Cumartesi , 21 Aralık 2024

“Hukuk reformu” mu dediniz? – Fikret Başkaya

                                                                               “Hiç bir şeyi değiştirmemek için, her şeyi                                                                          değiştirmek gerekiyordu”

                                                                                              Sicilyalı Prens Lampedusa

AKP yeni bir “hukuk reformuyla” daha gündemde. Reform dendiğinde ekseri hayırlı bir şey yapıldığı, yapılacağı beklentisi vardır. Reform demek, mevcut olana, var olana yeni şekil vermek, yeni biçim vermektir… Oysa, yapılan değişikliğin daha iyi olacağına dair bir kesinlik yoktur… Tam tersine daha da kötüleşme olasılığı yüksektir… Eğer öyleyse, “kim neden bu işe girişiyor, kim yeni biçim, yeni şekil vermek istiyor? sorusunun sorulması gerekmez mi?… Tabii, “her söz her ağıza yakışmaz” da denmiştir… Bu reformu yapan, bu ülkede zaten son derecede güdük olan sınırlı hakların ve hukukun köküne kibrit suyu döken Politik İslamcı AKP değil mi? Hukuk alanında atacağı her adım, iktidarını pekiştirmek, ömrünü uzatmak içindir ve başka türlü olması asla mümkün değildir… Önceki ‘hukuk reformlarını’ hatırlayın, yapılacak olanın ne anlama geldiğini anlarsınız…

Bir yasanın nasıl olduğu, neyi içerdiği kadar, o yasayı kimin, kimlerin yaptığı da önemlidir… Bir yasayı çıkaranların her zaman o yasaya uyma zorunluluğu da yoktur… Türkiye  son denemde yaşanan içler acısı durum, sadece yasaların yetersizliğiyle açıklanamaz… Mevcut yasalara uymayanların yenisine uyacağının bir garantisi var  mı? Elbette “iyi” bir anayasaya ve yasalara sahip olmak önemlidir ama yeterli değildir… Yasalar doğrudan halk tarafından yapılıncaya,   sahipleninceye, uygulanıncaya kadar sorun çözümsüz olmaya devam eder… Geçerli egemenlik sisteminde yasalar mülk sahibi egemenler adına, onların ideolojik uşakları tarafından yapılıyor. Pek itibarlı hukuk otoriteleri, hukuk profesörleri, ‘duayen’ denilen uzmanlar ve burjuva politikacıları tarafından yapılıyor… Ezilen-sömürülen sınıflar hiç bir zaman işe karıştırılmıyor… Zaten onlara karşı yapılıyor…   

Burjuva hukuk sisteminde şöyle genel bir pratik vardır. Kanunun başında veya birinci maddesinde bir hak tanımlanır, izleyen paragrafta, veya maddenin devamında geri alınır… İnsanlar ekseri maddenin başına bakar… Mesela cunta Anayasası’nın 130’uncu maddesi şöyle: “Üniversiteler ile öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında bulunabilirler. Ancak, bu yetki, Devletin varlığı ve bağımsızlığı ve milletin ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhinde faaliyette bulunma serbestliği vermez”.  ‘Serbestçe’ bir araştırma yaptım, başlığı Paradigmanın İflası’ olan bir kitap yazdım, üniversiteden kovuldum ve hapse atıldım’…  

Bir seferinde de bu sefer bir yazımdan hapisteydim. Ceza aldığım madde değiştirildi, daha doğrusu maddeye dokunuldu. Kanun kabul edildi. Ertesi gün gazeteler haberi “demokrasinin zaferi”, “düşünce özgürlüğünün önünde bir engel kalmadı”… şeklinde duyurdular… Eğer gerçek durum gazetelerin yazdığı gibi olsaydı, infazın durdurulması ve hapisten çıkmam gerekirdi… Oysa, ‘reformla madde daha da ağırlaştırılmıştı… Aslında burjuva hukuku denilen, topluma tuzak kurmaktan ibarettir ama retorik farklıdır…

2010’da bir Sosyal Güvenlik Reformu yapıldı. Dönemin başbakanı:  “Türkiye Reformla Çağdaş, Kaliteli, Hızlı, Eşitlikçi ve Adil bir Sosyal Güvenlik Sistemine Kavuştu” dedi… Aslında reformla, çalışanların bir çok kazanımı ortadan kaldırılmıştı… Amaç, neoliberalizmin bir gereği olarak, Sosyal Güvenlik Sistemini hizaya getirmekti… Mesela şimdilerde gündemde olan EYT’liler reformla kazanılmış haklarından olmuşlardı… Aslında o ‘reformla’ Sosyal Güvenlik Sistemini, piyasalaştırmayı/özelleştirmeyi amaçlanıyordu… Maalesef Sonunda kuşa çevirmeyi başardılar… O yüzden EYT’liler yaşa değil, neoliberalizm şampiyonu AKP’nin kurduğu tuzağa takılmışlardı…

Sadede gelirsek. İfade özgürlüğüyle ilgili yapılmak istenen değişiklik, 3713 Sayılı Terörle Mücadele Yasasının 7. maddesinin 2. fıkrasına eklenen şu cümleden ibaret: ” Haber verme sınırını aşmayan veya eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz”…  Aslında cunta Anayasasında ve Türk Ceza Kanununda (TCK], bundan daha fazlası var ama uygulanmıyor, bir işe yaramıyor!… Zira, kanunlardan önce zihniyetin değişmesi gerekiyor… Zihniyetin değişmesindeki en büyük engel de devletin kutsal sayılması… Devletin kutsal sayıldığı yerde hiç bir zaman özgür düşünceye, özgür tartışmaya, radikal eleştiriye yer yoktur… Devletin kutsal sayılması da bu ülkede hiç bir zaman bir modernite devriminin yapılmamış, bir ‘aydınlanmanın’ yaşanmamış olmasının sonucudur…

Başka türlü söylersek, Eski Rejimden [ Ancien Régime] bir kopuş olmadı… Eski Rejimin geleneksel ideolojisiyle bir hesaplaşma gerçekleşmedi… İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş bir darbeyle oldu… Oysa darbeyle yeni bir şey yapılmazdı… Şeylerin biçimi, görüntüsü değişebilirdi ama özü aynı kalırdı… Velhasıl, Padişah’ın kulu Cumhuriyetin vatandaşı olamadı…Yakın zamanda yayınlanan bir araştırmada [ankette], “Türkiye’nin en önemli sorunu nedir? sorusuna verilen cevapta: “demokrasi, hak, hukuk, adalet” diyenlerin oranı %2,9… Tabii böyle olunca öyle kanunlar da çıkarılıyor ve rahatlıkla uygulanabiliyor… Bu, insanların özgürlük diye, adalet diye, sosyal eşitlik diye, demokrasi diye bir kaygılarının olmadığı demeye gelir… Aksi halde gereğini yaparlardı…  

Elbette bunları söylemek, hukukçu taifesinin  vebalini hafife almak değildir. Burjuva yasaları ileri derecede bir muğlaklık içerir ve bu bilinçli olarak yapılıyor… Bu durum karar verici hakimler için bir dezavantaj niteliği taşır ama pekala iyi yetişmiş bir hakim onu sanık lehine bir avantaja da dönüştürebilir… Burada tam tersi oluyor. Yargıçlar, mahkemeler yangına körükle gidiyor…

İşte size bu konuda bir örnek: 1990’lı yılların ortalarında Gazi Antep’te  15 günlük bir gazete yayınlanıyordu. Bir gün, gazetenin genel yayın yönetmemi bana telefon etti… Ankara’ya gelip benimle bir röportaj yapmak istiyordu… “Şu gün, şu saatte Özgür Üniversite’de bekliyorum” dedim… Geldi ve uzunca bir söyleşi yaptık. Bana sorulan sorulardan biri de ‘Sivil Toplum Örgütleriyle” ilgiliydi… Ona, “aslında biri yukardan, diğeri aşağıdan iki türlü STK vardır… Yukardan STK’lar oligarşinin hizmetindedir, misyonları sömürü düzenini meşrulaştırmaktır… Bizim için önemli olan aşağıdan STK’lardır… Yukardan STK’lar aslında toplumu depolitize etmenin, apolitize etmenin araçlarıdır…” demiştim… Bir kaç hafta sonra masamın üstünde bir sarı zar… Adana Devlet Güvenlik Mahkemesinden (DGM) geliyor… Hakkımda dava açılmış… Sebebini her halde merak ediyorsunuzdur… Apolitizasyon’da, Apo geçiyor ve Abdullah Öcalan imâ ediliyor, dolayısıyla Terör Örgütünün Propagandası Yapılmıştır diye dava açılmış…

O bitip-tükenmeyen duruşmalarda apolitizasyonun ne demek olduğunu anlatmak için neler çektiğimi bir tek ben bilirim… Bunun ‘ademi merkeziyetçilikte’ olduğu gibi, bir kelimenin karşıt anlamlısı olduğunu soylu Türk yargıcı bir türlü anlamak istemiyordu… İyi de bu adamlar/bu kadınlar bir hukuk fakültesinde dört yıl eğitim görüp, hukuk diploması almamışlar mıydı?

Öyle görünüyor ki, kanunları yapanlar değişmedikçe, şeylerin seyrinde de bir değişiklik olmayacak… Tabii, kanunları yapanların değişmesi de sistemi radikal olarak değiştirmeden, radikal bir devrim olmadan mümkün değil…   

Takvim

Ekim 2019
P S Ç P C C P
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  

timeline

Aylık

ÖZGÜR ÜNİVERSİTE YOUTUBE