Faik Bulut
Osmanlı‘nın çeşitli devirlerinde Diyarbakır’a tayin edilen vali ve diğer mülki erkânın makamlarını kötüye kullanarak halka eziyet ve zulüm ettiklerini biliyordum.
Ancak ayrıntıları ve tarihleri hakkında kapsamlı yeterli bilgim yoktu. Buna ilişkin kaynak arayışına başladım.
Şevket Beysanoğlu’nun “Anıları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi” (Diyarbakır Belediyesi yayını, ikinci cilt, 1990) isimli çalışmasında istediğim ayrıntıları bulamadım.
Ancak bu arada 1 Kasım 1986 tarihinde Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında çıkan arbede ve silahlı çatışmaya ait bir bölüm başlığı dikkatimi çekti:
Diyarbakır Tarihinde I. Ermeni Olayı: 1085.
Kitaptaki anlatım, özetle şöyle:
1894 senesi Aralık ayında Hüsrev Paşa mahallesinde başlayan kolera salgını kısa bir süre içinde etrafa yayıldı. 1895 yılı Eylül ayına kadar devam etti. Büyük çoğunluğu İslam olmak üzere şehir nüfusunun yarısına yakın bir miktarı telef oldu…
Kolera bertaraf edildikten sonra dağıldıkları köylerden evlerine dönen Ermeniler, Rusya’dan kaçıp gelen komiteci ırkdaşlarının tahrik ve teşvikiyle… ayaklanma hazırlıklarına giriştiler…
Olaylar, 1 Kasım 1895 Cuma günü başladı… Her taraftan silah sesleri duyuldu. Şeyhmatar, Yenihan, Sipahipazarı, Kürkçüler, belediye civarı, Haffaflar (Kavaflar), Çifteseki, Buğdaypazarı, Kazancılar, Uzunpazar sınırları içindeki 677 vakıf ve bir o kadar da şahıslara ait dükkân, fırın, ticarethane ve iş hanı tamamen yandı.
Ermenilerle Müslümanlar arasındaki çatışmalar üç gün sürdü. Müslümanlardan 70 şehid ve 80 yaralı, Ermenilerden 300 ölü ve 120 yaralı bulunduğu saptandı.
İstanbul sorgu hâkimi Mehmed Emin, Albay Sadık, Abdurrahim Nafiz, Beyoğlu sorgu hâkimi Ohannes Torosyan’dan oluşan tahkikat heyetinin 12 Eylül 1896 tarihli raporunda ise şu ibare yer alıyordu:
…Öteden beri Diyarbakır’da emniyet ile asayiş tam ve mükemmel olduğundan herkes işi ve gücüyle meşgul idi…
Konumuz Müslim-gayrimüslim çatışması olmadığı için, olayın ayrıntılarına girmiyoruz. Üstünde durmak istediğimiz esas nokta şudur:
Tahkikat Heyeti’nin yukarıdaki raporunda bahsedilen “Öteden beri Diyarbakır’da asayiş tam ve berkemal idi” ibaresinin doğru olup olmadığıdır.
Bize göre bu ibare devletin resmi söylemidir ki, denetimi altındaki topraklarda her şeyin güllük gülistanlık olduğu izlenimi yaratmayı amaçlamaktadır.
Diyarbakır (Kara Amid veya Amed), çağlardan beri siyasal, toplumsal ve kültürel faaliyetlerin merkezi olagelmiştir. Çok savaşlar görmüş, kıtlık kıran geçirmiş, sayısız badireler atlatmıştır.
Biz, bu kadim şehrin tarihinde yaşanan ve ekonomik-toplumsal nedenlere dayalı huzursuzluk, kalkışma, taşkınlık, çatışma, protesto ve isyanlara örnekler vermekle yetineceğiz.
Sunulan örnekleri, ana konumuz olan Osmanlı zamanındaki halk hareketleri hakkındaki bilgileri içeren dört ana kaynaktan edindik.
İlk kaynağımız, Ş. Beysanoğlu’nun yukarıda anılan kitabıdır ve 1515 yılında Osmanlı tarafından fethedilen Diyarbakır’daki bazı olayları ana başlıklarıyla vermektedir:
- 1631-32’deki Yeniçerilerin Diyarbakır Ayaklanması ve Sadrazam Hüsrev Paşa’nın idamı.
- Yaklaşık 40 bin müridi olduğu söylenen Nakşibendî Şeyhi Aziz Mahmud Urmevi’nin Padişah IV. Murat’ın buyruğuyla 1638’de idam edilmesi.
- 1819 yılı ve devamında Millî aşiretinden şehre vali yapılan Deli Behram Paşa olayı ve ona karşı Diyarbekir’deki ayaklanma.
- 1898’deki Vali Halid Bey olayı. Özellikle eşi Makbule Hanım’ın onun idari işlerine karışması ve bürokrasiye istediği kimseleri tayin ettirmesi sonucu yaşanan yolsuzluklar. Eşinden korkan “Kılıbık Vali”nin Ziya Gökalp gibi genç fikirlilere karşı husumeti nedeniyle aldığı sert tedbirlere ve aynı zamanda eşraftan bazılarıyla sürtüşmesi gibi haksızlıklara karşı şehir halkının dışarıya taşan tepkileri…
- Birçok aşireti etrafında birleştiren Millî aşireti reisi meşhur İbrahim Paşa’nın Sultan II. Abdülhamid tarafından bölgedeki Hamidiye Alayları komutanı tayin edilmesinden sonra onun çevrede başına buyruk hareket etmesinden bizar olan eşraf kesimiyle devletin Paşa’yı hizaya getirmek amacıyla halktan gönüllüler ile asker sevk etmesi sonucu İbrahim Millî’nin takipten kurtulmak için kaçarken yolda vefat etmesi (1908) vb.
İkinci kaynağımız, 2017’de Diyarbakır Dicle Üniversitesinde öğretim görevlisi olan Doç. Dr. Oktay Bozan’ın, “20. Yüzyılın Başında Eşraf-Aşiret Çatışması: Milli Aşireti ve Diyarbakır Eşrafı Örneği” (Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 2017) başlıklı makalesidir.
Yazar, daha çok aşiret-eşraf çatışması üzerine yoğunlaşmıştır; özetleyerek alıyoruz:
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da sosyal-politik-ekonomik düzenin ortaya çıkardığı birtakım ananevi mahalli güçler vardı.
XIX. yüzyıla kadar ‘mahalli güçler’ kavramı içinde genellikle Müslüman toplulukların kendi klasik sosyal örgütlenmeleri çerçevesinde, kırsal örgütlenme tarzı olarak aşiretler ve kentsel örgütlenme tarzı olarak da eşraf yer alıyordu.
Eşraf ile ilgili kavramsallaştırmalar genellikle ‘ayan, erkân ve vücûh’ kavramları üzerinden yapılmıştır… Vilayet, sancak ve kaza merkezlerinde bulunan eşraf, Tanzimat’tan itibaren politik-idari-kültürel yönden şehirde egemen durumda idi.
Valileri etki altına alabiliyor, reformlarda söz sahibi olabiliyor, reformlarla ilgili komisyonlara ve mahalli yönetime katılabiliyorlardı. Bu gibi imtiyazlarını yitirmemek için merkezi otoritenin fazla kuvvetlenmesini istemiyorlardı.
(Eşraf), zaten mahalli otoriteleri çeşitli yollarla elde edebiliyorlardı. Diğer taraftan kırsal bölgelerdeki aşiret reislerine ve ağalara da resmi yollardan baskı yaptırarak nüfuzlarını artırıyorlardı. Şehirli eşrafın gücünün karşısında ise denge unsuru olabilecek, kırsal bölgelerde oturan göçebe ve yarı göçebe aşiretler vardı…
Bozan, İbrahim (Millî) Paşa özelinde aşiretlerle eşraf arasındaki ilişkileri irdeliyor;
“İbrahim Paşa’nın Diyarbakır eşrafı ile yaptığı mücadele bağlamında onun devletin emrinde bir Hamidiye Paşası mı, geleneksel aşiret mücadelesi veren bir aşiret reisi mi, yoksa müstakil bir idare kurma amacı taşıyan bir feodal bey mi olduğu ortaya konulacaktır…” diyerek şöyle devam ediyor:
Öncelikle şunu ifade edelim ki, ünü yöresel boyutları aşan ve en önemli Hamidiye komutanı olan Milli Aşireti Reisi İbrahim Paşa, kaynaklarda genellikle olumsuz sıfatlarla tanımlanmıştır…
İbrahim Paşa’nın devlete sadık bir Hamidiye komutanı olmadığı, sahip olduğu gücü kötüye kullandığı; fırsat buldukça askeri ve mülki kurumları yok sayarak geleneksel aşiret yapısına dayalı mahalli bir güç tesis etmeye çalıştığını söyleyebiliriz.
Bu arada (İbrahim Paşa’ya karşı yapılan şikâyet ve protestoları), Diyarbakır’da eşrafın öncülük ettiği postane baskınlarına tabandan destek bulan ve vilayet sakinlerinin hemen hemen tamamının desteklediği bir halk hareketi olarak da değerlendirmek mümkündür.
İbrahim Paşa hakkında giderek artan şikâyetler üzerine meselenin sağlıklı bir şekilde incelenip karara bağlanması için bir tahkikat komisyonunun kurulması kararlaştırılmıştır.
Milli Aşireti’nin tecavüz ve tahribatından dolayı 1900 senesinden bugüne (1907’ye) kadar Diyarbakır’ın Yenişehir nahiyesi ile Siverek, Mardin ve merkez kazasına ait olmak üzere ‘virgü, aşâr ve ağnâmdan’ hazine beş milyon zarar etmiştir. Aynı şekilde Yenişehir civarındaki Nebi Eyyub Vakfı’ndan on bir köyün aşarından vakıf hazinesi 796 bin kuruş ziyana uğramıştır.
Halep Vilayetinden tahkikat komisyonuna gönderilen resmi kayıtlar ile Urfa ve Zor (Deyri- Zor) mutasarrıflıklarından gelen defter ve telgraflarda da o bölgelerin dahi bir hayli ziyan ve hasaratının olduğu görülmektedir. Keza bu civar ahalisinden çok sayıda kişinin de ziyana, hasara ve hatta cinayetlere maruz kaldığı, valiliğin sunduğu keşif defterlerinde kayıtlıdır…
Üçüncü kaynağımız, Elazığ Fırat Üniversitesi öğretim görevlisi Yılmaz Çelik’in “Osmanlı Döneminde Diyarbakır’da Yönetim-Halk Münasebetleri” başlıklı makalesidir.
Çelik’e göre; Diyarbakır’daki olumsuz hadiselerle gelişmelerin ana sebebi, 19’ncu yüzyılda Osmanlı’da yaşanan iktisadi, idari ve askeri alanlardaki çözülmenin giderek belirgin hal almasıdır.
1810 ve 1817’de yaşanan kıtlık afetine ek olarak 1815-16, 1827 ve 1848 yıllarında görülen veba ile 1843, 1848, 1851 ve 1879’da meydana gelen kolera salgınları sadece çok sayıda insanın kırılmasına değil, aynı zamanda çevrenin geniş ölçüde tahrip olmasına, kitlesel göç hareketine ve yaygın asayişsizliğe de yol açmıştır.
Merkezi yönetimin zayıflamasıyla birlikte henüz yerleşik hayata geçmemiş olan aşiretler, bir geçim yolu olarak eşkıyalık faaliyetlerine başlamışlardır.
Diyarbakır ve yakın çevresi adeta eşkıya istilasına uğramıştır. Devleti fazlaca uğraştıran aşiretlerin başında Millî, Omeranlu, Ali Reşi (Reşvan), Behramki milislerinin geldiği kayda geçilmiş; 1825-1843 yılları arasında kervanlar soyulmuş ve bilhassa Diyarbakır Eyaleti kazalarında büyük tahribatlar yaptıkları tespit edilmiştir.
Asayiş ihlalleri sadece kırsal alanla sınırlı değildir. Şehirlerdeki vali, mütesellim, voyvoda, şehir kethüdası, ayan, kadı, naib ve müftü gibi devlet görevlilerinin de halka baskı ve haksızlık yaptıkları çokça görülmüştür.
Özellikle büyük ölçüde söz sahibi olan mütesellim denen görevliler, Osmanlı yönetimi ile halk ilişkilerinin bozulmasında, ciddi sorunların ortaya çıkmasında rol oynamışlardır.
Başta vali olmak üzere yukarıda bahsedilen yetkililerin halka yönelik izledikleri olumsuz politikalar, o tarihte Diyarbakır’da büyük karışıklıklara yol açmıştır.
İlk kez 1802 tarihinde görülen halk tepkisi ‘Diyarbakır İhtilali’ olarak tarihe geçmiştir. Sebebi şudur:
1800-1801 tarihleri arasında Diyarbakır eyaleti valiliğini yürüten Hüseyin Paşa zamanında, halktan haksız yere birçok kişi öldürülmüştür.
Onun zamanında, Diyarbakır Voyvodası Hacı Emin Ağa, Diyarbakır Müftüsü Mesud Efendi’nin konağını kışla hâline getirerek, şehirde görevli olan askerlerden ‘Otuzbir Ortası’ adı altında yeni bir askeri sınıf oluşturmuş ve bu kişiler halka büyük eziyetler yapmıştır.
Dolayısıyla, 1802 yılında meydana gelen bu karışıklığın asıl sebebini, halkın rızası dışında kurulan ve beldenin asayişini büyük ölçüde bozan askerlerin oluşturduğu ‘Otuzbir Ortası’nın hareketleri teşkil etmiştir…
Diyarbakır mütesellimliği yapan İbrahim Beğ, Hüseyin Paşa’nın azlinden sonra Mardin’e kaçmış olsa da burada ele geçirilerek, idam ettirilmiş ve bütün mallarına el konulmuştur.
Görevde kaldığı süre içerisinde halktan büyük miktarda paralar toplayarak servet sahibi olmuş, ancak bunun bedelini canıyla ödemek zorunda kalmıştır.
Hüseyin Paşa’dan sonra gelen Mehmed Paşa, ‘Otuzbir Ortası’ isimli haraççı, haydut ve ırz düşmanı zalim askeri birliği ortadan kaldırmak üzere harekete geçmiş; bunu fırsat bilen şehir halkı da zalimler ve eşkıyalık yapanlara karşı sokağa taşmıştır.
Bu arada esnaf, ulema ve bu karışıklıktan istifade eden bazı eşkıyalar da ayaklanmıştır. Diyarbakır şehrinde meydana gelen bu büyük karışıklık, 3 gün sürmüş ve şehirde büyük tahribata yol açmıştır.
1802 tarihinde Diyarbakır’da meydana gelen bu hadiseler sırasında ‘Diyarbakır Mengenehanesi’ (zeytin, üzüm, susam, kendir gibi ürünlerin sıkılması için gerekli alet ve edevatı barındıran mekanizma veya ateşte demirin işlendiği mengene atölyesi yahut işçilere mahsus odalarla atölye müştemilatından oluşan bina) tahrip edilmiştir.
Hadiselerin bastırılmasında sonra ‘Diyarbakır Divanında’ alınan bir kararla; 1 Temmuz 1803 tarihinde ‘Otuzbir Ortası’ kaldırılmış; tahribatı yapan esnafa, mengenehanenin tamiri ve bir daha yıkılmaması amacıyla 30 bin kuruş ceza kesilmiştir.
Buna karşılık olaylara karışanların büyük kısmı affedilmiştir.
Olayın ardından pek çok kişi sürgüne gönderilmiştir. Bunların başında Diyarbakır Müftüsü Mesud Efendi ile naibi Salih Efendi ve ulemadan 31 kişi bulunuyordu.
Ancak, eski valilerden Şeyhzade İbrahim Paşa’nın ricasıyla tamamı affedilmiştir.
Bu kalkışmayı, üç kitlesel isyan izlemiştir:
1808-1809 yıllarında Vali Mehmet Şerif Paşa’nın zulmüne karşı başkaldırı olmuş; halkla birleşen Şeyhzade İbrahim Paşa, valiyi şehirden çıkartmıştır.
1817-1818’de ise halka eziyet ve haksızlık eden Vali Zeynel Abidin, halkın itirazı nedeniyle görevinden alınıp Ermenek’e sürülmüştür.
Yerine gelen Ali Paşa da halka direnemeyip sekiz ay sonra görevinden alınmıştır. 1819’da yerine geçen Millî aşiretinden Deli Behram Paşa, daha büyük bir isyana sebep olmuştur.
Ekim ayına kadar süren isyan sırasında sonuçta halk zararlı çıkmıştır.
Dördüncü kaynağımız, Özge Ertem’in “1880 Diyarbakır Ekmek İsyanı” başlığıyla kaleme aldığı (Toplumsal Tarih dergisi, Şubat 2010) dikkat çekici makaledir.
European University Institute-Tarih ve Uygarlık Bölümü Doktora öğrencisiyken 27 Mayıs 1880 tarihinde bu yazısını kaleme alan Ertem, yararlandığı bilgileri, Protestan cemaate hitap eden New-York Evangelist dergisinde yayınlanmış olan bir mektuba dayandırmıştır.
Buna göre; Diyarbakır Protestan Ermeni Cemaati ruhani önderi Boyacıyan 9 Nisan tarihli bir mektup göndererek Osmanlı Devleti’nin Doğu vilayetlerinde, 1880’de ortaya çıkan ve en az 10 bin kişinin ölümüne yol açan kıtlığın önemli bir belgesini sunmuştur:
Savaşın sefaleti daha üstümüzden kalkmadan, yeni ve büyük felaketlerle karşı karşıya kaldık. Halk büyük kıtlık yüzünden perişan; ekmek normal fiyatının en az 16 kat üstüne fırlamış durumda.
Ekmeğin yerine konulabilecek her şeyin fiyatı çok daha yüksek. Musul, Mardin, Siirt, Van ve Bayezid’e göre burası yine de ucuz. Bu şehirde yardımla yaşayan 4 binden fazla insan var; sokaklar, dilencilerle dolu. Bunların pek çoğu açlıktan ölüyor…
Kıtlık o kadar dehşet boyutlarda ki hiçbir yardım, ülkeyi kaçınılmaz felaketten kurtaramaz. Sert kışın şiddeti, yoksulun acısını 10 kat daha artırdı. Tanrı, yardımcımız olsun.
Aynı dönemde, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı açlık ve yoksulluğun artmasına yol açmıştı. İnsan gücü (askerlerin cephede ölüp yaralanmaları gibi) ve maddi kaynaklar savaş sırasındaki seferberlikte büyük ölçüde tükenmişti.
Ekonomik sıkıntıya ek olarak halktan alınan vergiler ağırlaştırılmıştı.
Özge Ertem şöyle devam ediyor:
İngiliz Konsolosu Herbert Chermside, bölgedeki gezisi sırasında şu raporu yazmıştı:
‘Halep’ten Musul’a, Musul’dan Harput’a kadarki bölgede halkın büyük çoğunluğu, açlıkla mücadele ediyor.’
Konsolos raporuna bakılırsa; Van civarındaki köylerden gelen kitlesel açlık ve yağma haberleri, Diyarbakır ile Halep’tekilerinin aynıdır… Bu nedenlerle farklı yörelerde iki türlü asayiş ihlali ve çatışma yaşanabilmektedir.
Biri, oluşan kaos ortamında halkın protesto ve kendiliğinden gelişen kalkışmaları; diğeri besin maddeleri gibi ekonomik kaynaklar üzerinde kimlerin söz ve hak sahibi olacağı yönündeki vurgunculuk kavgaları.
‘Ekmek isyanı’ da bu yüzden meydana gelmiştir. Vali İzzet Paşa; 14 Haziran 1880’de Diyarbakır şehir merkezindeki bu isyanı, ‘yüz-yüz elli kadar sebükmağz’ın (ahmak güruhun) gerçekleştirdiğini rapor etmiştir.
İngiltere’nin Halep’teki konsolosu Henry D. Barnham, 19 Haziran’da konuya ilişkin bir rapor hazırlamıştır.
Buna göre: ‘Diyarbakır’da ekmek fiyatı, 90 paraya kadar fırlamıştır. Bu, normal fiyatın 10 katıdır. Halkın kafasını asıl kurcalayan şey, bu fahiş zamdan ziyade, yakın dönemde Harput ile Sivas’tan yardım için gönderilen yüklü miktardaki tahıla ne olduğu konusudur.
Yeterli tahıl geldiği halde, fiyatların niçin fırladığıdır! Soru işaretlerinin okları, İdare Meclisi üyeleri olan stokçu tüccar takımına yönelmiş; bunlar, gönderilen tahılı kendi bencil amaçları için kullanmakla suçlanmıştır.
İngiliz Konsolosunun aynı raporu, vaziyeti şöyle açıklamıştır:
İsyan eden halkın asıl hedefi, İdare Meclisi üyesi, Katolik Ermeni muteberanından (itibarlı kişilerinden) Oseb Kazazyan idi. Çünkü o, uzun bir zaman önce şehrin ekmeğini 50 paraya sağlayacağının güvencesiyle, birçok tahıl tüccarının ismini, temin edeceği tahıl miktarını ve fiyatını içeren bir sözleşme yapmış, fakat ilk posta tahıl tükendiği anda, bu liste tamamen değiştirilmiştir.
Bu huzursuzluk, bazı fırın sahiplerinin halka kirli ve bozuk unlarla yaptığı ekmekleri satmalarıyla birlikte daha da artmış; bu arada ekmek satan sadece iki fırın kalmıştır. Ticari faaliyetleriyle ünlenmiş İdare Meclis üyeleri, söz verdikleri ekmek fiyatlarını sağlayamadılar; daha kötüsü, yenmesi imkânsız ekmekler sattılar. Sonuç; halkın isyanı!
İsyandan iki gün önce halktan birkaç kişi, şu talepleri içeren bir dilekçe hazırladılar: Oseb Efendi, Hacı Mehmet, Serkis Ağa, Minasyan Ohannes Efendi ve diğer bazılarının meclisteki görevden alınması, tahıl sözleşmelerinin iptal edilmesi; bunun yerine ekmeğin temin ve satış işinin fırıncılara bırakılması.
Dilekçede imzası olanlar, Vali İzzet Paşa aracılığıyla İstanbul’daki hükümet yetkilileriyle yabancı büyükelçiliklerin yanı sıra payitahttaki Ermeni, Rum ve Musevi ruhani önderlerine dilekçenin bir nüshasını göndermişler.
Diyarbakır Başmüdürlüğü’nden Telgraf Nezareti’ne yazının gönderilmesi sırasında, telgrafhanede biriken kalabalık herhangi olumsuz bir harekette bulunmamış; ancak Oseb Kazazyan ile Çerçizade Hacı Mehmet gibi ‘muhtekirlerin’ (stokçu/vurguncuların) 100 kuruşa satmaları gereken zahireyi, öteye beriye saldıkları adamları vasıtasıyla 300 kuruşa satmaya kalkarak ahalinin yiyecek ve yakacağına el koydukları konusunda şikâyetçi olmuştur.
Vali’nin nitelemesiyle, ‘Müslüman ve Ermeni çevresinden 100-150 kadar sebükmağzdan (dangalak, ahmaktan) oluşan bir avuç çapulcu, ekmek fırınlarına hücum etmekle kalmamış; Rus konsolosu ile adliye müfettişinin evlerine kadar gidip şikayette bulunmuş; nasihatlere aldırmayıp, tellal aracılığıyla halkı Cami-i Kebir çevresinde toplanmaya çağırmışlar. Orada toplanan 500-600 kişi, bin türlü söz söylemek (aleyhte slogan, protesto sözleri) suretiyle asayişi ihlal edecek dereceye getirmiştir.
O gün herhangi bir vukuat olmamıştır. Ertesi günü Oseb Efendi, aleyhinde dilekçe verenlerin cezalandırılmalarını istemiş; ancak Adliye Müfettişi bu talebi reddetmekle kalmamış; Oseb Efendi ve benzeri stokçu tüccarların kendi güvenlikleri için bir süreliğine şehir dışına çıkmalarını tavsiye etmiştir.
O makamdan çıkıp Bidayet Mahkemesi’ne gitmekte olan Oseb Efendi, çoğu Hıristiyan olan protestocular tarafından engellenmiş, önü kesilerek kendisi ‘şehirdeki sefaletin baş müsebbibi’ olmakla suçlanmıştır.
Oseb Efendi, onlarla alay etmeye kalkışınca da taş yağmuruna tutulmuştur. Oseb Efendi’nin mahkeme binasına sığınması üzerine, halk pencere camlarını kırmış, içeri girerek bu vurguncuyu linç etmeye kalkışmıştır.
Polisin siper olması sonucu zorbela kurtulabilmiştir. Hıncı dinmeyen kalabalık, Oseb Efendi’nin evine yönelince çarşı-pazardaki insanlar da onlara katılmıştır. Esnaf ve tüccar kepenkleri kapatarak evlerine gitmiştir.
İsyan haberi evine ulaştığında, Vali İzzet Paşa korkudan donakalmıştır. Asker devreye girmiş ancak ateş açmamıştır. Çembere alınan Oseb Efendi’nin evi taşlanmış, taraçadan hücuma maruz kalmıştır. Arbede sırasında iki kişi ölmüş, 17 kişi yaralanmıştır.
Olaydan hemen sonra hükümet konağında acilen toplanan İdare Meclisi, ‘stokçuluk ve vurgunculuk’ ile suçlananların şehri hemen terk etmeleri yönünde karar almıştır. Halkın valiye yaptığı baskı sonucunda Meclis’in kalıcı olmayan üyelerinin de görevlerine son verilmiştir…”
Dört farklı kaynaktan aldığımız olaylar ile halk hareketi örnekleri şunu gösteriyor: Diyarbakır ahalisi, çağlar boyu birçok sıkıntı, eziyet, felaket ve zulümle karşılaşmış; ancak yeri geldikçe hakkını korumak üzere sesini yükseltmesini de bilmiştir.
Ekonomik ve sosyal anlamda şiddet uygulayan, rüşvet alan, yolsuzluk yapan ve halkı aşağılayarak eziyet eden zalim yöneticilere boyun eğmemiştir. Taleplerini dile getirmiş ve istediklerini elde etmeyi başarmıştır.
NOT: Daha fazla bilgi edinmek isteyenler için şu eserlere de bakılabilir:
1-) Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik, “Osmanlı Hakimiyeti Süresince Diyarbakır Eyaleti Valilieri: 1516-1838”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt 10, sayı 1. Yıl 2000.
2-) Mehmet Süreyya, Sicill-i Osmanî ile Diyarbekir Salnâmeleri isimli iki kitap.
3-) Abdulgani Bulduk, El-Cezire’nin Muhtasar Tarihi adlı eseri içinde yer alan, “Diyarbekir’in Acemlerden Fethini Müteakip Gelen Valilerin Terâcim-i Hâllerini Mübeyyin Tarihçe” başlıklı bölüm.
4-) Sait Paşa, Diyarbekir Tarihçesi. Bu eser, şehrin dinsel ve toplumsal yapısına dair dikkat çekici bilgiler içeriyor. Diyarbekir’in dinî ve sosyal yapıları hakkında bilgi vermesi bakımından önemlidir.
© The Independentturkis