Giresunda meydana gelen sel felaketinde ölüler ve kayıplar var ! Kentin yaşam alanı neredeyse sıfırlanmış. Yetkililere göre suçlu malum : önlem almayan vatandaş ve sorumsuz davranan toprak. Yani toplum ve doğa. Oysa işin uzmanları farklı şeyler söylüyor : Ormanlar yok edildi , dere yatakları dolduruldu , çarpık kentleşme betonlaşmayı betonlaşmada ölümleri getirdi…
Kent , tarihsel derinlik kültürel çeşitlilik , doğal zenginlik demektir. Bunların kesişme noktasıda : mimarisi, yani kentin kuruluş biçimi. Elbette mimaride bir felsefeyi barındırmak zorunda. Günümüz kentleşme modellerinin mimarisi, neoliberal faşist talan ve yıkımı içermekte. Bu talan ve yıkımın getirdiği rant kavgası sınır tanımaz biçimde kente ve çevresindeki ekolojik dokuya saldırıyor. Bu saldırının sonunda suçu ve suçluyu toplum ve doğada arayan mantık , neoliberal faşizmin ekolojik saldırısının yanında demektir.
Bu güncellenmiş faşizm türü , sermayenin yenilenmiş ihtiyaçları sonucu oluşmuş bir yapı. Bu yapı , örgütlenmiş resmi şiddeti içinde barındırmakta. Bu şiddetin diğer adı : hukuk. Bu sistemde hukuk , hayatta kalana göre belirleniyor. Baskı , şiddet, zulüm , cinayet piyasa fiyatı üzerinden alınıp satılıyor. Hal böyle oluncada çevreye ve doğaya saldırı politikleşiyor, sınıfsal boyut kazanıyor. Politik sınıfsal faşist saldırılara karşı çıkmak , hukuk diliyle – dilekçe, başvuru formu , mahkeme kararları vs – olmuyor , olamazda.
Bu karşı çıkış politik ve sınıfsal olmalı.İşte bu karşı çıkış noktasında, toplumun ve doğanın uzun dönemli çıkarları ile sermayenin kısa dönemli çıkarları arasında derin çatlaklar hatta yarıklar oluşuyor. İşte bu yarıklara sel suları giriyor, köprüler yıkılıyor , binalar çöküyor , asfaltlar yarılıyor , dereler taşıyor…
Yaşanan doğal yıkımlara sermayenin politik sınıfsal neo faşist saldırısı olarak baktığımızda karşımıza başka bir resim çıkıyor. Gelin resme yakından bakalım : Bir kentin planlaması sadece teknik bir uğraş değildir, olmamalıdır. Salt ekonomik kaygılarla , acele biçimde plansız kurulan kentleşme modeli doğal afetler karşısında korumasızdır çaresizdir. Zaten kent planlaması ülke planlamasından bağımsız olamaz ! Kentler yaşanmaz bir hal alıp mütahit kafalı beton yığınlarına dönüşürken , ülkenin günlük gülüstanlık olduğundan söz etmek , kuyruğun kediyi salladığını düşünmekle eş değerdir.
Mafyanın devletleşip, her türlü suçun örtbas edildiği çarpık ilişkiler ağı, çarpık kentleşmeyi doğurduğunda şaşırmamak gerekli. Her türlü kaçakçılığa göz yuman sistem kaçak yapılaşmayıda görmezden gelecektir. Unutmamak gerekir ki günümüzde kentleşme , cinayet ekonomisinin betonlaşmış biçiminden başka bir şey değildir. Bu cinayet ekonomisi içinde kapitalist kentin öldürme biçimleri ortaya çıkar : bina yapımında işçiyi , metro kazasında genci , yoldan geçen yaşlı adamı , doğal afette çiftçiyi , sel baskınında yoksul üreticiyi öldürür.
Kent vasfını yitirmiş kentlerde , klasik faşizmin gaz odalarının yerini güncelleştirilmiş faşizmde menfezler köprüler mezarlığa dönmüş caddeler almaktadır. Bunlara 20 -30 katlı çevresi kameralarla , özel güvenliklerle korunan adına lüks konut denen modern cezaevlerinide eklemeliyiz. Bu yabancılaşma sonundada doğa yaşanan değil , ziyaret edilen bir yer halini almakta.
“… Kentler işgal edilmiş , sokaksız hale getirilmiş.Gürültü ve görüntü kirliliği arabalar sayesinde artmış. Kentlerin göbeğinden otoyollar geçiyor, kentin dokusu bozuluyor velhasıl kent , kent olmaktan çıkıyor…” diyor Fikret hocamız – İklim krizi ve Ekolojik yıkım – adlı eserinde. Çokta doğru söylüyor.
Kentin kent olmaktan çıkmaması ekolojik kentleşme ile mümkün. Ekolojik kent ; depremde selde yerle bir olmayan , köprüleri yıkılmayan , yolları yarılmayan , bitkilerin sadece balkonlarda yetiştirilmediği, hayvanların lanetli olarak görülmediği,dövülmediği, ulaşımın kolay olduğu , her mahallesinde örgütlenme insiyatifinin bulunduğu , yerelin önem kazandığı , yağmanın talanın , rant uğruna kavganın kente uğramadığı bir yerdir…