Perşembe , 21 Kasım 2024

Bu defa neden farklı? 2019 yılına girerken Türkiye’nin krizi üzerine düşünceler Uğur Eser

Türkiye kapitalizminin iç talebe dayalı dış finansmanla desteklenen mevcut birikim-büyüme rejiminin tıkandığı ve yolun sonuna gelindiği artık genel bir kabul görüyor. Ekonomide durgunluğa ve daralmaya işaret eden öncü göstergeler ( anketler/endeksler) ister yıllık isterse dönemler itibariyle değişim olarak bakılsın büyümede bir sorun yaşandığını ortaya koymaktadır. Türkiye potansiyel büyümesinin ( yüzde 4-5) altına inmiş, düşük büyüme oranını uzun süre yaşaması muhtemel bir sürecin içine girmiştir. IMF-Dünya Ekonomik Görünümü Raporu (Ocak -2019) Türkiye’nin 2019 yılında “beklenenden daha derin bir daralma” (yüzde 0.4) yaşayacağını tahmin ediyor. Kuruluşun tahminleri arasında en çarpıcı olanı 2018’de 714 milyar dolar olan GSYH’nın 2019 yılında 630 milyar dolara, kişi başına gelirin ise aynı yıllarda 8715 dolardan 7615 dolara gerilemiş olması. 2017’de GSYH’nın 850 milyar dolar olduğu dikkate alınırsa, bu 220 milyar dolarlık üretim kaybı anlamına geliyor. Hükümetin “fiyat istikrarını ve sürdürülebilir büyümeyi” hedef alan Yeni Ekonomi Programı/ Orta Vadeli Program (2019-2021) da işlerin iyi gitmediğini belgeliyor. YEP 2017’de yüzde 7.4 olarak gerçekleşen büyümenin 2018’de 3.8, 2019’da yüzde 2.3 ve takip eden 2020 yılında yüzde 3.5 olarak gerçekleşeceğini tahmin ediyor. 

İktidar kaynakları sorunu dünya ekonomisinden kaynaklanan ( ABD kaynaklı-Trump faktörü, FED politikaları, küresel mali piyasalarda daralma, jeopolitik riskler, ABD- Çin rekabeti- ticaret savaşları, Avrupa kaynaklı- İngiltere’nin Brexit sorunu vb.) ve konjonktürel değişim ile açıklamaya çalışsalar da, sorun birikim rejiminin krizinden kaynaklanıyor. Sorunu yapısal değil dışarıdan kaynaklanan konjonktürel değişimin sonucu olarak gören anlayış yaşanan krizin bu defa önceki krizlerden çok farklı yaşandığı gerçeğini göremiyor. Doğal olarak da ekonomik büyümenin durağanlaşmasının koşulların zaman içerisinde tersine dönmesiyle son bulacağını ve ekonominin kısa sürede toparlanacağına ( U şeklinde) ya da yaşanan durgunluktan alınan önlemler sonrasında (V şeklinde) hızla çıkılacağına ilişkin bir iyimser düşünceye dayanıyor. Tartışmaya daha kötümser bakanlar ve krizi yanlış iktisat politikalarına bağlayanlar ise durgunluktan çıkmanın daha uzun süreceğini ve bugünden öngörmenin kolay olmadığı bir zaman alacağını ( L şeklinde)  düşünüyor. Oysa veriler Türkiye’nin beklentilerin ötesinde, daha derin bir daralma yaşayacağına ve sorunun konjonktürel değil, yapısal olduğuna işaret ediyor.

Türkiye ekonomisinin yaşadığı sorunu konjonktürel gelişmelere bağlayanlar sıklıkla geçmişte yaşanan krizlere atıf yaparak iyimser bir beklenti içerisine girdiler. Oysa Türkiye kapitalizmine birikim-büyüme bağlamında bakıldığında bu defa öncekilerden çok farklı bir sürecin içerisinde olduğumuz görülüyor. Aslında Türkiye’nin her krizi ayrı bir hikayedir. Ancak çok uzağa gitmeye ve ayrıntıya girmeye gerek kalmadan, güncel krizi daha hafızalarda olan 2001 krizi ile karşılaştırmak bunu görmek için yeterli olur.

Bankacılık sektöründe likidite krizi olarak başlayan ve büyüyerek döviz krizine dönüşen 2001 krizinde, içerisinde cıvık bir popülizmi de barındıran kötü kamu yönetimi ( yolsuzluklar, görev zararları, gizli açıklar, bütçe dışı fonlar vb.) ve büyük bütçe açıklarının sonucu olan kamu borç stokundaki artış rol oynamıştı. 1997-1998 döneminde IMF-Dünya Bankası desteğinde uygulanan Enflasyonla Mücadele Programı 2001 krizine yol açınca hazırlanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (Derviş reformları) önceliği “kamu borçlarının çevrilmesine ve borçlanmanın sürdürülebilirliğine” ve “bankacılık kesiminin yeniden yapılanması”na verdi. Programın başarısı biri fiyat istikrarını sağlamak ve diğeri Türkiye’ye sermaye akışını başlatmak koşuluna bağlıydı. Krizin yönetiminde belirleyici olan IMF-Dünya Bankası programları takip eden yıllarda kamu borcunun düşürülmesi, bankacılık kesiminin yeniden düzenlenmesi ve fiyat istikrarını sağlamada göreli bir başarı gösterse de programı uygulamanın toplumsal maliyeti büyük oldu ve araya giren erken genel seçim sonrasında kriz koşullarını fırsata çeviren AKP iş başına geldi. Yeni iktidar bu programı hiç kesintiye uğratmadan 2008 yılına kadar uyguladı. IMF desteğinde sağlanan dış krediler, AB uyum yasaları vb. sonucu 2008 yılına kadar ekonomide hızlı bir toparlanma oldu. Ancak Türkiye 2000’li yıllarda giderek sıklaşan dış şoklar ve krizlerle baş etme konusunda esnekliğe ve dayanıklılığa hiçbir zaman sahip olamadı.

2001 krizinin ardından uygulanan programın ekonomiye getirdiği göreli istikrarın yüksek faizleri düşürdüğü ve enflasyonun gerilediği konjonktüre, tam da bu dönemde dünya ekonomisindeki likidite bolluğunun eşlik etmesi yeni bir dönemi başlattı. Kapitalizmin tarihindeki en büyük krizlerden biri olarak nitelenen, 2008’de patlak veren finansal kriz 1990’larda oluşturulan finansal mimarinin çökmesine yol açmış, kısa sürede dünyanın geri kalanına da yayılmıştı. ABD-Fed’in parasal genişleme/miktarsal kolaylaştırma politikasının faiz oranlarını sert bir şekilde düşürmesiyle uluslararası likiditenin bollaşması bu konjonktürün asıl belirleyeni oldu. Aralarında Türkiye’nin de olduğu çevre ülkeleri ve “yükselen piyasa ekonomileri” kendisine yüksek karlı yatırım alanı arayan dış kaynaklı sermayenin çekim alanına girdiler. Bu ülkelerde ekonomik büyüme dış kaynak girişlerine dayalı olarak gerçekleşti. Bollaşan ve ucuzlayan finansman kaynaklarının etkisiyle Türkiye’de hane halkı ve şirketlerin kredi talebi patladı ve ekonomi iç talep çekişli bir büyüme sürecine girdi. 2002-2009 arasında ortalama yüzde 4.9’luk yüksek büyüme oranına böyle ulaşıldı. Dövizin ucuz tutulması ile bir yandan enflasyonist baskıları hafifletmeyi, diğer yandan ithalat maliyetini düşürerek tüketim ve yatırım harcamalarını artırmayı hedefleyen AKP hükümeti,  çok yüksek reel faizler sunarak küresel sıcak parayı çekip sanal bir büyüme mucizesi yaratmak peşindeydi (Yeldan, 2018). Düşen faiz oranı ve ucuz dövizle elde edilen yüksek büyümenin (potansiyel büyüme oranı kadar) gerçekleşmesinde özelleştirilen kamu işletmelerinin satışından (30.7 milyar dolar) ve dış borçlanma artışından  (139.3 milyar dolar) sağlanan toplam 170 milyar dolarlık ek kaynak girişi etkili oldu (Egilmez, 2018) . Bu konjonktür 2008 ( yüzde 0.8) ve 2009 ( yüzde -4.7) yıllarında kesintiye uğrayınca GSYH ve dolayısıyla kişi başına gelirde ciddi bir düşüş gerçekleşti.

Ekonomi 2010’da (yüzde 8.5) ve 2011’de (yüzde 11.1) büyümenin ivmelenmesiyle 2010-2017 döneminde ortalama yüzde 6.9’luk bir büyümeyi yakaladı ve potansiyel büyüme oranının üzerine çıkıldı. Bu dönemde büyümenin ivmelenmesinde özelleştirmelerden (30.3 milyar dolar) ve dış borçlanmadan (184 milyar dolar) olmak üzere sağlanan toplam 214 miyar dolarlık dış kaynak girişinin payı büyüktü. Türkiye 2003-2017 arasındaki on beş yıllık dönemde özelleştirmeler, iç ve dış borçlanma yoluyla toplamda 510 milyar dolar dış kaynak kullandı (Egilmez, 2018). Bu konjonktür 2013 sonrasında Fed’in para politikasını değiştirerek, bu defa parasal daralmaya/miktar sıkılaştırması uygulamasına ve sermaye hareketlerinin sert şekilde yön değiştirmesine kadar devam etti. Uygulanan dış finansmana dayalı neoliberal/popülist büyüme modelinin 2013 sonrasında sürdürülemez hale gelmesiyle Türkiye krizin giderek derinleştiği yeni bir evresine geçti (Akçay,2018). ABD ekonomisinde yaşanan toparlanmanın ardından yaşanan ve küresel sermayenin/uluslararası rezerv paranın likiditesinde azalmaya yol açan bu yön değişikliği en çok sermaye girişlerine bağımlı, özellikle cari açığı yüksek, ithalata bağımlı Türkiye gibi ülkeleri etkiledi. Bu ülkelerin sorunları daha da ağırlaştı. Ekonomide büyüme ivmesinin yitirildiği bu dönemde Türkiye’nin içine girdiği yapısal kriz Gezi olayları ile başlayan ve 24 Haziran seçimlerine kadar uzanan, arkasından rejim değişikliği ile son bulan siyasal istikrarsızlık dönemini başlattı ve kısa zamanda toplumsal/siyasal bir krize dönüştü. Siyasal koşulların değişmesiyle kriz yönetimi önceki krize oranla giderek zorlaştı…

Türkiye son kırk yılda dünya ekonomisinde yaşanan eğilimlerden bağımsız olmayan bir değişim/dönüşüm sürecinin içerisinde olmuştur. Türkiye’nin krizini küresel kapitalizmden bağımsız olarak anlayamayız. Sermaye birikimi zayıf, yeterince üretemeyen, üretkenlikle ilgili sorunları olan, üretim teknolojileri geri ve küresel finans kapitalizmine dış borç bağımlısı olarak eklemlenen ülkeler küresel kapitalizmin yaşadığı durgunluk ve mali krizlerinden çok kolay etkilenmektedir. Bununla birlikte bugün yapısal olarak koşulları olgunlaşan kriz Türkiye’nin yıllardır çözemediği için kronik bir hal alan kendi içindeki sorunlardan kaynaklanıyor. Üretmek için yüksek oranda ithalata bağımlı olan ve kalkınmasının finansmanını spekülatif sermayeye bağımlı hale getiren Türkiye büyümesini 2000’li yıllarda dış finansmana dayalı bir model ile ve dışarıya sürekli kaynak aktararak sürdürmüştür. Reel ekonomiden kopuk, yeteri kadar üretip değer yaratamayan, sanayisi aşınmış ve finansal kapitalizmin büyüsüne kapılmış Türkiye kapitalizminin güncel ekonomik krizinin arka planında sanayileşmekten uzaklaşması bulunmaktadır. 1980’lerde ticaret ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle başlayan, 1990’larda tam serbestleşmeyi gerçekleştirdikten sonra, 2000’lerde küresel finans sermayesinin yörüngesine girerek büyümesini dış kaynak kullanımına dayandıran Türkiye geçmişte toplumsal bir amaç olarak benimsediği sanayileşmekten uzaklaşmış, hızla sanayisizleşmiştir. Ekonomik büyümenin itici gücü olan imalat sanayinin 1990’larda milli gelir yüzde 24’lerde olan payının bugün yüzde 15’e kadar gerilemesi bunu doğruluyor. 1990’lardan bu yana kalkınmasının finansmanını spekülatif sermayeye bağımlı hale getiren dış finansmana dayalı bir model ile sürdüren Türkiye 2000’li yıllarda sanayi politikasını uluslararası meta zincirleri üzerinde, dışa bağımlı, dışarıya sürekli kaynak aktaran bir üretim/ imalat üssü haline gelmeye odaklayan anlayış üzerine inşa etmiştir (Eser,2019).

2000’li yıllar gelişmekte olan birçok ülkelerin (Arjantin, Meksika, Brezilya, Hindistan) sanayisi henüz olgunlaşmadan ve belli bir büyüklüğe ulaşmadan finans odaklı, hizmet sektörüne dayalı büyümeyi tercih ettiği yıllardır. Sanayisizleşme kaynakların üretken yatırımlardan uzak, sanayi dışındaki faaliyet alanlarında ve ticarete- konu olmayan inşaat ve hizmet sektörlerinde kullanmasından kaynaklanmaktadır. Finans odaklı bu büyüme modeli ile dışa açılan ve ulusüstü şirketlerin yönettiği üretim/meta zincirlerine eklemlenerek uluslararası işbölümüne katılan ülkeler gibi Türkiye’de sanayileşme perspektifini büyük ölçüde bu dönemde kaybetmiştir.

Ekonomide sektörel göreli fiyat yapısı ve kaynak tahsis mekanizmaları, buna bağlı olarak büyümenin niteliği ve yapısal kaynakları, hane halkının tüketim biçimi ve ulusal gelirin bölüşümü bu yıllarda büyük ölçüde değişmiştir (Guncavdı, 2019). Ucuz borçlanmanın ve finansal yatırımların çekiciliğine kapılan “yerli ve milli” sermaye sektörel önceliklerini değiştirerek yatırımlarını yüksek getirili faaliyet dışı alanlara (arazı/arazi spekülasyonuna, finansal rantlara vb.) kaydırmıştır. Kaynak tahsisleri yurtiçinde katma değer yaratan, inovatif-teknoloji geliştiren uzun vadeli sanayi yatırımları lehine değil, inşaat, finans ve hizmetler gibi ticarete- konu olmayan, üretken kapasiteye katkısı az, döviz kazandırma potansiyeli zayıf, görece düşük katma değer sağlayan sektörlere kaymıştır. Ekonomide kaynak kullanım tercihlerini ve yatırımcı davranışlarını sanayi aleyhine değiştiren bu eğilimin sürmesinde dönem boyunca uygulanan düşük faiz, yüksek döviz kuru/değerli TL etkili olmuş, yaratılan satın alma gücü ile yüksek büyüme hızına ulaşılmıştır. Kur ve faiz politikalarıyla desteklenen,  büyük kısmı dışarıdan kısa vadeli kaynak/borç bulmaya dayalı bu birikim-büyüme modeli, küresel sermaye akımları kesintiye uğramadığı ve dışarıdan borçlanma mümkün olduğu sürece çalışmıştır.

Türkiye’nin iç talebe dayalı, finansmanı dışarıdan sağlanan mevcut birikim-büyüme modelinin bugün sınırlarına gelinmiştir. Türkiye kapitalizmi yeteri kadar üretemediği, değer yaratamadığı ve büyüyemediği için döviz açığı vermekte ve sürekli borçlanmaktadır (Başkaya,2018).  Türkiye  “düşe kalka” (muddle-through) büyüyor ve yarattığı krizlerin üstesinden gelemiyor. 2000’li yıllarda uygulanan arsa/arazi rantlarının ve finansal rantların paylaşımına dayalı bu büyüme modeli bugün kredi kanalları/ borçlanma olanakları kapandığı, krizin gelir düzeyini düşürmesine bağlı olarak dış talep azaldığı için artık politik olarak mümkün ve sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır.  Ekonominin üretim kapasitesini artırmayan mevcut büyüme modeli yalnız sermaye birikimini aşındırması bakımından değil, yol açtığı borçlanmaya dayalı tüketim, sosyal-sınıfsal gelir eşitsizliği ve ekolojik yıkım (arazi rantları, toprak yağması) nedeniyle de sürdürülebilir değildir.

2019 yılına girerken tablo şöyle özetlenebilir : 

Ekonomik büyümenin birikim tarzına ilişkin bir kavram olduğu düşünülürse, Türkiye kapitalizmi ekonomide sermaye birikiminin sürdürülebilmesini ve krizden çıkışı sağlayacak büyüme modelini henüz ortaya koyabilmiş değildir. Eskiyen birikim rejimi uygulanmaya devam ettikçe sorun yaratmaktadır. Geçmişte gelişmiş/merkez ülkelerden kaçan sermayenin desteklediği, kredilere/dış kaynak girişine dayalı gerçekleşen büyüme bu kanalların kapanmasıyla artık sürdürülemiyor.

Yabancı yatırımcıların ilgisini yeniden bizim gibi ülkelere çekmek ve küresel piyasalardan borçlanmak artık eskisi gibi kolay olmayacak. Gelişmiş ülkeler ve “yükselen piyasa ekonomileri”nin durgunluk döneminden çıkamamaları nedeniyle ihracat da artık büyümeyi desteklemiyor. İhracata dayalı büyüme için gereken üretkenlikle ilgili sorunların önüne geçilmiş değil.  Sanayi üretimi ve ihracatın yapısı yüksek oranda ithalata bağımlı. Hızla bozulan kurumlar ise (yargı, eğitim, adalet vb.) istikrarlı bir büyüme için artık kapasite oluşturamıyor.

2018 yılında yaşanan kur şokuyla enflasyonun sıçraması sonucu yurtiçi yerleşiklerin tasarrufları reel olarak gerilerken, finansal varlıkları da erimiş durumda. 2017’de 500 milyar dolar olan toplam finansal varlıkların değeri 2018’de yüzde 18 azalışla (88 milyar dolar) 412 milyar dolara geriledi (Habertürk/08.01.2019).  Bu sermaye birikiminin ve ulusal servetin aşınması anlamına geliyor. Yurt içi tasarrufların gerilediği, sermaye birikiminin aşındığı bu konjonktürde yüksek faizlerle yatırımları canlandırmanın önünde engeller bulunuyor.

Şok kur artışı ithal girdi maliyetlerinin ardından gelen yüksek faiz artışı maliyetleri artırmış, bu artış fiyatlara yansıyarak enflasyonu (yüzde 20.8) yükseltmiştir. Geniş halk kitlelerinin satın alma gücünün azalmasıyla ortaya çıkan iç talepteki daralma/durgunluk ise üretimde düşüşe ve işsizlikte artışa ( yüzde 11.3) yol açmıştır. Toplam 550 milyar TL ile GSYH’nın yüzde 17’sine ulaşan hane halkı borcu ilk defa bu kadar yüksek düzeye ulaşmıştır. Emeğin katma değer içindeki payı azalmış, ekonominin hızlı büyüdüğü yıllarda en büyük payı emek-sermaye arasındaki bölüşüm ilişkilerinin bozulmasıyla “yerli ve milli” finans ve inşaat sermayesi almıştır. Krizin maliyetinin ücretlerin baskılanması ve esnek istihdam politikalarıyla  önümüzdeki dönemde emekçi kesime çıkarılmasını bekleyebiliriz.

Geçmişte çarpan etkisi yaratarak büyümeyi destekleyen inşaat ve hizmet sektörleri durgunluk içindedir. Buna karşın potansiyel büyümeyi yukarı çekecek ve üretkenlik artışı sağlayarak istikrarlı/kalıcı bir büyümeyi sağlayacak sanayi sektöründe kapasite kullanımı düşmüş, belirsizliğin yükselmesiyle yatırım ortamı kaybolmuş, üretim yavaşlamıştır. Bilançoları bozulan ve finansman ihtiyacı had safhaya varan şirketler için kaynak bulmanın maliyeti çok yüksektir. Kur artışının etkisiyle reel sektörün net döviz borcu 200 milyar dolara, kambiyo zararı ise 320 milyar dolara ulaşmış, tahsili gecikmiş alacaklar, karşılıksız çek tutarları, protesto edilen senetlerin tutarı 2018 yılında 67 milyar TL’ye yükselmiştir (Habertürk/08.01.2019). 2002 yılında 43 milyar dolardan 2018 sonunda 7 kat artarak 305 milyar dolara ulaşan şirket borçları yeniden yapılandırılmakta, sermaye yapıları bozulan ve kredilerde geri ödeme sorunu yaşayan bankacılık kesiminin sermayelendirilmesine çalışılmaktadır.

Dış borçların milli gelire oranı hala yüzde 50 gibi kritik bir eşiktedir. Ekonomideki daralmanın etkisiyle cari açık düşmüş ve dış finansman ihtiyacı azalmış görünse de 2018 yılı sonunda 448 milyar dolara ulaşan dış borçlar ( yüzde 68’i özel kesimin sırtında) ve cari açık nedeniyle dışarıdan 190 milyar dolarlık kaynağa ihtiyaç duyulmaktadır. Döviz darboğazının ihracatta en büyük payı oluşturan ülkelerdeki durgunluk göz önüne alındığında ihracat kanalından sağlanacak büyüme ile aşılması da olanaklı görünmemektedir. Üstelik enflasyon-kur sarmalına girmiş ekonomide para ve maliye politikaları da çalışmamaktadır. Durgunluktan çıkmak ve tıkanan iç piyasayı canlı tutmak ve uzun süredir uygulanan popülist politikalara kaynak yaratmak için tasarlanan, böylece tıkanan inşaat-ticaret eksenli büyüme modeline ( ”yerli ve milli ekonomiye) devlet eliyle kaynak pompalamak için kullanılan fonların ( Kamu-Özel İşbirliği modeli, Varlık Fonu, Merkez Bankası karının Hazineye devri vb.) bu sorunları çözmesinin ne kadar mümkün olacağı önümüzdeki süreçte görülecek..

2019 yılında gerçekleşmesi beklenen düşük büyümenin ve yol açacağı yüksek orandaki işsizliğin ne tür toplumsal/siyasal sonuçlarının olacağını kestirmek şimdiden güç. Türkiye’nin bir kez daha IMF’nin kapısını çalması büyük olasılık. Sıkı para ve maliye politikasıyla ücretlerin baskılanmasının, satın alma gücünün gerilemesinin ve (sosyal içerikli olanlar dahil) kamu harcamalarının azaltılmasının siyasal iktidara maliyeti epey yüksek olacak. Sağlanacak dış kaynak girişinin geçmişte uygulanan “istikrar programları”nı çağrıştırdığı düşünülürse, IMF programına geniş halk kesiminin tepkisi AKP iktidarına yaklaşan yerel seçimlerde oy kaybettirmesi mümkün. Yaşanan krizin maliyeti bu nedenle siyasal iktidar tarafından henüz kimseye çıkarılmış değil.  Şimdilik.  

Yararlanılan kaynaklar:

  1. IMF, World Economıc Outlook, (Dünya Ekonomik Görünümü Raporu),  January 2019   
  2. Yeni Ekonomi Programı (Orta Vadeli Program) ( 2019-2021) 20.09.2018.
  3. Erinç Yeldan  “Ekonomide doğrular ve yanlışlar”, Cumhuriyet, 23.05.2018 
  4. Fikret Başkaya  “Sadece ekonomik kriz değil komprador rejiminin krizi”, Birgün Pazar, 11.11.2018.
  5. Mahfi Eğilmez  “ Son 16 yıl ve 2018 falı”, www.mahfiegilmez.com, 14.05.2018
  6. Mahfi Eğilmez “Bu kez geçmişi de sattık”, www.mahfiegilmez.com,  18.05.2018
  7. Öner Güncavdı “Büyümedeki sıkıntıların nedeni konjonktürden ziyade yapısal nedenlerdir!” İktisat ve Toplum, 2019, Ocak, Sayı 99. 
  8. Ümit Akçay “2018-2019 krizinin aşamaları”, https://www.gazeteduvar.com.tr, 18.12.2018, erişim 20.01.2019
  9.  Ümit Akçay “2018 krizinin ekonomi politiği”,14.08.2018 https://www. gazeteduvar. com.tr, erişim 22.08.2018
  10. Uğur Eser “ Sanayi politikası olarak meta zincirleri ya da meta zincirleri üzerinde sanayi(siz)leşmek”, İktisat ve Toplum, 2019, Şubat, 100. sayı (yayınlanacak)

Takvim

Ocak 2019
P S Ç P C C P
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  

timeline

Aylık

ÖZGÜR ÜNİVERSİTE YOUTUBE