PARADİGMANIN İFLASI
Yordam Kitap Basımına
Önsöz
Fikret BAŞKAYA
Paradigmanın İflası Nisan 1991’de yayınlandı. Geride kalan dönemde köprülerin altından çok sular aktı ve nice alametler belirdi… 1991 yılında Kürt illerinde “olağanüstü hâl” yönetimi vardı. Bölge, bir “olağanüstü vali”nin insafına terk edilmişti… Şimdilerde “Misak-ı Milli”nin tamamında “olağanüstü hâl” rejimi geçerli ve üstelik, “olağanüstü hâl” olağanlaşmış, şeylerin “normal haline” gelmiş bulunuyor…
Paradigmanın İflası yayınlandığı günden beri kitapçı raflarından hiç inmedi. Kitabın mazhar olduğu bu istikrarlı ilginin nedeni, herhalde şeylerin gerçeğine dokunan bir kitap olmasıydı. Geride kalan dönemde kaç basımı yapıldığını bilmiyorum. Bugüne kadar da noktasına virgülüne dokunmadım, ne bir ek yaptım ve ne de bir önsöz yazdım. Ta ki, Yordam Kitap’ın yayın yönetmeni dostum Hayri Erdoğan, elinizdeki basım için benden bir önsöz yazmamı isteyinceye kadar…
Yolun sonu: sürdürülemezlik
O halde sadede gelebiliriz. Geride kalan dönemde iflas neden derinleşti, işler neden sarpa sardı, toplum yaşamının tüm alanlarında gösterge ışıkları neden kırmızıya döndü veya dönmekte? Neden ekonomik temel aşındı, sistem neden patinaj yapıyor? Neden tüm değerler aşındı, kültür çürüdü, etik değerler yerlerde sürünüyor? Neden “değer ölçüsü” ve “nirengi noktası” kayboldu? Neden toplum kimlikler temelinde kutuplaştı? Dinci gericilik neden toplumu ve devlet aygıtını kuşattı? Ve neden artık metalaşmamış, paralılaşmamış, özelleştirilmemiş, bir kâr aracına dönüştürülmemiş, soysuzlaşmamış bir şey kalmadı? Ekolojik yıkım neden hızını ve yoğunluğunu artırdı? Velhasıl toplumun üzerinde durduğu temel neden aşındı ve neden bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıktı? Bütün bu sorular, şimdilerde neden despotik bir rejimin dayatıldığının cevabını da içeriyor olmalıdır… Artık “burjuva demokrasisi”nin kırıntısının bile esamesi okunmuyor!
Ülkenin gerçek “manzarası” böyle olsa da, egemen söyle farklı. İktidar sahipleri Türkiye’nin harikalar yarattığını söylüyor. Aslında ülkenin varını-yoğunu talan etme, yağmalama hususunda harikalar yarattıkları doğrudur… Boşuna, nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığı önemlidir denmemiştir…
Eğer bugün yazsaydım, kitabın adı Paradigmanın İflası değil, herhalde “Çöküş” olurdu… Eğer bir sosyal formasyon, bir toplumsal düzen, verili durumda toplumun temel ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma gelmişse, artık orada çöküşten söz edilecektir.
Buraya neden ve nasıl gelindi, neden bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıktı sorusuyla devam edebiliriz. Müslüman Kardeşler’in Türkiye versiyonu olan politik İslamcı AKP iktidarı, şeylere dair farklı bir “manzara” sunmaya çalışıyor. Şimdilik birilerini kandırmayı da başarıyor… Bu amaçla rakamları ve istatistikleri manipüle ediyor. Esasen rakamlara, istatistiklere istediğiniz yalanı söyletebilirsiniz… Fakat yalan ve manipülasyonla bir yere kadar denecektir… Tabii en çok da ekonomik büyüme rakamlarını ve istatistiklerini manipüle ediyorlar. Oysa, ekonomik büyüme ölçüsü olan GSYH (Gayri Safi Milli Hasıla) paranın hareketini izler. Para her el değiştirdiğinde GSYH de büyümüş görünür… Dolayısıyla neyin üretildiği, nasıl üretildiği, ne pahasına üretildiği, büyümenin sosyal ve ekolojik sonuçları dikkate alınmaz. Asıl bilinmesi gereken de, her ekonomik faaliyetin mutlaka bir değer yaratmadığıdır… Mesela inşaat sektörü gerekli/faydalı şeyler üretebilir ama bir yeni değer, bir fazla değer üretmez… Daha önce yaratılan değeri kullanır… Tabii üretilen değerin nasıl bölüşüldüğü de önemlidir… Kapitalizm dahilinde yüksek oranlı bir büyümeye rağmen geniş toplum kesimleri yoksullaşabilir, sefalet ve doğal çevre tahribatı derinleşebilir, işler sarpa sarabilir… Tıpkı şimdilerde Türkiye’de olduğu gibi…
Türkiye ekonomisinin ve toplumunun bugünkü durumu, bu ülkenin mülk sahibi egemenlerinin ve onların devletinin bir dizi “bilinçli tercihinin” sonucudur… İkinci Emperyalist Savaş’ın ardından Türkiye’nin, başkomutanı Amerikalı bir general olan askerî saldırı paktı NATO’ya üye olmasıyla, rejimin uydulaşma süreci de başlamış oldu. O andan itibaren Türkiye bağımsız politika uygulama yeteneğini kaybetti. Dönemin hegemonik gücü olan ABD’nin başı çektiği emperyalist kampın bur uydusu haline geldi.
Fakat, ilginç bir durum ortaya çıkmıştı. Kapitalist dünya sistemi emperyalist savaş sonrasında krizi son defa, geçici olarak atlatmayı başarmıştı. Emperyalist savaş ekonomik büyümeye uygun koşullar yaratmıştı. Bir bütün olarak dünya ekonomisi yaklaşık otuz yıl sürecek bir genişleme dönemine girmişti. Ve Türkiye o sürecin dışında kalamazdı ve kalmadı. 1950’li yılların başından 1970’lerin sonlarına kadarki dönemde hatırı sayılır bir büyüme ve refah tablosu ortaya çıktı. Ekonomik ve sosyal planda olumlu gelişmeler kaydedildi. İthal ikameci büyüme modeli başlarda umut veriyor gibiydi. Fakat, ithal ikameci sanayileşme modeli, büyük oranlı ithal girdilerle yol alabiliyordu. Çelişik bir durum ortaya çıkmıştı: üretilen mallar iç pazarda satıldığı için gerekli döviz sağlanamıyordu. Sanayinin sürdürülebilirliği zorlaşıyordu… Dolayısıyla belirli bir eşik aşıldığında modelin krize girmesi kaçınılmazdı.
Yapısal krizden çöküşe
1970’li yılların ortalarına doğru kapitalist genişleme durdu ve kapitalist dünya sistemi yeniden yapısal krize girdi… Krizin başlangıcından bugüne, yaklaşık 50 yılda krizden çıkabilmiş değil. Artık çıkması da mümkün görünmüyor. Zira, yolun sonuna gelindi… Başka türlü söylersek, söz konusu olan bir nihai kriz… Yapısal krizden çıkmak için dayatılan neoliberalizm ve küreselleşme derde deva olamadı… Krizden çıkmak mümkün olmadı… Aslında şeyleri adıyla çağırmak gerekirse, neoliberalizm ve küreselleşme dedikleri, emperyalist yayılmanın yeni bir versiyonundan başka bir şey değildi…
Kapitalizmin yeniden yapısal krize girdiği koşullarda Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları çareyi neoliberal küreselleşme trenine atlamakta gördüler ve gereği düşünüldü: Ünlü 24 Ocak kararlarıyla her türlü “ulusal kalkınmacılığa” elveda dendi. Fakat verili-sınırlı “demokratik” işleyiş geçerliyken tam bir kompradorlaşma programı demek olan “neoliberal acı reçeteyi” dayatmak mümkün olmazdı. NATO’cu Kemalist ordu imdada yetişti. 24 Ocak kararlarından sekiz ay sonra, 12 Eylül 1980’de yönetime el koydu. Böylece aracın rotası kalıcı olarak değiştiriliyordu… Aradan geçen yaklaşık 40 yılda araç, NATO’cu ordunun oturttuğu rotada yol almaya devam etti… Tabii bu arada demokrasiden ve demokratikleşmeden, “insan haklarından”, “hukuk devletinden”, ne demekse, “hukukun üstünlüğünden”, vb. de çok söz edilecekti… Esasen 1980, sadece Türkiye için değil, bir bütün olarak dünyanın tamamı için de bir kırılma anı, bir dönüm noktasıydı. Piyasanın mutlak egemenliğinin yolu açılmıştı…
Artık o tarihten sonra Türkiye ekonomisinin rotası dışardan emperyalist odakların ve onların küresel egemenliğinin araçları olan IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar tarafından belirlenecekti… Söz konusu kurumlara “uluslararası” dense de bunlar aslında emperyalist ülkelerin tek yanlı çıkarını gözeten kurumlardır. Dünyanın geri kalanının sömürüsü, yağma ve talanı için dizayn edilmişlerdir…
Fakat, yapılan tercihle Türkiye’nin harikalar yaratacağı söylemi dillerden düşmüyordu… Türkiye dışa açılacak, dünya ekonomisiyle “bütünleşecek”, “ihracat öncülüğünde büyüyecekti”… Tabii dışa açılmak fena bir fikir değildir ama birincisi, “nerenizi”, nasıl açtığınız da önemlidir; ve ikincisi, kiminle nasıl bütünleştiğiniz de önemsiz değildir… Türkiye gibi bir ülkenin ve bir ekonominin dünya ekonomisiyle bütünleşmesi demek, emperyalizmin sultası altına girmek demektir. Her türlü özerkliğin, sorunlara müdahale etme yeteneğinin kaybedilmesidir… Ülkenin ve toplumun geleceğini dışarıya ihale etmektir. Elbette aksini yapmak, mutlaka içe kapanmak, dünyadan kopmak, mutlak “otarşi” demek değildir. Burada söylemek istediğimiz, dışarıyı içerinin ihtiyaçlarıyla uyumlandırabilmektir… Aslında dayatılan kompradorlaşma programının bir kurtuluş olarak sunulmasında iktisatçı tayfasının, genel bir çerçevede mektepli taifenin ama asıl “akademik statünün gardiyanlarının” ve medyanın vebali büyüktü…
Kompradorlaşma durumu geçerliyken, ekonominin içe dönük eklemlenmesi mümkün olmaz. Farklı sektörler arasında bir eklemlenme ve tamamlayıcılık mümkün olmaz. Her bir sektörün alıcısı-satıcısı daha çok dışarıdadır ve rekabet ülke düzeyinden çok, uluslararası planda gerçekleşir. Ekonomi dışardaki gelişmelere yakından bağımlıdır ve bu niteliğinden ötürü de son derecede kırılgandır. Söylemek istediğimi netleştirmek için bir örnek turizm olabilir. Türkiye sanayileşme sevdasından uzaklaşınca, umudunu turizme bağladı. 1980 sonrasında ama asıl 1990’lar ve 2000’li yılların başından itibaren turizme büyük teşvikler verdi ve hâlâ da vermeye devam ediyor. Bu amaçla başta Akdeniz ve Ege sahilleri olmak üzere verimli topraklar beş yıldızlı oteller ve golf sahaları için feda edildi. Dünyanın en verimli topraklarına sahip güzelim Antalya ovası heba edildi; betonlaştırıldı, asfaltlaştırıldı. Doğal çevre tahrip edildi… Oysa her zaman bir “iç ve dış olumsuzluğun” turist akımını durdurma riski vardır ve sonuç dimyata pirince gitmek olabilir… Bu gün Türkiye saman, sığır eti, nohut, kuru fasulye, kedi-köpek maması, vb. ithal etmek zorundaysa, bunun nedeni neoliberalizme teslim olmak, uyum sağlama saplantısıdır. Kompradorlaşmış bir rejim söz konusuyken başka türlü olabilir miydi?
Cuntadan dinci despotizme
24 Ocak-12 Eylül dönemeciyle başlayan kompradorlaşma süreci, özellikle 2002’de “Ilımlı İslam” projesi olarak iktidara taşınan AKP iktidarıyla daha da derinleşti, hızı, yoğunluğu ve kapsamı arttı. Geride kalan 15-16 yılda, sermayenin, daha doğrusu sömürünün, yağma ve talanın önündeki tüm engeller birer birer ortadan kaldırıldı. Ülke “yerli” ve yabancı sermayenin sömürüsüne, yağma ve talanına sonuna kadar açıldı. Metalaşma, paralılaşma, soysuzlaşma görülmemiş boyutlara ulaştı. Emek sömürüsü skandal düzeylere çıktı, “iş kazaları” tam bir katliama dönüştü, ülkenin varı yoğu yerli-yabancı bir avuç soyguncu çetesi tarafından yağmalandı, talan edildi. O kadar ki, geride kalan yaklaşık 100 yılda, son 15-16 yıldaki gibi bir sömürü, yağma ve talan görülmedi. Bu bir rekordu! Kamu işletmeleri, kamu kuruluşları, kamu hizmetleri, su, denizler, göller, koylar, nehirler, meralar, yaylalar, tüm ortak yaşam alanları, tüm müşterekler, yollar, köprüler, eğitim ve sağlık, sosyal güvenlik, enerji, ulaşım, iletişim… velhasıl akla gelen ne varsa özelleştirildi, metalaştırıldı ve bir kâr aracına dönüştürüldü… İyi de insan bunun neresinde denmeyecek midir? Müştereklerden yoksun bir toplumsal yaşam sürdürülebilir midir? Artık “imara açma” ve “kentsel dönüşüm” denilen tam bir çitleme (enclosure) manzarası arz ediyor… İnsanlar yaşam alanlarından kovuluyor, üretmek ve yaşamak için gerekli olandan mahrum ediliyor… Asfalt vergisi de aldıklarına göre sokaklar da özelleştirilmiş sayılır. O zaman geriye bir tek hava kalıyor… Bakalım sıra ona ne zaman gelecek…
Aslında özelleştirme demek, topluma ait olan, halka ait olan, “herkesin olan”, toplumun ortak kullanımına sunulan, sunulması gereken varlıkların/yaşam alanlarının ve kaynakların (müştereklerin) özel şahıslar, sermaye sahipleri tarafından, kapitalist şirketler tarafından sahiplenilmesi, özel mülk kategorisine indirgenmesidir. Başka türlü söylersek, topluma ait olanın, herkesin olanın onlardan çalınması, gasp edilmesidir… İyi de, bu hırsızlık, bu gasp nasıl oluyor da bir başarı öyküsü olarak sunulabiliyor? Bu durum rahatsız edici değil mi? Siz üniversitelerde iktisat bilimi, sosyal bilim diye pazarlanan, esasen bilimle de, bu dünyanın gerçekliğiyle de bir ilgisi olmayan safsataların neye yaradığını hiç düşündünüz mü? Bırakın asgari rasyonelliği, bu kepazelik ahlâken bile asla kabul edilebilir değildir…
Fakat hepsi bu kadar da değil. Tüm kamu hizmetleri özelleştirilmişken, insanların içtikleri su, yedikleri ekmek de dahil, neden hâlâ her şeyden vergi alınıyor ve vergiler tam bir yıkım halini alıyor? Tüm kamu hizmetleri özelleştirilmişken ve kamu hizmetleri kamu hizmeti olmaktan çıkarılmışken, hâlâ onca vergi almanın ne alemi var? Sömürünün, yağma ve talanın, çalıp çırpmanın kural olduğu, “işbitiricilik” ahlaksızlığının marifet sayıldığı bir toplumsal yaşam sürdürülebilir midir?
Yukarıdan beri söylediklerimiz, Türkiye’nin neden şimdilerde despotik bir rejime mahkûm olduğunu açıklıyor… Bunca sömürü, bunca yağma ve talan asgari demokrasi, asgari hukuk ve adalet koşullarında sürdürülebilir midir?
Fakat 12 Eylül dönemeci bir başka bakımdan da bir kırılma noktasıydı. Amerikancı/NATO’cu cunta, ideolojik alana da müdahale etti. Resmî ideolojinin yeni versiyonu olan “Türk-İslam Sentezi”ni dayattı. Aslında doğrusu Türk-İslam Sentezi değil “İslam Sentezi”ydi… Üstelik dinci gericiliğin dayatılması sadece Türkiye’nin mülk sahibi sınıflarının eseri de değildi. Tam bir ABD/NATO/TC ortak yapımıydı… Dinci gericiliğin önü sonuna kadar açıldı. Amaç, solun, sosyalistlerin, komünistlerin, ilericilerin, demokratların, aydınlanmanın, bir bütün olarak ilerici/sol muhalefetin önünü kesmekti… Cunta gereğini yaptı: Solu ezdi ve dinci gericiliğin önünü açtı… Zira, bu ülkenin mülk sahibi sınıfları sadece uyduruk “resmî ideolojiye” dayanarak yönetemezlerdi, yönetemeyeceklerini gayet iyi biliyorlardı… Dolayısıyla, dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar. Kimilerinin sandığı gibi, şimdilerde dinci gericiliğin devleti ve toplumu kuşatması, istenmeyen, “arizi” bir şey değildir. Bilinçli, sistematik bir devlet politikasının sonucudur… Dolayısıyla “Fetöcüler devlete sızdı” demenin hiçbir anlamı ve inandırıcılığı yoktur. Aslında “sızma” yok, “sızdırma” var. Siz asıl “sızana” değil “sızdırana” bakın!
Türkiye’deki rejim, oldum olası halk düşmanı bir rejimdir. Bugüne kadar halktan gelen hiçbir hak talebine olumlu cevap vermemiştir ve vermez… Eğer öyle bir şey yaparsa, kutsal devletin büyüsünün bozulacağını düşünür… Kürt sorununu yaklaşık yüz yıldır çözmemesinin, çözmek istememesinin nedeni budur. Kapıyı aralamak istemez… Zira, kapı bir kere aralanırsa kimin geçeceği belle olmaz diye düşünür… Hiç yüz yıllık bir sorun olur mu? Bir rejim bir sorunu yüz yılda çözemez mi? Sorunlar çözülmek için değil midir? Gerçi şimdilerde yerinde yeller esiyor ama, cunta anayasasında Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratik, laik bir sosyal hukuk devleti” olduğu yazılıdır… Aslında bu, kısacık bir cümlede dört yalan söylemektir… Muhalifi düşman, farklı düşüneni hain sayan bir rejimin demokrasiyle, laiklikle, hukukla, adaletle, özgürlükle, insanlıkla bir ilgisi olabilir mi?
Dinci AKP iktidarı artık cunta anayasasını bile aratıyor! Ülke tam bir kaos ortamına savrulmuş durumda. Çözümü geride arayan, Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya etmek için yanıp tutuşan bir iktidar başka türlü yapabilir miydi? Aslında bu durum şaşırtıcı değil, zira politik İslamcıların alternatif bir toplum projesi yoktur. Dünyayı anlamaktan acizdirler… Dünyayı anlamaktan acizdirler ama yalan ve takiyye bahsinde son derecede yeteneklidirler… Çok iyi bildikleri/yaptıkları yegane şey, ülkenin varını yoğunu yağmalamak, talan etmektir… Ve onlar için gerisi teferruattır… Siz bu dinci iktidarın ülkeyi 15 yılda neden yönetilemez hale getirdiğini sanıyorsunuz? Ellerinde baskıyı, şiddeti, terörü ve parayı manipüle etmekten başka bir koz yok… İşsizlik, yoksulluk, sefalet ve doğal çevre tahribatı büyümeye devam ederken, ellerinde olağanüstü hali dayatmaktan başka bir şey yok! Bu bir çöküş halidir ve bu sistemi aşmak, yeni bir şey yapmak dışında bir seçenek, bir gelecek yoktur!
Çıkış
O halde asıl soruya, bu sefil durumdan, bu iflas tablosundan nasıl çıkılabilir sorusuna gelebiliriz. Bir kere ve öncelikle bu durumu yaratanlardan hâlâ çözüm bekleme saplantısından ve saçmalığından yakayı kurtarmak gerekiyor. Zira bir sorunu yaratan yöntemler, araçlar ve aktörlerden hâlâ çözüm beklemek abestir ve bir şeyi olmadığı yerde aramaktır. Artık verili zemin üzerinde sorunları çözme imkânı yok. O zaman yapılacak şey aracın rotasını ikircikli olmayan bir tarzda sola kırmaktır… Bu da yeni bir perspektifi, yeni bir paradigmayı varsayar. Tabii perspektifi ve paradigmayı değiştirebilmek de, sürecin mağdurlarının sürece müdahale edebilir duruma gelmeleriyle mümkün olabilir. Başka türlü söylersek, ezilen/sömürülen/aşağılanan geniş kitlelerin ayağa kalkması, haysiyetine sahip çıkması, sayın seyircilik’ten yakayı kurtarması gerekiyor. Bunun için de tabii ideolojik kölelikten kurtulmak gerekiyor. Bu yapılmazsa toplumun geleceği kararmaya devam edecektir… O kadar ki olabilecekleri tahayyül etmek bile ürperticidir… Tarih bize insanların nasıl hızla değiştiklerinin, nasıl beklenmedik bir bilinç sıçraması sergilediklerinin sayısız örneğini sunuyor. Ve işte o kritik bilinç sıçraması durumunda gerçek entelektüellere önemli iş düşecektir. Zira ideali ve ütopyayı formüle edenler onlardır ve insanlığın ve uygarlığın ulaştığı durumda ütopya zaafını aşmak büyük önem taşıyor… Zira bir yaratıcı ütopyaya ihtiyaç var…
Toplumu sosyal eşitlik, demokrasi ve sosyalizm zemini üzerine çekmeden, ekolojik kaygıyı önceliklerden biri yapmadan, ortaklaşmayı, bölüşmeyi, paylaşmayı, dayanışmayı, karşılıklılığı ve demokrasiyi esas alan, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplum perspektifi ortaya koymadan, sorunları çözmek, yeni ve farklı bir şey yapmak artık mümkün değil… O halde işe düşünce ve yaşam tarzımızı değiştirerek başlamak gerekecek… Ya daha geç olmadan bu sefil durumdan, bu yıkım tablosundan çıkılacak ve yeni bir rotaya girilecek ya da insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayacak. Vahşet ve barbarlık ortamına sürüklenmek kaçınılmaz olacak! Ve bu ikisi arasında üçüncü bir seçenek, “bir orta yol” yok! Bilinçli-sorumlu, gelecek kaygısı olan insanlar olarak, bu sürece müdahale etmemize bir engel var mı? Eğer şeyler, toplumsal, politik, ekonomik, ekolojik, vb. süreçler bu hale gelmişse, bu birilerinin (egemen sınıfların) verdiği kararların, yaptığı tercihin sonucu değil mi? O zaman başkaları da başka tercihler yapabilir, başka kararlar alabilir ve pekâlâ şeylerin seyrini değiştirebilir… Eğer öyleyse, amaç hâlâ bu çürümüş rejimi kurtarmaya çalışmak değil (zaten kurtarılabilir de değildir) ondan kurtulmak olmalıdır. Bu mümkündür.
Mart 2018, Ankara