İklim Zirveleri birbirini izliyor, bilim insanları uyarılarını artırıyor ve atmosfer ısınmaya, iklim krizi ve ekolojik yıkım derinleşmeye devam ediyor. Birleşmiş Milletler Örgütü ilki 1972’de Stockholm’de olmak üzere “Çevre ve Kalkınma Zirleri’ düzenliyor ve şeyler çığırından çıkmaya devam ediyor… Velhasıl, söylemle gerçek durum arasındaki uyumsuzluk büyüyor…
Yeryüzünün egemenleri, küresel oligarşi densin, bu durumdan yoksullaştırılmış ülkeleri [şimdilerde onlara Güney deniyor] ve onların çok doğuran kadınlarını, ‘hızlı nüfus artışını ve bir bütün olarak, sıradan insanları günah keçisi ilan ediyor… Oysa, atmosferin ısınmasının, iklim krizi denilenin asıl nedeni fosil yakıtların aşırı kullanılması… Malûm, atmosfere karışan karbondioksit [CO2], metan gibi gazlar bir sera etkisi yaratarak atmosferin ısınmasına neden doluyor. Atmosferin ısınması da sayısız kötülükleri tetikliyor…
Daha baştan şunu söyleyebiliriz ki, nüfus artışı ve tüketim artışı, tek başına fosil enerjilerin aşırı kullanımını açıklamak için yeterli değil. 1820 ve 2017 aralığında dünya nüfusu 7,5 kat arttı, 1 milyardan 7,5 milyara yükseldi. Buna karşılık CO2 emisyonu da tam 600 kat arttı… Bu rakamlar bir şeyler söylemiyor mu? Peki, neden öyle oldu denirse, neden çok açık: Kâr yarışı, sınırsız üretim, sınırsız büyüme, sınırsız sermaye birikimi ve sürecin tüm dünyayı kapsar hale gelmesi, moda tabirle globalleşmesi, işte böyle bir tablo ortaya çıkardı…
Aslında rakamlar resmi netleştirilebilir. Bu dünyada en zengin %1, geri kalan %99 kadar servete sahip… Bu durumun sadece sosyal sonuçları yok, ekolojik sonuçları da var. En zengin %10 atmosferin ısınmasına neden olan karbon gazı [CO2] emisyonunun %50’sinden sorumlu… En yoksul %50 de sadece %10’undan… Kaldı ki, geride kalan bir kaç on yılda nüfus artışının düşük olduğu zengin ülkelerde gaz emisyonu daha çok artıyor. Buna karşılık nüfus artışı oranı yüksek yoksul ülkelerde daha düşük. Nitekim, dünyanın en yoksul altı da birinin [1/6] -ki, bu bir milyardan fazla insan demektir- gaz [CO2] emisyonu sıfıra yakın! Besbelli ki, burada temel bir çelişki var. Nitekim, yaşanılan yere göre modern enerji kullanımı 1 ile 2000 kat arasında değişiyor… Bu, kimileri
[zenginler], başkalarından -yoksullardan- iki bin kat fazla enerji kullanıyor demek… İşte saçmalık da, temel çelişki de burada: Bu dünyanın yoksullarının ve en yoksullarının iklim değişikliğindeki sorumluluğu çok az ama, maalesef iklim değişikliğinin ve genel olarak ekolojik bozulmanın olumsuz sonuçlarına en çok maruz kalanlar da onlar… Üstelik bir de ‘günah keçisi’ yapılıyorlar, suçlu ilan ediliyorlar…
Kaldı ki, kapitalizm dahilinde nüfus artışı veya ‘aşırı nüfus’ denilen, sebep değil sonuçtur… Dikkat edilirse, her toplumda zenginlerden, varlıklı sınıflardan yoksullara doğru nüfus artış oranı yüksektir. Bu, dünya ölçeğinde de öyledir. Zengin ülkelerden yoksul ülkelere doğru gidildikçe doğurganlık, dolayısıyla nüfus artış oranı büyür… Ve fakat yoksulluğu yaratan da bizzat kapitalist dünya sisteminin ‘merkezini’ oluşturan kapitalist, emperyalist, kolonyalist ülkelerdir… Başka türlü ifade edersek, yaklaşık beş yüz yıldır bu dünyanın beşeri ve doğal kaynaklarını sömüren, yağmalayan, talan edenlerdir… Açlığın, yoksulluğun, sefaletin, iklim krizinin ekolojik yıkımım, sayısız sosyal kötülüklerin, etik yozlaşmanın asıl sorumlusu kapitalizmdir… Dolayısıyla neden söz ettiğini bilmek önemlidir veya ‘şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir…
Sadede gelirsek, neden böyle oldu, neden bir ‘sürdürülemezlik’ tablosu ortaya çıktı, neden insanlığın ve uygarlığın geleceği riske girmiş bulunuyor? Veya yıkım tablosunun geresinde ne var?.. Her hangi bir ‘toplumsal veya doğal olayı veya süreci açıklamak, bilince çıkarmak için bir dizi neden sıralamak adettendir… Aslında bu gereklidir ama söz konusu olguları, süreçleri açıklamak için o kadarı yeterli değildir… Bir de, bir nedensellik hiyerarşisi oluşturmanız, tüm nedenler içinde ‘asıl nedeni’ veya ‘nedenleri’ öne çıkarmanız gerekir…
Atmosfer ısındı demek, gezegenin ateşi yükseldi demektir ama, malûm, yüksek ateş hastalığın asıl nedeni değil, semtomudur, emaresidir… Dolayısıyla, hastalık, kapitalizmin sınırsız büyüme temel eğiliminin, temel dinamiğinin, temel ‘hareket yasalarının’ bir sonucu olarak ortaya çıkıyor… Esasen bu bir sapmadır zira doğada ‘sınırsız büyüme’ diye bir şey yok! Bir çocuk doğar, belirli bir olgunluğa erişinceye kadar büyür ve büyüme durur. Bir kuş yavrusu yumurtadan çıkar, olgunlaşır, büyüme durur. Bir bitki topraktan çıkar, yeşillenir, filizlenir, çiçek açar, tohum verir ve kurur… Atmosfer, sınırsız büyüme, sınırsız fosil yakılması sonucu ısındı ve sayısız olumsuzluklara kaynaklık eder hale geldi…
Sınırsız üretim, sınırsız büyüme, sınırsız enerji [fosil yakıt] kullanımı ve sınırsız tüketimin geçerli olduğu durumda, kapitalizmin kendini yeniden üretme ritmiyle (hızıyla), doğanın kendini yeniden üretme ritmi (hızı) arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor… Zira, bu dünyanın kaynakları sınırlı, sonlu… İşte, şimdilerde başta iklim krizi olmak üzere, yaşamakta olduğumuz sayısız kötülüklerin ve bir sürdürülemezlik durumu veya aynı anlama gelmek üzere bir gezegen riski ortaya çıkmasının asıl nedeni bu…
Nitekim, şimdilerde ‘Dünya Limit Aşımı Günü’ denilen tam da bunu ifade ediyor… Bu, doğanın bir yılda yeniden ürettiğinin ne kadar zamanda kullanıldığını gösteriyor… Mesela içinde bulunduğumuz 2019 yılında, Dünya Limit Aşımı Günü 29 Temmuz’a gerilemiş bulunuyor… Bu, yılın 5 ayını dünyaya, gezegene borçlu geçireceğiz demek! Fakat Türkiye bu alanda yarışı hayli önde götürüyor. Bizde bu yıl Limit Aşımı Günü 27 Haziran… Dünya genelinden 28 gün öndeyiz… Öyle görünüyor ki, bu alanda Türkiye ‘muasır medeniyet seviyesinin önüne geçmiş’… Velhasıl yüzyıllık ‘rüya’ gerçek olmuş…
Öyle bir dünya ki, bireyler borçlu, aileler borçlu, şirketler borçlu, belediyeler borçlu, devletler borçlu, bir büyük borç da doğaya, gezegene… İşte bir sürdürülemezlik veya uygarlık krizi ortaya çıktı derken söylemek istediğim bu…
Zira, bir şey üretmek demek, doğadan bir şey çekmek, azaltmak, eksiltmek demektir ve üretirken de, tüketirken de kirletmek demektir ki, kapitalistler doğaya ve insana verilen zararları hiç bir zaman dikkate almazlar.. Doğayı kirletirler, kaynaklarıtüketirler ama kirletmekten de kâr ederler… Bir kapitalist bir yere diyelim bir fabrika, bir üretim tesisi kurduğunda, yakından geçen nehri kirletir [zehirler], toprağı ve havayı kirletir… O nehrin suyunu içen, o su ile yetişen sebzeleri, meyveleri yiyen, o havayı soluyan insanlar hastalanır. Kapitalist bu sefer de onları ‘tedavi ederek’, ilaç satarak kâr eder… Velhasıl ‘iş bitirici’ kapitalist için kâr etmenin sınırı yoktur… Tüm bu zaman zarfında da ‘ekonomi büyür’… Mülk sahibi sınıfın sözcüleri, burjuva politikacıları, bilimi kendilerinden menkûl burjuva iktisatçıları yüksek büyüme oranlarıyla öğünürler… Zaten ekonomik büyüme burjuva toplumunun, kapitalist toplumun afyonudur… Neyin, neden, nasıl ve ne pahasına büyüdüğü, büyümenin kimin için ne anlama geldiği hiç bir zaman sorun edilmez… Aksi halde bu günkü sefil durum ortaya çıkmazdı…
O zaman haklı olarak, kapitalistler neden başka türlü yapamaz, neden her seferinde daha çok üretmeye ve satmaya mecburdurlar sorusu akla gelir. Başka türlü yapamazlar zira, üretim, vahşi, yıkıcı bir rekabet ortamında gerçekleşiyor… Her bir kapitalistin, kapitalist işletmenin veya sermaye grubunun varlığını sürdürebilmesi, rekabetçi olmaya bağlı. Rekabetçi olmanın koşulu da her seferinde toplam artı-değerden daha çok pay kapmakla mümkün… Bunun için de üretimini sürekli artırması, en ileri üretim tekniklerini üretim sürecine sokması, sermayesini büyütme zorunluluğu var… Aksi halde yarışı kaybeder, sürecin dışına atılır… Başka türlü söylersek kapitalist için ‘durmak’ diye bir şey yoktur… Bana bu kadarı yeter diyemez… O hep ileriye doğru kaçmak zorunda olan biridir… Kapitalist üretim tarzının bu temel eğilimini dikkate almayan hiç bir tahlilin bir kıymet-i harbiye yoktur…
Velhasıl, kapitalizm dahilinde iklim krizi, ekolojik yıkım da dahil, hiç bir sorunu çözmek, süreci tersine çevirmek mümkün değildir… Bu tehlikeli kör gidişi durdurmanın, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmanın yegane yolu, vakitlice kapitalizmden çıkmaktır. Bunun için de komünist bir gelecek perspektifine endeksli, eko-sosyalist bir geçiş sürecine ihtiyaç var… Bunun dışında bir gelecek yok… Bilen varsa söylesin… Öyleyse, küresel işçi sınıfına, yeryüzünün lânetlilerine ve organik entellektülere önemli bir iş düşüyor demektir… Velhasıl, insanlığın ve uygarlığın geleceği onların basireti bağlı olacak…