ÜNİVERSİTE PARÇALAMA TERÖRÜ
Kadir Cangızbay
Bunlar en son 13 üniversiteyi böldüler, parçaladılar; şimdi de Mimar Sinan Üniversitesi’ni yok etmenin peşindeler. İşin içinde tabii ki arazi rantı ve kadrolaşma hesapları var; ama daha stratejik olanı insanları yıldırmak, “siz ne derseniz deyin ben bildiğimi okurum, her istediğimi size dayatırım” diyerek, özellikle de okumuş yazmış takımı hedefte olmak üzere.
‘Yıldırmak’la aynı kökten ‘yıldırı’, TDK sözlüğünde ‘terör’ün bire bir karşılığı olarak veriliyor. Eksik bir karşılık: İnsanları yıldırmaya soyunanların baş vurdukları bir yol olarak ‘terör’ün ne olduğunun ip ucunu vermekten hepten uzak.
Oysa, ‘terör’ün tam bir karşılığı var dilimizde, hem de en az üç yüz elli yıldır: Tedhiş. TeDHiŞ, DeHŞet’le aynı kökten (D-H-Ş) ve de insanları dehşete düşürüp yapacağını yapamaz, söyleyeceğini söyleyemez, yazacağını yazamaz, çizeceğini çizemez, gideceği yere gidemez, kısacası mefluç, yani felçli hale getirmeye yönelik şiddet eylemi/tehdidi.
Yüzlerce yıllık ‘tedhiş’, doksanlı yıllarda resmi metinler ve demeçler başta olmak üzere yerini ‘terör’e bırakmaya başlar: Alçakça bir operasyon. Tedhiş yerine terörü yerleştirmekle, terörden, yani tedhişten, dolayısıyla da terörizm ve teroristen bahsetmenin zorunlu koşulunun, ortada ‘insanları dehşete düşürüp mefluç hale getirme’ye yönelik bir eylem veya tasarruf’un bulunması olduğunu gözlerden gizleyip, sınırları tümüyle belirsiz bir suç kategorisi yaratmak amaçlanmaktadır.
Terörü/terorize edilmişliği ‘korku’dan farklı kılan esas olarak beklenmediklik, öngörülemezlik, dolayısıyla şiddet kaynağı karşısındaki çaresizlik, tedbir alamazlık, ne yapacağını bilemezliktir, o güne kadar bildiklerinizin geçersiz hale gelmesidir: İnsan, ayıdan korkar; ancak ayıyı yatak odasında gördüğünde dehşete kapılır. Taksim’i meydan, Haydarpaşa’yı da gar olmaktan çıkartan –ki, bu arada Taksim İlkyardım Hastanesi artık Taksim’de olmadığı gibi, Şişli Etfal de kısa süre sonra Şişli’de olmayacaktır-, yani yaşadığımız alanı bizim için bilinir ve tanınır olmaktan çıkartıp doğrudan doğruya bizi terorize etmeye, yapacağımızı yapamaz, ne yapacağımızı bilemez hale getirmeye yönelik bir tasarruftur: En başta İstanbul ve Gazi Üniversiteleri olmak üzere gerek mekanları, gerek ihtisas alanları itibariyle en bilindik üniversiteleri paramparça etmek de, insanları yapacağını yapamaz, ne yaparsa neyle karşılaşacağını/başına ne geleceğini bilemez, başına bir şey gelmesin diye sanki kendisi hiç yokmuş gibi yapar hale getirmeye yönelik terorizan (tedhişçi) bir icraat çerçevesinde yer alır.
İngilizi, fransızı, ispanyolu, italyanı , rumeni ‘tedhiş’ı kendi dilindeki kelimeyle karşılarken, Türkçe’de ‘tedhiş’ yerine ‘terör’ kelimesinin kullanılır hale getirilmesi cahillikten de beslenen bir hainliğin hem ürünü hem de göstergesidir: ‘Tedhiş’ten bahsetmenin zorunlu koşulunun ‘dehşet yaratma’ olduğu ‘terör’ gibi yabancı bir kelime aracılığıyla doğrudan görünmez hale getirilsin ki “çocuklar ölmesin” demek, ‘barış’ bildirgesi yayınlamak/imzalamak ya da kravatında diğer renklerin arasında kırmızı-beyaz-yeşil’in de bulunması insanların teröristlikle suçlanması, hedef gösterilmesi ve her türden cezaya uğratılması mümkün olsun: ‘Terörle mücadele’ kisvesi altında kurulan, tam tamına bir terör, yani ‘yıldırı’ rejimidir.
Devletin gözünde ‘terorist’, ne suçlu vatandaştır ne de düşman askeri; üstü hukuken baştan çizilmiş, yani ‘yok’, dolayısıyla fiziken de yok edilmesinde beis bulunmayan bir canlıdır. Bu şekilde, hukukun evrensel kuralı olan “yasayla tanımlanmamış suç da olmaz, ceza da” tümüyle devre dışı bırakılmış, ‘suç’ kişinin fiilinden tümüyle kopartılmış, dolayısıyla ceza da ödül de kişinin kimliği temelinde fişlenmesine tabi kılınmıştır: Tam tamına bir istihbarat devleti/muhaberat imparatorluğu.
Hukuk devletini yok etmişlerdir; sıra yasalara gelmiştir. ‘Legal görünümlü illegal yapılar’ formülü piyasaya sürülür. Bu formülle dile getirilen şudur: “Ortada yasalara (legge’ye) aykırı hiçbir şey olmayabilir, her şey yasalara uygun olabilir; ama olsun, ben yasal olanı yasa-dışı, dolayısıyla yasa-dışı olanı da yasal sayabilirim; kısacası ben yasaların üstündeyim; neyin meşru, neyin gayri-meşru olduğuna ben karar veririm”.
‘Legal görünümlü illegal yapılar’: Her şeyden önce akla ziyan bir ifade, ‘kırmızı görünümlü maviler’ der gibi. Kırmızı, kırmızı göründüğü için kırmızıdır; ama, şehrin 20-25, hatta 30-35 km. dışında, dağ başına kurdukları hastanelere ‘şehir hastanesi’ adını verip, insanları -üstelik de hasta insanları- bu şehir-dışı ticarethanelere gitmek zorunda bırakmak üzere şehir içindeki devlet hastanelerini kapatanlardan her şey beklenir; mevcut şehirler için ‘şehir görünümlü gayri-şehir yapılar’ gibisinden bir laf etmek de dahil.
Böylesine sınırsız bir keyfiliğin altını doldurma gayreti içinde inanılmaz derecede soytarıca bir kavrama sarılırlar: Süb-liminal mesaj; yani algılama ‘limit’i/sınırı/eşiği altından (sub-) verilen, doğrudan algılanamayan mesaj.
Birilerinin insanlara doğrudan algılanamayan mesajlar verdiğini ileri süren canlıya şunu sormak gerekir: Diğer insanların doğrudan algılayamadığını sen nasıl olup da algılıyorsun; ne gibi özel yeteneklerin var da sen algılıyorsun; yoksa aslında böyle bir mesaj yok da sen mi uyduruyorsun ya da böyle bir mesaj varsa bile senin anladığın gibi olup olmadığını biz nasıl kontrol edeceğiz.
Diyelim, şöyle bir söz: “Komşu Ahmet Bey’in çocukları bu yaz bayağı kilo almışlar”. Alın size işte “bu çocuklardan bol et çıkar; kaçır onları, sonra kesip yersiniz, sizin aileyi haftalarca idare eder” şeklinde sübliminal bir mesaj, hele ki et fiyatları almış başını gidiyorsa.
Birisi sübliminal kelimesini kullandı mıydı, bilin ki, neredeyse binyıllık kart bir hortlakla karşı karşıyasınızdır: Cadı avcısı bir enkizisyon papazı/yargıcı.
Bunlar “şeytanın en büyük şeytanlığı kendisini melekmiş gibi gösterebilmesidir” deyip yüz binlerce insanı işkenceden geçirip odun ateşinde kızartmışlardı; sübliminal, yani doğrudan algılanamayan şer faaliyetlerde bulundukları suçlamasıyla.
Terör, illegal, sübliminal vb…: Fransızca’dan alınmış bu kelimelerin arkasına gizlenerek hukuk devleti yerle yeksan edilip -bizde hiçbir zaman yaşanmamış- Ortaçağ’a dönülüyor.
Bir de ‘cumhuriyet’imiz var; “keşke asıl o Batı dillerinden alınsaydı” dediğim: Res (şey, nesne, varlık) publica (halka, herkese ait/açık)). Cumhuriyet ‘cumhur’dan türetilmiş ve de bu kelime ‘bir araya toplanmış insanlar, kalabalık‘ anlamına geliyor.
Örneğin ‘res-publica’ daha kelime anlamı itibariyle vatandaşlar arasında mutlak bir hukuksal eşitliğe vurgu yaparken, ‘cumhuriyet’ kelimesinde böyle bir vurgu olmadığı gibi, –biraz zorlanırsa- ‘en kalabalık (mutlak çoğunluk değil) olan’a öncelik tanıyan bir yapı söz konusudur. Oysa eşit vatandaşlığın ‘olmazsa olmaz’ koşulu, eşit seçme-seçilme hakkıdır; yoksa ‘en kalabalık olan’a prim tanımak değil: Seçim barajı; ‘barrage’, yine Fransızca’dan apartma uğursuz bir kelime; ‘ön/yol kesme’ anlamına gelen ve de yolu kesilenler eğer insanlar ise doğrudan doğruya ‘eşkiyalık’ demek olan. İşte bu baraj sayesindedir ki, oyların yüzde 47’si gasp edilirken, sadece üçte biri kadarını alabilmiş bir parti Meclis’in üçte ikisine el koyabilmiştir.
Aslında sıfır baraj da yeterli değildir eşit seçme-seçilme hakkı açısından: Farklı seçim bölgelerinde verilmiş, ancak milletvekili çıkartmaya yetmeyen ‘artık’ oyların ülke çapındaki toplamları temelinde değerlendirilmesine dayanan ‘milli bakiye’ sistemi, ‘res-publica’ anlamında ‘cumhuriyet’in kabul edebileceği yegane seçim sistemidir. Bu arada bütün seçim bölgelerinde aynı sayıda oyla milletvekili çıkarılmasını sağlayan bir düzenleme de getirilmelidir. Söz konusu olan milletin vekilliği ise, parti disiplini veya lidere biyat adına boş kağıdın altına imza atmanın yasaklanması bir yana böyle bir şeye tevessül edenlerin vekilliği de düşürülmelidir: Vekaletin vekaleti olmaz.
Barajlı seçim, silahlı haydutların (darbeci cuntanın) dayatıp, utanmaz dolandırıcıların sonuna kadar sarılıp savundukları bir sistemdir; ancak, makama tahsis edilen ister iki tekerlekli tornet, ister trilyonluk araba veya dünyanın en pahalı uçağı, ister en mütevazısından bir baraka isterse en şatafatlısından bir saray olsun, makamdan bağımsız olarak şahsa bağlı kılınırsa ‘cumhuriyet’ ilga edilip o şahsın saltanatı –açıkça/resmen olmasa da- fiilen ihdas edilmiş olur. Bu arada şunu da söyleyelim: Cumhuriyet, saray yapmaz, sarayları ortadan kaldırır; illaki fiziken değil, onları halka açıp, ‘publica herkese ait/açık)’ birer ‘res (şey, varlık)’ haline getirmek suretiyle.
Vatandaş cinsiyetinden, ırkından, etnisitesinden, dininden, mezhebinden bağımsız olarak alınmış insan bireyidir; bu tanıma aykırı her tavır ise insanın türsel tekliğini kavramanın, dolayısıyla ‘insan hakları’ kavramının çok uzağında bir insanlık suçudur. Bu noktada şunu da söylemeliyizdir ki, yok ‘islam cumhuriyeti’ydi, ‘arap cumhuriyeti’ydi, ‘işçi cumhuriyeti’ydi gibi tanımlama ve/veya adlandırmalar cumhuriyet kavramının tam tersinde yer alan soytarıca sahtekarlıklar olmanın ötesinde hiçbir şey değildir. ‘Halk cumhuriyeti’ tabiri ise –‘res-publica’ kelimesi ‘halka aitlik’i zaten içerdiğine göre- en basitinden bir totolojidir.
Cumhuriyet, herkesin yaşadığı alanda kendisini kendi evinde hissettiği rejimdir ve de kendini kendi evinde hissetmenin ön koşulu içinde/üzerinde yaşadığı alanın kendisi için tanıdık/bilindik bir alan olmasıdır: Bilip tanıdığımız üniversiteleri o üniversiteler, Taksim’i meydan, Haydarpaşa’yı gar, Mimar Sinan’ı konservatuar olmaktan çıkartmaya kalkanlar, kendi yurdumuz bildiğimiz toprakları ayağımızın altından çekip almak suretiyle bizleri vatansız kılarken cumhuriyeti de –açıkça ilan etmeksizin- yok etmenin peşindeki saltanatçı maşalardır.
Son, daha doğrusu ek söz olarak şunu da kaydedelim ki, insan içinde/üzerinde yaşadığı alanı kendi evi bildiği ölçüde yere izmarit atmayacağı ya da odanın ortasına işemeyeceği gibi, bunları yapmayı yasaklamaya da gerek kalmaz.
* Artı Gerçek’de yayınlanmıştır [24 Naziren 2018]