin ne anlamı var! Yenisini bin bir bela ve zahmetle kurduğumuzda; terk edilmeyeceğinin, daha kötüye geri dönüş yapmayacağının elde ne garantisi var? Ayrıca Reel Sosyalizme ait sovhoz ve kolhoz (kooperatif) deneyimleri ile anılan sözde “komün ve komünal yaşamı” Reel Sosyalist devletler ile KURDUK ve yaşadık. Terki halinde de hiçbir garantimizin olmadığını gördük.

İlkel topluluk insanının, toplayıcılık, yaşam ve av alanlarına sahipliği, ilkel mülk ortaklığı, yoklukta “eşitlik”; hayvani cinsellikten giderek insanileşen cinsel yaşama geçiş, doğada sözde var olan “doğal özgürlük” ve geçinmede “iş ortaklığı ve doğal eşitlik” gibi yaşam biçimleri, nüans farkı ile henüz aşılan, SÜRÜCÜL yaşama ait devam eden ve yeniden ürüyen alışkanlıklardı. Bu aşamada insanlık, bilinç, bilgi, gıda ve barınma yoksulu, sürücül yaşamdan, toplumsallaşarak, insanlaşmaya doğru henüz ilk adımlarını attığı bir dönemdi. Bu nedenle Morgan, ilkel topluluğun gelişim basamakları olan, vahşilik, barbarlık ve uygarlığa [[19]] geçiş aşamalarından söz ediyordu. Dolayısıyla geçmişte de bugün de sosyalizm adına, ilkel topluluğa öykünerek, gelecek için bir ölçü veya biçim aramak, abesle iştigal etmeye devam etmektir.

Bırakalım ilkel topluluk biçimini! Ondan çok daha yüksek düzeyde eşitlik bilincine sahip günümüz insanı dahi, kapitalist ortaklık ve kolektiflerinde bile, eşitsizlikten kaçınmıyor. Eşitliğe bir tülü cevaz vermiyor! Tüm kapitalist kooperatif, anonim ve limitet şirketler üzerinden, burjuvazi tarafından ortaklık ve eşitlik adına gerçekte, EŞİTSİZLİK üretilip PAZARLANMAKTADIR. Keza, ilkel topluluğun sözde eşitliği bir kenara, günümüzde bile -istisnalar hariç- dünya ortalaması bir ailede, ne kadar “eşitlik” varsa; Marks, Engels ve Tarihsel Marksistlerin öykündüğü, Morgan’ın sözde bilimsel çabası ile desteklenen, “ilkel komünalitesinde” de o kadar “eşitlik” vardı.

Doğa, eşitlik üretmez. İnsan da haydi eşitlik üretelim veya yapalım veya eşit olalım diye iradi bir çaba ortaya koyamaz. Bu onun doğasına aykırıdır. Bir başka deyişle, iradeyle eşitlik üretilmez. İnsanlık, kendisini ve yaşamını üretirken, iradesi dışında, üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makineler üretip geliştirir. Bu araçlara, bilgi kodları aktarıp onları istenilen biçimde şekillendirir. Üretilen bu üretim araçlarının, özellikle üretim aletleri ve makinelerin, maddi kütlesinin emdiği bilim, bilgi ve teknolojik kodlar, insanlığın tarihsel ortak mirasıdır. Bu miras, insanlığın ortak ve eşit mirası olması hesabıyla, eşitliğin irade dışı üretimine neden olur. İşte eşitliğin tarihsel toplumsal maddi temeli budur. İnsandaki eşitlik bilinci, bu maddi temelden kaynaklanır. Dolayısıyla, alet ve makinelerin teknolojik düzeyi, insanlıkta da o ölçüde, eşitlik bilincini geliştirir. Bir başka deyişle, reel eşitlik bilincimiz, toplumun kullandığı mevcut toplumsal altyapısının teknolojik düzeyine tekabül eder. Ondan fazla değildir, olamaz.

Bu temelde, gerçek komün ve komünalite yaşamı için tarihsel toplumsal maddi alt yapının teknolojik varlığı zorunludur. Çünkü “Kurtuluş” diyor Marks, Engels, “zihinsel bir iş değil, tarihsel bir iştir.” Bu tarihsel kazanım da ancak, üretim araçları özellikle, üretim aletleri ve makinelerin tarihsel gelişmeleri ile sağlanabilir. Bu nedenle insani söylem, iyi niyet ve zihniyet değişiminin, toplumsal eşitlik sağlamaya gücü yetmez. Olsaydı, şimdiye kadar farz edilen ilkel topluluk sözde eşitlik biçiminin sürüyor olması gerekirdi. Veya yeni bir biçiminde aşılıp, daha yüksek bir düzeyde, başarılmış olması gerekirdi. Ama tüm uygulama girişimleri yenilgiyle sonuçlandı. Bu nesnellik için Marks, “nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilmeyeceği sorunu, bir teori sorunu değil, ama pratik bir sorundur. Pratikte, insan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtlanmış bir düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolâstik bir sorundur” [[20]] diyor. Çünkü yaşanacak eşitlik, düşünsel değil, tarihsel bir gelişmenin maddi bir ürünü olarak ortaya çıkmak zorundadır. Eşitlik, insan iradesi dışında, üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makinelerin varlığı üzerinden gelişip şekillenir ve sağlama BAĞLANIR. Değilse, Reel Sosyalist Devletlerdeki “eşitlik” gibi “var” olsa bile her zaman tehlikede, “yıkıldı, yıkılacak” korkusunu üretir. Dolayısıyla, üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makinelerin her gelişme düzeyi, her zaman eşitçi komün oluşumunu sağlamaz. Sağlayamaz! Ama az veya çok, eşitlik bilincini üretip geliştirir ve ‘Tarihsel Toplumsal Sürece’ aktarır. İnsanın, tarihsel eşitlik bilinci ve söylemi, üretim araçları, özellikle üretim aletleri ve makinelerin varlığı düzeyinde varlığını sürdürür. İlkel topluluktan, sanayi devrimine kadar eşitlik bilinci, DÜŞÜNCE VE SÖYLEM düzeyinde kaldı. Sanayi devriminden sonra ise söylem düzeyinden, bilgi düzeyine geçmek için ‘Sosyalist Emekçi Paradigma’ ile kendini büyük insanlığa dayatarak, maddileşme zorunluluğuna yükseltmiştir.

Dünya tarihinde: kooperatif tarzı “komünlere” ait eşitlik idealleri, 1786 tarihinde İngiltere ve Amerika’da, Ütopik Sosyalist Robert Owen [[21]] tarafından, 1789’da Fransız Devrimi sırasında, Fransız Ütopik Sosyalistler ve Jakobenler tarafından yenilgilerle denenmiştir. Daha da gelişmiş biçimleri ise 1871 Paris komünü ve devlet düzeyinde, 1917 tarihinden sonra Reel Sosyalizm deneyimleri tarafından yaşanmıştır. Tüm bu reel denemelerin, sistemi aşma yönde işlem görmedikleri sabitken, hangi kılığa girerse girsin, her yeni kooperatif tarzı sözde “komün ve komünal” girişim ve çabanın, geleceği hezimettir. Kurulu sisteme HİZMETTİR.

Ünlü İngiliz ütopik sosyalisti Robert Owen, yaşam boyu mesaisini, sermayesini, yıllarca kooperatifçilik pratiğinde, bıkmadan usanmadan tüm enerjisini ortaya koyup, başarısız olan ilk en ciddi, en derinlikli örnektir. Günümüze kadar Marksistler ile Tarihsel Marksistler, bu deneyimi layıkıyla ele alıp değerlendiremediler. Değerlendiremedikleri için de Paris Komonü ile Reel Sosyalist deneylerin kaçınılmaz yenilgilerini yaşadılar. Dolayısıyla Robert Owen’ın tarihi yenilgisine, bir anlam ve önem biçemediler. Bu pratik yenilgidir ki, kapitalistler, her türlü kooperatif tarzı sözde “komünal” ortaklıklardan çekinmezler. Aksine hazzederler! Öyle ki, kitlelerin sömürüye, kapitalist sisteme karşı tepkilerini minimize eden, uyuşturan, toplumsal araçlar olarak “kooperatif tarzı komünleri”, geliştirip, sistemin payandaları olarak kullanmaktan çekinmemişlerdir. Kooperatif tarzı sözde “komünal”  ortaklıkların, en gizemli ve en yaygın olan biçimleri, değişik bir ad altında, varlığını 1948’den beri İsrail’de hala sürdüren Kubitzlerdir [[22]]. Ama ne hikmetse, İsrail bir türlü sosyalizme geçmiyor. O yönde hiçbir iyileşme ve kımıldama da geliştirmiyor! Dolayısıyla ilkel sahiplik, ilkel mülk ortaklığı ve her türlü grup mülkünü [[23]] tasarruf eden üretim, hizmet ve yönetim üniteleri eşitsiz kuruluşlardır. Asya-i devletten kişiye zilliye toprak ortaklığı, çiftçi yarıcı ortakçılığı, kapitalist kooperatif biçimleri, kapitalist Limitet ve Anonim şirket ortaklıklarının tümü, eşitsizlik, sömürü, suiistimal barındırırlar. Bunların hiç biri, GERÇEK KOMÜN formunda olan örgütlenmeler değildir.

 

(Devam edecek)

 

NOTLAR:

[1] Marks, K.  (1871), Fransa’da İç Savaş, Eriş İnternet Yayınları 2003, S. 64.

[2] Lenin, (1919), Komün Dersleri, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınlar, 3. Baskı 2008. S. 152 ve 132.

 

[3] J. J. Rousseau ve John Locke’a ait iki yanılsama:

 

(a) Doğada, “Doğal özgürlük” var diyorlar. Ama tam aksine, doğada, anıldığı gibi “doğal özgürlük” yoktur. Çünkü besin zincirinde, bir canlının diğer bir canlıya yem olma veya olmama mücadelesi vardır. Aynı şekilde, toplumda da “doğal özgürlük” yoktur. Çünkü hayvanlardan farklı olarak insan, insanlaştıkça, mücadele ile elde ettiği özgürleşme kazanımlarını, toplumsal sözleşmeler ve hukuki yasalar ile teminat altına almaya çalışır. Toplumsal sözleşme ve hukuk için mücadele bu nedenle vardır.

 

(b) Doğada, “doğal eşitlik” var diyorlar. Tam aksine, söylendiği gibi doğada, “doğal eşitlik” de yoktur. Örneğin, iddianın aksine, doğal biyolojik güçlerin etkisiyle, üç nedenle “insanlar eşit doğmazlar”. (a) Genetik biliminin gelişimi ile doğan her çocuğun farklı yeteneklerin sürdürücüsü olduğunu öğrenmiş bulunmaktayız. Bu farklılığın, genetik olarak anne ve babasından, çocuğa aktarıldığını, bugün artık biliyoruz. Bu nedenle anne ve babanın yaşadığı (b) doğal çevresel farklılıklarının varlığı ve (c) toplumsal çevre farklılığının yarattığı etkiler, çocuğun doğumunda eşitsizliğe yol açar. Doğal olarak üretilen bu eşitsizlikten ötürüdür ki, toplumsal yaşamda, eşitlik için mücadele vardır. Dolayısıyla J. J. Rousseau ve Jhone Lock’un, “doğal özgürlük” ve “doğal eşitlik” söylemlerini gözden geçirmek gerekir.

 

Konu ile ilgili olarak bakınız: J. J. Rousseau. (1762), Toplum Sözleşmesi, Çeviren Vedat Günyol. Türkiye İş Bankası Yayınları, 9. Basım. S. 11 ve 22.

 

[4] Marks ve Engels, (1847) Alman İdeolojisi, Çeviren Sevim Belli, Sol Yayınlar, 1987 Ankara. S. 40.

 

[5] Bakınız: Marks, K. (1880) Etnoloji Defterleri, Çeviren Kıvanç Tanrıyar, Hil Yayınlar 2013.

 

[6] Bakınız: Engels, F. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, 1990.

 

[7] L. H. Morgan’ın, (1877), Ancient Society (İlkel Toplum) çalışması, şüphesiz değerli bir çalışmadır. Ama bu çalışma üzerinden burjuvazi, geniş kitlelerin Marksizm’e dahilini engellemek için Marksizm’e ideolojik bir saldırı düzenlemiştir. Morgan’ın çalışması incelendiğinde, hayvani yaşamdan, insanlığa geçiş yapan insan türünün, çektiği yokluk ve sefalet, ilkel evlilik biçimleri dönüşümlerinde yaşanan hayvani biçimlerin, modern yaşamlı, Marksist “sosyalist ve komünist” toplum için savunulmadığı, savulmayacağı açıktır. Ama burjuvazi, Marks, Engels, ilkel “komünü” savundu diye, Morgan’ın “komün” çalışması ile ilişkilendirerek; Marks, Engels’in, “sosyalist ve komünist” toplum anlayışına, “tuz biber ekilmiştir”. Mademki Marks, Engels, “komünal” toplum biçimini savunuyor, “komünal” toplum da Morgan’ın çalışması gibi ise o halde, komünal topluma ait hayvanilikten insanileşmeye doğru başkalaşım geçiren “ortak aile evlilikleri” ve “ahlaksızlığı” ile vurulabilir hesabıyla, burjuvazi, harekete geçmiştir. Dünyanın gelmiş, geçmiş en fedakâr, en onurlu, en haysiyetli, dürüst ve güzel insanları olan dönemin “sosyalist ve komünistleri”, hak etmedikleri bir biçimde, terbiyesiz ve ahlaksızca “suçlanmışlardır”. Yüz yıllara sâri, geniş emekçi kitlelerinin, Marksizm’e yönelimini engellemek için olmadık iftira kampanyası ve furyası başlatılmış. Ki, etkileri düşük yoğunlukta olsa da hala sürmektedir. Örneğin: geliştirilen saldırı kampanyasında, “’Komünistlerde’ namus mefhumu yoktur. İçeri giren şapka asar. Yeni gelen şapkayı görürse, sırasını bekler” vs. gibi uyduruk safsatalar ile saldırı yapılmıştı. O dönemlerden itibaren, burjuva fuhuş ve “seks özgürlüğünü” savunan hippilik gibi kapitalist sistem döküntüsü, grupsal anlayış ve alışkanlıklar ve ahlaksızlıklar, “komünistlerin” tertemiz, ahlaki saflarına, boca edilmişti. Büyük insanlığın kurtuluş özlemini dejenere etmek için burjuvazi, her tülü iş ve imkanı, yalan dolanı bu yolda kullanmıştı. Ta ki, Reel Sosyalizm 1990’larda çöküp, yıkıntıları arasında burjuvazinin vazettiği gibi yalan dolanın olmadığı açığa çıkıp, büyük insanlık tarafından anlaşılıncaya kadar. Dolayısıyla ideolojik saldırı zemini olarak kullanılan, Morgan’ın çalışması, bir de bu açıdan SORGULAMAYA değerdir.

 

[8] Bakınız: Engels, F. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, 1990, adlı kitaba.

 

[9] Bakınız: Kıvılcımlı, Dr. Hikmet, Komün Gücü, KöXöz internet yayınları, (2000), adlı kitaba.

 

[10] Friedrich Engels (1880), Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Sol Yayınları, 10. Baskı (2008),  s.82.

 

[11]  V.İ.Lenin (1917), Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1. Baskı (1977), s.95.

 

[12] Marks ve Engels, (1847) Alman İdeolojisi, Çeviren Sevim Belli, Sol Yayınlar, 1987 Ankara. S. 56.

 

[13] Morgan, L. H. (1877), Ancient Society, Bharty Library (1944), İndia. P. 407, 411. (Marxist İnternet Archive)

 

[14] Marks ve Engels, (1844) El Yazmaları, Çeviren Murat Belge, Birikim Yayınlar, 5. Bsk. 2009 İst. S. 144.

 

[15] Marks ve Engels, (1847) Alman İdeolojisi, Çeviren Sevim Belli, Sol Yayınlar, 1987 Ankara. S.38.

 

[16] Engels, F. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, 1990, S. 27-33.

 

[17] Bu sözde, komünal dayanışma örneklerine benzer, ilkel topluluğa ait yaşam biçimlerini, hayvan belgesellerinde, izlemek mümkündür.  Hayvanların, av alanları ve sürüye hâkimiyet için aralarında yaptıkları kavgalarla, ilkel topluluk insanın yaşam biçiminin, ne kadar birbirine benzediği görülebilir.

 

[18] Smith, Adam, (1776), Ulusların Zenginliği, Alan Yayınları, 2. Baskı 1997; S. 13.

[19] Morgan, L. H. (1877), Ancient Society, Bharty Library (1944), İndia. P. 22-34. (Marxist İnternet Archive)

 

[20] Marks ve Engels, (1847) Alman İdeolojisi, Çeviren Sevim Belli, Sol Yayınlar, 1987 Ankara. S.24

[21] Bakınız: Aybay, Rona (1970), Robert Owen, Sosyalizmin Öncüllerinden, Alfa Yayınları adlı kitabına.

 

[22] (a) Wrıtten By: The Editors of Encyclopaedia Britannica, Kibbutz Israeli Commune,

https://www.britannica.com/topic/kibbutz   –   Viewed: 23 May 2018.

 

(b) Denis Ojalvo, (19 Ekim 2011), Kibutz Hareketinin İdeolojik Temelleri 2.

http://www.salom.com.tr/haber-80860-kibutz_hareketinin_ideolojik_temelleri_2.html

 

[23] Grup mülkiyeti için aşağıdaki eserlere bakınız:

(a) Marks ve Engels, (1847) Alman İdeolojisi, Çeviren Sevim Belli, Sol Yayınlar, 1987 Ankara. S.41.

(b) Işıklı, Alpaslan, Kuramlar Boyunca Özyönetim ve Yugoslavya Deneyi,  Alan Yayıncılık (1983).