Son kitabıyla bir kez daha sıradışı konulara ilişkin derinlemesine araştırma yapıp kitaplaştıran araştırmacı Nevzat Onaran ile Koçgiri, Pontos ve Dersim bölgelerinde devletin yürüttüğü eski savaşlarını konuştuk.
– Şimdiye kadar yazdığınız kitapların çoğu, Osmanlıdan bu yana devletin ülkedeki azınlıkların haklarını yok sayma, asimilasyon, sürgün ve gerektiğinde mallarına el koymasına dair meseleleri sorgulayıp irdelemekle ilgilidir. Neden?
Dört kitabımda Türk millî devletinin temellendirildiği ve inşasının tamamlandığı yılları yani 1910’lardan 1940’a kadar olan dönemi çalıştım. Okumalarım çok da öngörerek olamadan Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiğinde yoğunlaştı. İttihatçıların politik faaliyetinin iktisadi boyutunu görmem ve anlamam hayli zaman aldı. Siz de hatırlarsınız ki, Osmanlı niye sanayileşemedi tartışmasının bir maddesi komprador burjuvaziyle emperyalizm ilişkisi ve sairedir.
Komprador burjuvazinin Hıristiyan (ve Musevi) sermayedarla eşitlenmesinin barikatını aşmam da zaman aldı. Osmanlı sermayedara Türk-İslam ve Hıristiyan ayrımı yapılmadan bütünlüklü bakılmadı. Hıristiyan sermayedarı işbirlikçidir analiziyle, Hıristiyan Ermeni ve Rum milletlerin köylüsü de işçisi de aynı kefeye kondu, milleten tasfiye edildiler. 1914-1923 döneminde Hıristiyan milletlerin temizliğini görmedik. Bir asır sonrasında dahi, yeterince tartışamadık ki bir arada yaşamak kültürünü derinleştiremedik.
Oysa Hıristiyanlar sadece demografik yapıdan değil, bunun doğal sonucu olarak iktisadi yapıdan da tasfiye edildi. Hıristiyan’dan alınan mülk, devlet gücüyle Türk-İslam’a verildi. İşlemden dolayı ‘tasfiye’ demiyorum, bilinen adıyla Tasfiye Kanunu denilen kanun da vardı, 15 Nisan 1923’te yeniden düzenlendi ve 26 Eylül 1915’ten 8 Kasım 1988’e kadar yürürlükte kaldı. Araştırmamda iktisadi boyutta böylesine netliğe ulaşmış olmam devam etmemi sağladı.
– Bütün devlet arşivlerinin ilgilenen “herkese açık olduğu” resmen ifade edilir? Oysa olmadığını biliyorum. Mesela 1990 başlarından Başbakanlık Osmanlı Arşivlerine başvurduğumda benden sabıkasız olduğuma dair bir savcılık belgesi istemişlerdi. Her resmi arşivin herkese (mesela Milli Savunma ile İçişleri Bakanlıkları ve Genelkurmay arşivleri gibi) açık olmadığını biliyoruz. Ayrıca mevcut belgelerin bir bölümü de yoktur, “kayıp” veya “kilit” altındadır. Burada ne tür zorluk ve çelişkilerle karşılaştınız?
Baştan şunu söyleyeyim ki, Türk devleti evraklarının şeffaflığından bahsedemeyiz. Geçmişte evrakların temizlendiğine yönelik bir sürü anlatım olunca şeffaf olunmadığıyla ilgili kuşku daha da artmaktadır. Osmanlı ve Cumhuriyet arşivlerine girmek konusunda size göre şanslıyım. Aslında tesadüfen kapıyı çaldım. Öncelikle 1910’lu yılları araştırmaya yoğunlaştığımda Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne mailler gönderdim.
Sonunda bana gönderilen mailde Osmanlı Arşivi adresi İstanbul’da ve Cumhuriyet Arşivi adresi Ankara’da budur denildi, 10 yıl öncesinde. Gittim. Üniversitede tarih okumadığım ve birisi de elimden tutup götürmediği için şanslıydım, iyi ki gitmişim. Benden, sizin bahsettiğiniz sabıka kaydı gibi belge istenmedi. Nüfus cüzdanımla kaydım yapıldı ve arşive giriş için kullanacağım kimlik kartım hazırlandı, bu kadardı.
Araştırdığın konuda arşivde birinci elden devletin belgelerini incelemek çok önemliydi. Üzerine “Gizliliği Kaldırıldı” kaşesi basılan veya basılmayan evraklar elindeydi. Cumhuriyet Arşivi’nde belgeyle ilgili evrakın verilmemesi tüm dosyayı görmeyi engelliyor.
Örneğin Başbakanlık şu tarih-şu sayılı kararnameyi bir sayfa olarak ekranda okuyabiliyoruz ve CD’ye kayıtlı olarak alabiliyoruz, ama kararnamede atıf yapılan diğer evrakları göremiyoruz. Çünkü kararnamenin o evrakları taranıp bilgisayara yüklenmemiş, hiç değilse dosya verilse bahse konu evraklar ekrana yüklenmese de incelemek mümkün olabilirdi.
Türk devletinin askerî-asayiş ve saire faaliyetiyle ilgili araştırma yapacaksan İçişleri Bakanlığı, Millî Savunma Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığı evrakına bakmak isteyeceksen, neredeyse evrakı incelemen mümkün değildir. O zaman geriye Başbakanlık kararnameleriyle Muamelat Genel Müdürlüğü evrakları kalıyor. Muamelat Genel Müdürlüğü evraklarında gelen ve tabi ki seçilip “Gizliliği Kaldırıldı” kaşesi basılan veya basılmayan İçişleri ve Millî Savunma bakanlıklarıyla Genelkurmay evrakını incelemek mümkün olabiliyor.
Yanlış anlaşılmasın, Başbakanlık evrakının tamamı değil seçilmiş olanlar araştırmacıya açıktır. Bugün itibarıyla Devlet Arşivleri’ne teşekkür ederiz Osmanlı ve Cumhuriyet arşivine e-devlet’ten girip araştırma yapmak mümkündür. Bu çok önemli bir imkândır.
Osmanlı ile Cumhuriyet arşivi dışında Genelkurmay’ın ATASE ve bazı kurumların arşivleri var, ama araştırmacı için belirlenen koşullarla aslında “girmen mümkün değildir” deniyor. Hadi araştırma yapmana imkân verildi, ama ciddi bir sorun da evrakların kataloglama işinin İstiklal Harbiyle yani 1922’de bitirilmiş olmasıdır.
ATASE’nin sitesine girip baktığınızda 1922 sonrası evrakların katalog kaydının yapılmadığını göreceksiniz. Neden? İyi niyetli düşünecek olursak para-eleman yoktur ya da evrakların incelenmesi istenmiyor.
Bence ikincisidir. Demek ki bugün itibarıyla 100 yıllık belgeler hâlâ kasada kilitli. Bu mu şeffaflık? Örneğin 1921 Koçgiri, 1921-1922 Pontos, 1930 Ağrı, 1937-1938 Dersim’le ilgili Genelkurmay evrakını niye inceleyemiyoruz? Neden çekiniliyor?
Zaman zaman arşivle ilgili “Bütün arşiv açıktır” açıklamaları yapılır. Belirttim, kurumsal olarak arşivi kapalı olanların yanı sıra örneğin Başbakanlığın kararnamelerinin hepsinin açık olduğunu iddia etmek de mümkün değildir. Bunu Bakanlar Kurulu Kararları Kataloğu taramasından anlayabiliriz.
Kararname/Karar sayıları katalogda yazılı olanlar legal, yazılı olmayanlar illegaldir. İllegal kararnamelerin hukuk devletine ne kadar uygun olduğu tartışması bir yana, katalog incelendiğinde halen “Gizliliği Kaldırıldı” kaşesi basılmayan ve bunun için incelenmeyen kararnamelerin varlığını da tespit edebiliriz.
– Kitabınızın adı, Devletin Dâhili Harbi‘dir. Yani devletin içeride bilhassa azınlıklara karşı yürüttüğü çok yönlü ve ağırlıkla kapsamlı askeri operasyonlar. Maksadınız ve meramınız nedir?
Sizin de hatırlayacağınız gibi Genelkurmay’ın iki çalışmasından bahsedeceğim. Birisi Hamdi Ertuna’nın ve diğeri de Reşat Hallı’nın kitabı. Hamdi Ertuna, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında 24 ve Reşat Hallı, Cumhuriyet döneminde 18 ayaklanma olduğunu yazdı. Çalışmamda bu iki kitabın konu ettiği Koçgiri, Pontos, Sasun ve Dersim’i inceledim.
Zamanla araştırdıkça, “ayaklandılar ya da isyan ettiler” resmî söylemin gerçeğe uygun olmadığı sonucuna vardım. Değindim arşivde inceleme imkânı bulduğumuz evrak sınırlı da olsa sahadaki gerçek, resmî söylemden farklıydı.
Örneğin kısaca değineceğim, resmen Tunçeli denilen Dersim’de üç-dört ilçeyi kapsayan 1 no’lu, 2 no’lu ve 3 no’lu yasak bölge ahalisine uçaklardan bildiriler atılıyor ve yerel unsurlarla haber gönderiliyor: “Köyünüzde, bağınızda, bahçenizde yaşamanız yasaktır.” Devletin gözünde emre uymayıp dağa kaçan “isyan eden” kişidir.
Nitekim dönemin İçişleri Bakanı Faik Öztrak’ın açıkladığı evraka göre, kanlı harekâtın olduğu 1938’de 13.160 Dersimli ve 122 asker-milis öldü ve yakalanan Dersimliler de batı vilayetlerine sürüldü.
Dersim’de binlerce insanın ölmesi ve sürülmesinin sonucu olarak, “Bu nasıl isyandı?” sorusuna cevap aradım. Hatırlarsınız ki 2011’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Faik Öztrak’ın Dersim’de harekâtın sonucunun özetlendiği raporundan bahsetmişti. 2011’den 2021’e, bugünkü hava çok daha kara bulutludur.
– Bu “Harb” konsepti, hangi coğrafyada ve hangi topluluklara yönelik olarak gerçekleştirilmiştir.
Resmen “isyan etti ya da ayaklandı” denilen ahalinin teşkilatıyla lojistiğini ve icra edilen harekâtla sonucunu dikkate aldığımda ya isyan eden ya da ayaklanan olmadığı sonucuna vardım.
“Harekât sahası ahalisinden bazıları silahlı saldırılarda bulunmadı” demiyorum, direniş teşkilatıyla ve lojistiğiyle tüm ahaliyi kapsayan çapta olmadı. Çalışmamda değerlendirdim. Hozat-Ağzunikli ve 1914’te İstanbul’a gelen Haydar Kang, 1949’da TBMM Başkanlığına dilekçeyle başvurdu.
Üç dilekçe daha yazdı. Ancak dilekçesine cevaben hazırlanan evrakları okuyamadı. Çünkü evraklar ‘gizli’ kaşeliydi. Evrakları “Gizliği Kaldırıldı” kaşesinin basılmasıyla okuyabildik.
Haydar Kang’ın dilekçesi ve cevaben hazırlanan evrakları kapsayan dosya, Dersim genelinde mikro vakanın belgesiydi. Haydar Kang dilekçesinde ailesinden 12 kişi olmak üzere 170 Ağzuniklinin öldürülüp yakıldığını ve isim vererek sorumluların yargılanmasını istediğini yazdı.
Ne Başbakanlık ne de Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı cevaben “Yalan” diyemedi. Hatta Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut, 1953’teki cevabi evrakında “Dersim’de harp hükümleri cariydi” diye yazdı.
Bu nasıl harpti ki, köydeki herkes öldürülmüş ve yakılmıştı. İki cephesi olmayan harpti, harekâtı planlayan ve icra eden devletti ve ölenler de vatandaşıydı. Dersim’de ve diğer araştırdığım yerlerde de “tek cepheli harbin icra edildiği” sonucuna vardım.
1938 Dersim’deki harekâtın iki cephesi yoktu ve bu ‘devletin dâhili harbi‘ydi. Devletin dâhili harbi, devletin hedef belirlediği unsura karşı askeri gücünü planlamasıyla kitlesel can ve mal güvenliğini imha etmesiydi.
Bu harp konsepti, Koçgiri’de Kürt Alevi-Kızılbaşlara, Pontos’ta Rumlara, Sasun’da Kürtlerle kırda yaşayan az sayıda Ermenilere ve Dersim’de Kürt/Zaza Alevi-Kızılbaşlara icra edildi. Dersim ahalisinin kimliğini tanımlamayla ilgili tartışmaya girmemek için Kürt/Zaza demeyi tercih ediyorum.
– Ağırlıklı olarak Doğu Karadeniz coğrafyasındaki Rum toplulukların Türklerle birlikte yaşadığı alanlarda meydana gelen Pontos hadisesi, resmi raporlarda nasıl gerekçelendirilmiştir? Kamuoyunun bildiğinden farklı neler var içinde?
Çok milletli Osmanlı’nın yenilgisinin ardından belirsizlik ortamında Anadolu’nun her milleti can derdine düştü. Arayıştaydı. Pontos’ta yani Karadeniz’de çetelerin kapışması vardı.
Öyle ki Osmanlı hükümetinin Mustafa Kemal’i Samsun’a görevli olarak göndermesinin nedeni, Türk-İslam çetelerin Karadeniz Rumlarına yaptığı saldırıyı önlemektir. Bu kadarını söylemekle yetineyim. Karadeniz’de Rum ve Türk-İslam çetelerin birbiriyle çatışması vardır.
Diğer yandan Stefanos Yerasimos’un makalesinden öğreniyoruz ki Rum-Türk federasyonu için görüşmeler de yapılmıştır. Trabzon Metropoliti Hırisantos’un muhatabı Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’den Hafız Mehmet’tir. İlişki derinleştirilemez, 1920 başlarında biter.
Yunanistan’ın 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgali dikkati Anadolu’nun kadim Hıristiyan milleti Rumlarda yoğunlaştırdı. Ankara’nın verdiği görevlendirmeyle Merkez Ordusu Komutanı (Sakallı) Nureddin Paşa’nın Haziran 1921’de ayağını Pontos’a basmadan altı ay öncesinde 12 Ocak 1921’de yayımladığı genelgesinde Rum gençlerin askere alınacağını, Rumların sürüleceğini ve Rumları saklayanların soruşturulacağını ilan etti.
Topal Osman çetesinin de desteğiyle genelgenin gereği Haziran 1921’den itibaren yapıldı. TBMM’de yapılan müzakereden öğreniyoruz ki, Rumlar çoluk-çocuk sürüldü ve resmi raporlara göre 25 bin kişi olduğu iddia edilen Rum çeteleri, 10 bin neferlik Merkez Ordusu ve birkaç binlik Topal Osman çetesi tarafından imha edildi. Hatta 1922 Ocak ayında 45-50 asker öldüren Katil İlyas Çetesi bile affedildi, verilen görevse Rumları vurmaktı.
Sonuç olarak Patrikhane verisi değil Osmanlı’nın 1914 resmî nüfus sayımına göre Karadeniz’de 400 bin civarındaki Rum’dan 20 binin mübadil olarak gitmesinin sonucunda soruyorum, 380 bin Rum’a ne oldu?
– Amasya-Dersim-Sivas-Samsun hattında görevlendirilen Merkez Ordusu komutanlığının Pontos, Koçgiri ve Dersim ahalisine ilişkin tespit ve talimatları/kararları nelerdi?
1920 Aralık-Şubat 1922 döneminde faaliyet gösteren Merkez Ordusu, Koçgiri ve Pontos’ta görevlendirildi. Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa, Koçgiri’ye ayak basmadan üç ay öncesinde 3 Ocak 1921 tarihli genelgesinde Koçgiri’nin demografik yapısının araştırılması talimatını verdi.
İslam ve Hıristiyan nüfusun ne kadar olduğu sorulan emre “Alevi Kürtlerin imhası” ifadesi ekleniyor. Bunu duyan Koçgirili Alevi-Kızılbaş Kürtler kaygılanıyor.
Şubatta Yıldızeli’nden bölgeye gelen bir grupla çatışmanın ardından Mart 1921 başında Ümraniye’de Sivas valiliği heyetiyle Koçgiri heyetinin müzakeresine, Koçgiri heyetinin iki taahhütname imzalamasına ve TBMM Başkanlığına muhtariyet (özerklik) için başvurmasına rağmen Merkez Ordusu. harekâtı planlamaya devam etti.
Biliyoruz ki, muhtariyet başvurusu 1921 Anayasası’nın 11’inci maddesine göre meşru bir talepti. Nisan-Mayıs aylarındaki harekâtla Koçgiri’de taş taş üstünde bırakılmadı.
Yazar Oktay Akbal’ın dedesi Sivas Valisi Ebubekir Hazım Tepeyran’ın anılarında ve TBMM komisyon raporunda yazılana göre 1000 Koçgirili öldü ve 130’u aşkın köy yakıldı-yıkıldı.
Koçgiri harekâtı sonrasında Dersim aşiretlerine yönelik harekât söylemi gündeme gelmesiyle kaldı ve Merkez Ordusu, Ocak’ta belirlendiği gibi Karadeniz’e çıktı. Dersim, 1930’lardan itibaren Ankara’nın gündeminde olup demografik yapıda köklü tasfiye 1938’de yapıldı, köyler haritadan silindi. Resmi rakamlara göre on binlerce Dersimli öldürüldü ve sürüldü.
– Azınlıklara yönelik imha, tehcir, asimilasyon politikaların Cumhuriyet yönetimiyle birlikte başlamadığını biliyoruz. Osmanlının son deminde, bilhassa İttihat ve Terakki devrinde bu konuya ilişkin bazı kararlar alınmıştır. Ermenilerin 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı ticaret hayatı ve maliyesindeki yükselişlerini biliyoruz: Sultan II. Abdülhamid’in akçeli işlerdeki danışmanları arasında Ermeniler de var. Keza Osmanlı emniyeti içinde Ermeni polisleri de görebiliyoruz. Ne oldu da Osmanlı yönetimi, eski siyasetinden vazgeçip panislamcı-pantürkçü bir politika izleme yoluna gitti?
İttihat ve Terakki, 1908’den 1913 Ocak’a kadar çoğulcu bir Meclis’te Rum, Arap, Kürt ve Ermeni mebuslarla birlikte çalıştı. Hatta Dikran Mesrob Kaligian’ın Taşnaklar ve İttihatçılar çalışmasından öğreniyoruz ki, Ermeni sorunu özelinde yapılan müzakere barışla sonuçlanmadı ve masa devrildi. Sonradan İttihatçı hükümetin 8 Şubat 1914’te imzaladığı ıslahat paketi, Birinci Paylaşım Savaşı tamtamları arasında yok edildi.
Birinci Balkan Harbi’nin ardından Ocak 1913 darbesiyle iktidara tek başına sahip olan İttihat ve Terakki, programıyla ve icraatıyla Türkçüdür. Yazar Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler isimli çalışmasında İttihatçıların çizgisindeki bu değişikliği net görmek mümkündür, zaten icrasıyla da sabittir. Osmanlı sisteminin sonucu olarak gayri İslam ahalisi nüfusta azınlık ve ekonomide çoğunluk payına sahiptir.
Mevcut durumu bilen İttihatçılar, dünya savaşı ortamında iktidarda olmanın gücünü Hıristiyanların iktisadi gücünü zayıflatmak ve kaynağı Türk-İslam’a aktarmak için kullandı. İktisadi kaynağın transferinde öncelik demografik yapıda tasfiyeydi. Ege’de ve Marmara’da Rumları kovalama politikası, 1915’ten itibaren Ermenileri tüm Anadolu’dan sürmek olarak icra edildi.
– Bu bağlamda 3 yıl önce yayınlanan “Türk Nüfus Mühendisliği” isimli çalışmanızı nereye oturtuyorsunuz? Rumların “mübadele” ve “Kürt İskanı” politikasını da bu toplumsal mühendisliğin bir parçası olarak mı görüyorsunuz?
Bir asır öncesinde Anadolu, bugüne kıyasla daha çok kimlikliydi. Bazı renkler ya soldu ya da silindi. Evrimleşme sürecinin sonunda böyle kimliksel değişim olmadı. Değişim, 1910’larda İttihatçıların ve 1920’lerden itibaren Kemalistlerin fiilen icra ettiği Türkçü ve tekçi politik devamlılığın sonucuydu. Tekçi politikanın sosyal sorunlarını bizzat yaşayanıyız.
Siz de hatırlarsınız ki, Türkçü resmî bakışın netlikle ifade edildiği 1934’teki İskân Kanunu’yla Türkiye nüfusu ve haritası derin analize tâbi tutuldu ve yerleşik hayatın yol haritası çizildi. Analizde temel prensip, Türk ırkından, Türk dilinden ve Türk kültüründen yani Sünni İslam olan veya olmayan ayrımıydı.
Türk Nüfus Mühendisliği çalışmamda, Türk milliyetçiliğinin temel iki unsuru sayılan milleten (etnik açıdan) Türk ve dini açıdan da Sünni Müslüman olma kuralı uyarınca, ötekinin sayılan azınlıkların demografik yapıdan tasfiyesine, imhasına veya asimilasyonuna yönelik politikasını yani “toplumsal mühendislik” faaliyetini analiz ettim. Asırlık icraattan anlıyoruz ki demografik yapıdan Hıristiyanlar tasfiye edilirken İslam milletlerinden Kürtler imha ve asimilasyona maruz kaldılar. Hiç kuşkusuz, Türk-Kürt Alevi-Kızılbaşlar da imha ve asimilasyon politikasının kurbanıydı.
Sonuç olarak Yunanistan’la yapılan mübadele ve Kürtlerin demografik yapısını çözen sürgünden Türkçe eğitimi hâkim kılmaya Atatürk Barajı gibi kapsamlı yatırıma her devlet icraatı temelinde bir mühendislik faaliyetidir.
– Birinci Dünya Savaşı sonrası yenilen Osmanlı coğrafyasında farklı etnik topluluk, milliyet ve azınlıkların kendilerine has bir yönetim hakkı (mahalli idare, muhtariyet, özerklik vs) istemesi siyaset-sosyolojisine aykırı değildir. Bu çerçevede Koçgiri, Sasun, Dersim olaylarında askeri yöntemlere başvurup toplukırım yapılması noktasında, bu üç bölge ahalisinin ortak ve ayrışan yanları nelerdi? Veya her birinin kendine has bir özelliği veya talebi var idiyse, niçin aynı vahim akıbete (imha ve tehcir) uğradılar?
Değindiğim gibi Koçgiri, Sasun ve Dersim’in ortak özelliği milleten ve dinen (etnik ve inançsal açıdan), müesses nizamın kurucu unsuruna göre ‘öteki’ kimlikli olmasıdır. Bu, mevcut evraklar incelendiğinde anlaşılmaz değildir.
Nitekim siz de biliyorsunuz ki, Dersim özelinde gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet döneminde 30’u aşkın rapor hazırlandı. Hepsini incelediğimizde ortak üç noktayı çıkarabiliriz.
Bunlardan ikisi askerî harekât yapılması, eşkıyalığın önlenmesi ve asayiş-güvenliğin sağlanmasıdır. Üçüncüsü Dersim kimliğine yönelik ‘Dağ Türkü’ denilerek dilinin Türkçeleştirilmesi ve dininin Sünnileştirilmesidir.
Sorun ifade edildiği gibi Dersimlinin vergi vermemesi, nüfusunu kaydettirmemesi ve askere gitmemesiyse, bu fiillere göre failin belirlenmesi ve ona göre harekât yapılması gerekmez mi? Bir de o yıllarda vergi vermeme ve askere gitmeme sadece Dersim’in de sorunu değil ki. 1936’da İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, iki çocuğunu nüfusa kaydettirmediğini açıkladı.
Dersimli suçluysa, bakan Şükrü Kaya suçsuz mu? Fiil ve fail ilişkisi dikkate alınmadan tüm Dersimli hedef bilindi. Asıl maksat, medenileştirme gerekçesiyle tüm Dersim askerî harekât sahasıydı. Böylece Dersim’de demografik yapının çözülmesi hedeflendi. Bunun gereği 1938 harekâtı planlandı ve icra edildi.
1925’ten beri yasak bölge ilanıyla hedefteki Sasun ahalisi Kürt olup, Mayıs 1935’te bir köyde hayvanların (vergi almak için) kaydedilmesi sırasında heyetten kaymakam vekilinin öldürülmesinin ardından ilçe tümden harekât sahası oldu. 1938′ gelindiğinde Sasun nüfusunun yarısına yakını tasfiye edildi. Bunun çoğunluk nüfusu garp illerine sürüldü ve aileler 4’er kişi olarak parçalandı.
O yıllarda Sasun’da görevli (eski General ve 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası kurulan Milli Birlik Komitesi başkanı, sonradan senatör olan) Cemal Madanoğlu yazdı anılarında, misafir olunan evde kadına sarkıntılık sonrasındaki çatışmada kaymakam vekili ölmüştür. Hatta köylerdeki 200-300 Ermeni de köyde yaşaması yasak olduğu gerekçesiyle sürülmüştür. Sürülen ahalinin yerine Balkanlardan gelenlerin iskânı hedeflenen boyutta olmamıştır. Yasak bölge ahalisi sürülürken, Balkan muhacir iskânı devletin asıl amacını anlaşılır kılmaktadır.
Araştırmamda anladım ki, devlet nazarında eşkıyalık, vergi vermemek gibi kişisel fiiller, kitlesel kimliğin tasfiyesini yani demografik yapının çözülmesini hedefleyen harekâtın bahanesidir!
© The Independentturkish