A.Ömer Türkeş
Afrika edebiyatının en önemli isimlerinden Ngũgĩ wa Thiong’o, Afrika edebiyatı klasiği sayılan “Bir Buğday Tanesi” adlı romanında Kenya’nın bağımsızlığı sürecini işliyor. Tüm bağımsızlık mücadeleleri gibi, sancılı bir süreç bu. Ancak ulusal bağımsızlık mücadelelerine adanmış romanlara, o türden romanların kahramanlarla dolu destansı yapısına benzer bir hikayesi yok. Sürecin uzun yıllar boyunca İngiliz emperyalizminin baskı, zulüm ve aşağılamalarına maruz kalmış Kenya halkına, bireysel hayatlara yaptığı etkileri ele almış Ngũgĩ wa Thiong’o. Cesaret ve korkunun, bağlılık ve ihanetin, beyaz güç ve siyah direnişin karşı karşıya geldiği, arada kalanların ezildiği bir dönemi, bağımsızlıkla birlikte kazanılanları ve kaybedilenleri de sorguluyor.
1938 yılında Kenya’da doğan Ngũgĩ wa Thiong’o Uganda’da Mekerere Üniversitesi’ni bitirdi. İlk oyunu “The Black Hermit”i(1962) öğrencilik yıllarında tamamladı. 1964 yılında ilk romanı “Weep Not Child”, bir yıl sonra ikinci romanı “Aramızdaki Nehir” yayımlandı. Üçüncü romanı “Bir Buğday Tanesi” (1967) yazarın kariyerinde ve hayatında önemli bir dönüm noktasıydı. Bundan sonraki yapıtlarında Marksizmin ve Fanon’un etkileri görülür. Koloniyel dönemde kendisine verilen James Ngugi adını Ngũgĩ wa Thiong’o olarak değiştirmekle kalmaz İngilizceyi terk edip Gikuyu dilinde yazmaya başlar. Artık Kenya’da sevilen ve sözü geçen bir yazar olmasının yanı sıra. Nairobi Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nün başına da getirilmişti. Ancak dikataörlüğün tahammülü sınırlıydı; 1977 yılında “Ngaahika Ndeenda” (“İstediğim Zaman Evleneceğim”) isimli oyununun köylüler ve işçiler tarafından canlandırılmasının ardından, oyundaki politik göndermeler dolayısıyla tutuklandı ve bir yılı aşkın bir süre cezaevinde kaldı. Cezaevindeyken “Caitaani mũtharaba-Inĩ” (“Çarmıhtaki Şeytan”) isimli, Gikuyu dilinde yazdığı ilk çağdaş romanı tasarladı. 1982 yılında siyasi baskılar nedeniyle Kenya’dan ayrıldı ve Amerika’da birçok üniversitede dersler verdi. 1992 yılında New York Üniversitesi’nde karşılaştırmalı edebiyat ve performans çalışmaları dalında profesörlüğe yükseldi. Bugün halen California Irvine Üniversitesi’nde edebiyat profesörü olarak görev yapan Ngũgĩ wa Thiong’o romanları pek çok dünya diline çevrilmesinin yanı sıra pek çok akademik araştırmanın konusu oldu.
Ngũgĩ wa Thiong’o ve “Bir Buğday Tanesi”nin tarihsel önemi
Simon Gikandi’nin kapsamlı “Önsöz” yazısı yazarın ve romanın Afrika Edebiyat Tarihi açısından önemini açıkça ortaya koyuyor:
“Bir Buğday Tanesi’nin, Afrika edebiyatının klasikleri arasında önemli bir yeri vardır. Ngũgĩ’nin 1967 yılında Kenya’nın bağımsızlığını kazanmasını takip eden on yılın ortasında yayımlanan bu üçüncü romanı, çağının iz bırakacak modern yazarlarından biri olduğunu kanıtladı. Ngũgĩ’nin Weep Not Child ve The River Between başlıklı önceki iki romanı, okuyucuların ve eleştirmenlerin beğenisini kazanmasına karşın, yazarın henüz olgunlaşmamış tarzının ve yükselen Afrika yazın geleneğinde kendi yerini arayışının izlerini taşımaktaydı. Ngũgĩ’nin erken dönem romanları, bir çırağın miras aldığı yazın biçimini, Afrikalı bir üsluba tahvil etmeye girişimini yansıtıyordu; Bir Buğday Tanesi ise, Afrikalıların bağımsızlık sonrası hayatlarını tanımlayan, sosyal kimliğin kırılganlığını da içeren çelişki ve deneyimlerindeki çeşitliliğe hâkim, olgun bir romancının çalışması olarak öne çıkıyor.
Ngũgĩ, Bir Buğday Tanesi’nde aynı zamanda, o dönem Chinua Achebe ve Peter Abrahams gibi önemli yazarların eserleriyle temsil edilen, doğmakta olan bir yazın kültürünün gerekleri ile edebiyat kariyerinin başlangıç noktası olan Uganda’daki Makerere Üniversitesi’nde edindiği İngilizce yazınının “Büyük Geleneği”nin örnekleri olan formları uzlaştırmayı da başarıyor. Roman, yayımlandığı andan itibaren Afrika edebiyatının değişen bağlamına dair pek çok şey söylüyor. Ngũgĩ’nin erken dönem romanları, tarihsel bellek veya kendi yaşam deneyimi üzerinde yükselip, 1960’ların başında sömürge döneminden bağımsızlığa geçiş sürecindeki toplumsal yaşamın çelişen istemlerini çözümlemeye çalışırken, Bir Buğday Tanesi, Afrika edebiyatının kavramları, biçim ve içeriği ile daha geniş bir politik yapıyla ilişkileri hararetli bir ortamda tartışılırken yazıldı. Bu tartışmaların odağında yer alan belli başlı konular, geriye dönük olarak, Ngũgĩ’nin üçüncü romanına önemli bir arkaplan oluşturuyor.
Örneğin önceki romanlarda, tarih ve onun sömürge döneminin sona erişi bağlamındaki anlamının neredeyse başlı başına bir karakter olarak yer alması süregiden bir sorun halini almıştı. Ngũgĩ’nin Afrika edebiyat sahnesindeki selefleri, geçmişle ve onun öykülemedeki görüngüleriyle fazlasıyla meşguldüler. Bu yazarların Afrika’nın geçmişini kategorik olarak trajedi veya romantik bir dönem olarak kabul etmeleri, Achebe’yle ve onun, Afrika yazınının esas konusunun, Afrikalılara doğru bir tarih kavrayışı sağlamak olduğuna ilişkin teziyle yakından ilintilidir. Afrika edebiyatına bir eser kazandırmanın motivasyonunun, Afrika için işe yarar bir geçmiş oluşturmak ve Afrikalıların geçerli bir tarihi olduğunu göstermek olduğu savunulmaktaydı. Fakat Ngũgĩ’nin üçüncü romanıyla birlikte, tarihin öyküde bu denli yer işgal etmesi, yeni nesil Afrikalı yazarlar tarafından sorgulanır hale geldi. Nitekim 1967 yılında, Ngũgĩ, geçmişi bugünün krizlerine bir maske olarak kullanmanın tehlikelerini tartışan, siyahi entelektüellerin uluslaşma projesinden şimdiden dışlanmış olan sıradan insanların sorunlarıyla ilgili konuşmaya başlamalarının vaktinin geldiği iddiasını savunan bir grup yazarın lideri olarak öne çıktı.
Ayrıca, Bir Buğday Tanesi’nin yazıldığı dönemde, Afrika toplumunun bağımsızlıktan sonraki yönü henüz belirsizdi. Bağımsızlığın ilk on yılının ortalarında, sömürge döneminin sona erişinin uyandırdığı coşku sönümlendi ve yerini illüzyonun dağılmasıyla ortaya çıkan düş kırıklığına bıraktı. Yazarlar geçmişi tamir etmeye niyetlenen edebî formların bugünün belirsiz ağırlığını taşıyabileceğinden artık emin değildiler. Ngũgĩ, Frantz Fanon’un esasen sömürgeciliğin bir eleştirisi olarak tasarlanan, ancak asıl olarak başarısızlıkla sonuçlanan sömürge döneminin sona erişinin tehlikelerine ilişkin kehanetvari uyarılarıyla ilgi ve değer kazanan Yeryüzünün Lanetlileri kitabıyla karşılaştığında, böyle bir belirsizlik ortamı hâkimdi. Bu kitabın ortalarında, yazarın gayet yerinde bir tercihle “ulusal şuurun tuzakları” başlığını koyduğu bir bölümde, Fanon, Afrika ulusçuluğunun halkın taleplerini berraklaştırmak yerine içi boş bir kabuğa, vaat ettiklerinin silik bir parodisine dönüşme tehlikesine karşı uyarıda bulunur. Fanon’un, azat edilen ulusların Afrika’ya ait bir özgürlük ufkunu meydana getirdiğine ilişkin tahlilini paylaşan yazarlar, artık krizdeki ulusların hikâyelerinin nasıl bir biçim alacağını merak ediyorlardı.
Afrika edebiyatının geçmişe saplanıp kalmış temel konuları sorgulanmaya başladığından, yazarlar tarihsel ve kültürel kaynaklarının yararına duydukları güveni yitirmişlerdi. Geçmiş, edebiyatın cazip konularındandı; çünkü pek çok açıdan trajik olsa da, uzak ve sabit bir göndergeydi. Yaşanan gün ise, tam tersine, kesin çizgileri ve hatta açık seçik bir konusu bile olmayan bir kargaşa dönemi gibi görünüyordu. Yazarlar artık ulusal projedeki rollerinden de emin değillerdi. İlk nesil Afrikalı yazarlar, kültürel ulusçulukla yakından ilişkili biçimde, kendilerine sömürge sonrası bir ulusal topluluk tasavvur etme misyonu biçmişlerdi. Bağımsızlığın gelişiyle birlikte, yeni Afrika yazınının ağırlığı kalmadı. Ngũgĩ, Bir Buğday Tanesi’ni, sanatçılar ile politikacıların yollarının ayrıldığı bir dönemde yazdı. Kendisini, tarihsel hikâyecilik biçiminden kopup, İngilizlere karşı savaşmış fakat “bugün tüm o mücadelenin bir kenara atıldığını gören” köylülerin güncel sorunlarını ele almak durumunda hissediyordu.
Bir Buğday Tanesi’ni önemli kılan bir diğer husus da, Ngũgĩ’nin değişim süreciyle ilgili kaygılarını, sömürgecilik sonrası tecrübelerin yetkin bir anlatımına dönüştürebilme becerisidir. Bu roman, sömürgecilik sonrası değişim sorununu, hikâyenin bir yönüne çevirmektedir. Ngũgĩ’nin romanı tarihin doğasından ve içeriğinden kaçınmaya, yahut onun gücünü ve değerini görmezden gelmeye çalışmaz; aksine, takıntı düzeyinde üzerinde durduğu modern Kenya tarihinin üzerinde dikkatle durur ve İngiliz idaresine karşı ilk kitlesel kalkışmanın olduğu 1922’den, 12 Aralık 1963’teki bağımsızlığa kadar, ulusal mücadelenin bütün kilit anlarına dokunur. Bununla birlikte, asıl dikkate değer olansa, tarihin aynı anda hem hatırlatılması, hem de sorgulanmasıdır.”
Gerçek ve Kurgu
Ngũgĩ wa Thiong’o kitabın başına kısa bir not eklemiş, kısa ama “Bir Buğday Tanesi”ni kavramaya yetecek kadar açıklayıcı; “Her ne kadar hikâye çağdaş Kenya’da geçse de, kitaptaki bütün karakterler kurgudur. Jomo Kenyatta ve Waiyaki gibi isimlerden, tarihimizin ve ülkemizin kuruluşunun bir parçası olmaları dolayısıyla kaçınılmaz olarak bahsedilmiştir. Ancak şartlar ve sorunlar gerçektir; İngiltere’ye karşı savaşan, ancak sonradan bir kenara atılan köylüler için bilhassa acı verici bir gerçekliğe sahiptir.”
Gerçekten de tarihin acı olaylarını kurgusal karakterler ve onların yer aldığı bir dizi hikayecikle canlandırıyor Thiong’o. Hikayeler Kenya’da siyahların isyanının yükseldiği ve örgütlendiği yıllara yayılı. Ancak tarihin yönü doğrusal bir hat izlemiyor. Kenyalıların “Uhuru” dedikleri bağımsızlık günü hazırlıkları sırasında -1963’te- başlıyor, anılar eşliğinde Kenya tarihinde dolaşıyor ve yine aynı günde sonlanıyor.
Romanın merkezi karakteri Mugo; İhanete uğrayıp öldürülen Khika adlı bir direnişçinin yakın arakadaşı. O da hapishanelerde uzun yıllar geçirmiş, teslim olmamış, hamile bir kadını döven korucuyu engellemek için öne atılmasıyla efsaneleşmiş bir isim. Hapisten çıktıktan sonra kulübesinde sessiz, sakin ve yapayalnız bir hayat sürdüren Mugo, karanlık bir sır barındırıyor.
Diğer roman kişileri de savaştan ve olağanüstü halden etkilenmiş insanlar. Mesela marangoz ve iş adamı Gikonyo, yıllarca hapis yatıp özgürlüğe kavuşmasına rağmen bir türlü kendisine gelememiş. Karısı Mumbi’nin işbirlikçi olduğuna inanılan Karanja’nın çocuğunu doğurması Gikonya’nın içini nefretle doldurmuş. Khika’nın kızkardeşi Mumbi yıllar süren savaş halinin yarattığı öfke ve nefret atmosferinin sona ermesini ve çok sevdiği Gikonyo ile evliliklerini sürdürmeye çabalıyor…. Köyün ileri gelenleri ise Uhuru günü için planlar yapıyorlar. Bir yandan halka seslenmesi için Mugo’yu ikna etmek, öte yandan tören sırasında Khika’yi ele verdiğine inandıkları Karanja’yı cezalandırmak niyetindeler.
Roman bu karakterlerin bireysel hikayeleriyle Kenya tarihine ve coğrafyasına yayılmış. Ani bakış açısı ve duygu değişimleri eşliğinde roman kişilerinin hayal kırıklıkları, tereddütler, hatalar, ve hatalı değerlendirmelerle dolu dünyasında doşıyoruz. En büyük hayal kırıklığı final sahnesinde yaşanıyor..
Yeni Bir Döneme Girilirken
Ngugi’nin “The River Between” romanında J.Conrad’ın “Karanlığın Yüreği”ndeki nehir metaforunu kullanmıştı. “Bir Buğday Tanesi” ise yine Conrad’ın -bir devrim ve ihanet romanı olan- “Batılı Gözler Altında”sını model almış. Conrad hesaplaşması taklit değil, Batının Afrika imgesini tersine çevirme ya da reddetme girişimi olarak değerlendirilmeli. Zira görmek bir tasavvur oluşturmaktır ve Edward Said’in deyişiyle “Afrika’yı tasavvur etmek demek, sonraki direniş, sömürgecilikten çıkış, vb. ile kaçınılmaz bir biçimde bağlantılı olmak üzere Afrika üstüne verilen savaşa katılmak demektir.”
Sadece Conrad ve Afrika imgesiyle değil Afrika edebiyat geleneği ile de hesaplaşıyor Ngugi. “Bir Buğday Tanesi”ni bağımsızlığın elde edilmesinden kısa bir süre sonra kaleme aldığı halde süreci bu denli sorgulaması ve hayal kırıklıklarından söz etmesi dikkat çekici. Bunun nedeni romanın yazılış sürecinde Ngugi’nin gerek politika gerek Afrika edebiyatı konusunda canlı tartışmaların yürütüldüğü bir ortamda aktif rol alması. Kitaba kapsamlı bir önsöz hazırlayan Simon Gikanti, “Bir Buğday Tanesi”nin, sanatçılar ile politikacıların yollarının ayrıldığı bir dönemde yazıldığına dikkat çekiyor. Önceki dönemin Afrikalı yazarları kendilerine sömürge sonrası bir ulusal topluluk tasavvur etme misyonu biçmişlerdi. Bağımsızlığın gelişiyle birlikte bu tasavvurların önemi kalmadı. Buna karşılık bağımsızlık o bağımsızlık uğruna onca acıya katlanmış köylülerin hayatına büyük bir fayda da sağlamamıştı. Kısacası “sömürge döneminin sona erişiyle temsil edilen tarih artık ulusu tasavvur eden organik bir biçimin parçası değildi”. Öyleyse gerek içerik gerek biçim açısından yeni bir edebiyata ihtiyaç vardı. Ve elbette yeni bir dile;
Ngugi, anadil ısrarını “Zihnin Sömürgeleştirmesi” kitabında açıklarken, sömürgeleştirme sürecinin sadece maddi sömürü anlamına gelmediğini, pek çok üçüncü dünya ülkesinde bağımsızlık ilan edildiği halde ingilizce konuşulmasının sömürgeciliğin sürdüğünün göstergesi olduğunu ve eski kültürü yok ettiğini ileri sürecektir.
Ngugi, İngiliz dilinin kolonyal geçmişin bir kalıntısı olarak kaldığını öne sürerken, birçok Afrikalının kolonyal efendilerinin ellerinde yaşadıkları acı deneyimleri işaret ediyor. İngilizceyi, sömürgeci ustaların başladıkları görevi tamamlamak için bıraktıkları bir araç olarak görüyor. Ona göre, dil kültürü somutlaştırdığından, beyaz adam hala kendi kültürünü kuşku duymayanlara dayatmaya çalışıyor.
Diller, ekonomik ve politik diğer koşulları yansıtır. Dolayısıyla, herhangi bir cinsiyet eşitsizliği veya başka bir eşitsizlik varsa, yazar bunu dil aracılığıyla yansıtacaktır. Ve egemen grup – ister erkek ister sosyal refah grupları – dili her zaman öyle bir şekilde kullanmaya çalışacak ki, o dilin dünyadaki tek kullanımı onların gözünden olacaktır. Bu nedenle de edebi yaratıcılık için İngilizceyi kullanarak yayılmaya yardımcı olan Afrikalı yazarları eleştirir. Nugugi’ye göre sömürgeciler için, tahakküm aynı sürecin iki yönünü içeriyordu: bir halkın kültürünün, sanatının, danslarının, dininin, tarihinin, coğrafyasının, eğitiminin, hitabetinin ve edebiyatının yok edilmesi veya kasıtlı olarak küçümsenmesi ve bilinçli olarak yüceltilmesi… Sömürgeci ulusların dillerinin bir halkın diline egemenliği, sömürgeleştirilmiş ulusların zihinsel evrenine egemen olmak açısından çok önemliydi.
Ngûgı’nın küresel dil yapılarının hiyerarşisine yönelik eleştirisi verdiği savaşla uyumlu. Ne var ki bu onun İngiliz edebiyat Kanonu’na duyduğu hayranlığın önüne geçmez; “Shakespeare’im her zaman yanımda. Dickens, yaratabildiği karakter yelpazesi açısından şaşırtıcı […] eleştirimin İngiliz Edebiyatının kalitesi ve değeriyle hiçbir ilgisi yok. Benim ilgilendiğim şey, hiyerarşinin tepesini işgal eden İngilizce ve diğer Avrupa dilleri ile diller ve edebiyatlar arasındaki hiyerarşik güç ilişkileridir.”
Oysa bu kanonu parçalamak zorunda kalmadan diller arasında eşitliği sağlamak sadece ütopik bir fikir olabilir. Ngugi’nin çelişkisi geç edebiyat biçimlerinin çelişkili vizyonundan kaynaklanır.
Siyasi meseleler
Terry Eagleton, “iyi yazmak bir” stil “meselesinden daha fazlasıdır; aynı zamanda kişinin emrinde, belirli bir durumda erkeklerin [ve kadınların] deneyimlerinin gerçeklerine nüfuz edebilecek ideolojik bir perspektife sahip olması anlamına gelir ” demişti. Buna Sartre’ın bir sözünü de eklemek istiyorum; “Açık amacı insanların ezilmesine hizmet etmek olan iyi bir tek roman, Yahudilere, zencilere, sömürge halklarına karşı yazılmış bir tek iyi roman adı verin bana”..!
Ngugi romanlarında sözkonusu perspektif hem geniş hem nettir.
Ngugi’nin edebi eserlerini tarihsel ve kültürel bağlamlarında incelemek isteyen okuyucuya çeşitli yollar açıktır: örneğin, bunları sömürge egemenliğinde ortaya çıkan Afrika deneyimi üzerine özel yorumlar olarak okumak seçebilirsiniz.
Ngugi’nin romanları tarihsel, kültürel ve ideolojik perspektiflerden okunmasının yanı sıra toplumsal cinsiyet bütünlüğünü ya da Afrika feminizmi ideolojisini de vurgularlar. Eleştirmenler, Ngugi’nin çalışmalarında, toplumsal cinsiyetin güçlendirilmesi, eşitlik ve ortaklığın toplumdaki kaynakların dağıtımını sağlamanın tek adil ve etkili yöntemi olarak kabul edilmesinin önerildiğine inanıyorlar. Ve “toplumun ilerlemesi için” diyorlar, “bu ilkeler her ne pahasına olursa olsun hem erkekler hem de kadınlar tarafından korunmalıdır”. Ngugi’nin kadın karakterleri tek başlarına değil, erkekleriyle ilişki ve bağlantı içinde gelişirler. Onun başlıca kadın karakterleri, cinsel kimliklerini sadece eğlenmek için ya da erkeklere karşı bir isyan aracı olarak değil, aynı zamanda ev içi ve kamusal sosyopolitik ve sosyoekonomik gelişme / ilerleme için erkekleriyle işbirliği yapmanın bir yolu olarak aşıyorlar.
Ngũgĩ’, Marksizme bağlanmış bir yazar ve entelektüel. Ancak indirgemeci değil; Afrika’nın siyasi, ekonomik ve toplumsal koşullarına uyarlanmış bir perspektifi var. Köylülüğün rolünü hem bu bağlamda hem de Fanon ve Gandhi etkilenmesi ile birlikte ele almak gerekir. Gandhi ve Fanon’daki şiddet ve şiddetsizlik kutupluluğuna rağmen, iki figürün birçok ortak yanı vardı: her ikisi de ulusal bir kültürün öneminin yanı sıra yabancı etkileri kınadıklarını vurguladılar. Ngûgı, her iki figüre de dayanan melez bir sömürgecilik karşıtlığını temsil ediyor: Fanon’un evrenselliği ve ırkçılık karşıtlığı ve Gandhi’nin kültürel tikelliği ve doğuşçuluğu. Ngũgĩ için dönüştürücü potansiyel güç ve kollektif kimliğin özü köylülüktür ve kurtuluş kollektif bilinci harekete geçirmeye dayanır. Bu tema özellikle “Kargalar Büyücü”sünde öne çıkar.
Bitiriken
Bir geçiş dönemi romanı olan “Bir Buğday Tanesi”nde kendi kurmaca evrenini yaratma yolunda büyük bir adım atmış gibi görünüyor Ngugi Wa Thiong’o. Öncelikle geçmiş ve güncel arasında -resmi ideolojinin dışında kalarak- kurduğu ilişki cesur ve sorgulayıcı.
Roman “yazarın sembolik niyetleri ile geçmişin eleştirisini yapmak için ihtiyacı olan ironik söylem arasındaki üstü kapalı gerilim üzerine kurulmuş. Bu gerilim karakterlerin toplum içindeki yüzleri ile gizli güdüleri arasındaki yarılmada ortaya çıkıyor.” Karakterlere, olaylara, duygulara sembolik anlamlar yüklenmiş. Bu açıdan baktığımızda romandaki kişisel ihanet ve hayal kırıklıklarının ulusal anlamda karşılığı var. Hayal kırıklıkları ve ihanetlerle dolu bir tarih cevaplanması gereken pek çok soru da çıkarıyor karşımıza; “Bağımsızlığın kahramanları kimlerdi? Bireylerin ulusalcılık hareketindeki rolleri neydi? Ve sömürge döneminde ve bu dönemin sona erişinde yaşanan şiddet sonucu yaralananlar nasıl iyileşebilir?” …
Biçimsel anlamda da bir değişimin habercisi demiştik “Bir Buğday Tanesi” için; okuduğumuz “dili, içeriği ve vizyonu tarih, mekân, devrim ve ahlak hakkındaki tereddütler tarafından şekillenen modernist bir roman. Ngũgĩ, Afrika bağımsızlığının krizi olarak gördüğü şeyi açıklamak için, bilinç akışı, çoklu ya da katmanlı zamandizimi ve parçalı tasvirler gibi iyi bilinen modernist stratejileri uygulamış. Ama geleneksel gerçekçiliği de terk edemiyor. Buna bilinir özneler ve topluluklar geliştirmek ve onları sorunlu ama yine de zengin tarihin içine yerleştirmek için ihtiyaç duyuyor. Onun iddiası, bu tarihi anlatırken ve sömürgecilik sonrası kullanımını ve hatalı kullanımını yapısökümüyle yorumlarken, çalışmalarında somut bir varlık haline getirmek. “Bir Buğday Tanesi”nin başarısı Ngũgĩ’nin sömürgecilik sonrası Afrika’daki değişim politikasını anlatmak için modernist forma ustaca konuşlanışına bağlanabilir”…
*2023 kış dönemi A. Ömer Türkeş ile yapılan ‘Çağdaş Dünya Edebiyatı seminer metnidir