1982 Dersim/Tunceli doğumlu Dr. Yalçın Çakmak, Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü’nde lisans (2005), yüksek lisans (2012) ve doktorasını (2018) tamamladı. Kızılbaş/Alevilik, Bektaşilik, Türkiye’de dinî ve etnik gruplar başta olmak üzere dinler tarihi, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi dinî, toplumsal ve siyasal yaşam çalışma alanları arasındadır.
2019 yılından itibaren Munzur Üniversitesi Tarih Bölümü’nde akademik çalışmalarını sürdürüyor. Tarih Vakfı Mütevelli Kurulu üyesidir.
Bu arada kendisi KIYMIK (YouTube) ve KEBİKEÇ (Gazete Duvar) isimli programlarda uzman olduğu konular çerçevesinde yayın yapmaktadır.
Öğretim üyesi Çakmak ile ikinci basımı 2020’de (İletişim Yayıncılık) gerçekleşen “Sultanın Kızılbaşları: II. Abdülhamid Dönemi Alevi Algısı ve Siyaseti” hakkında söyleşi yaptık.
Söyleşiye geçmeden önce, kitaba sunuş yazısını yazan Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın dikkatimi çeken birkaç tespitini aktarmanın yararlı olabileceğini düşünüyorum:
Alevilik, bugünün Türkiye’nin kültürel ve ideolojik karmaşa ortamında bir kimlik ve aidiyet meselesi olarak başlıca şu üç problemle baş etmeye çalışıyor:
1) Yüzyıllar içinden bugüne yansıyan ve büyük ölçüde en az Alevi inançları kadar önemli Aleviliğin tarihi problemi.
2) Halâ oluşturulmakta zorlanılan, sistematize edilmemiş, Kerbela kültüne sıkışıp kalmış, çeşitli çevrelerce bir o yana bir bu yana çekilen teoloji problemi.
3) Cumhuriyet’in Batılılaşma çabası sürecinde iç ve dış dinamiklerin zorladığı toplumsal değişiminbir parçası olarak, eski nesil ile yeni nesil arasında giderek açılan zihniyet farklılaşmasının günlük hayata yansıyan modernleşme problemi.
Bunlar, kısaca Türkiye Alevilerinin ve Avrupa’daki Alevi diasporasının baş etmesi gereken temel problemler…
Prof. A. Y. Ocak’ın birkaç iddialı tespiti daha var:
- “Aslında Bektaşilik, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde fazla problemle karşılaşmadı. Kentli yapısıyla bilinen bu inanç, son 20-30 yıldır Bektaşiliğin Alevilikle aynı yapıymış gibi gösterilmektedir. Oysa her ikisinin (bazı inanç ve ritüel benzerlikleri olmasına rağmen) farklı olgular olduğu, ehlince çok iyi bilinir.
- Kökü 1960’lı yıllarda gelişmeye başlayan fakat asıl 1990’larda Türkiye’nin siyasal, toplumsal ve ideolojik gündemine ağırlıklı biçimde oturan Alevilik, o tarihten beri bazı Avrupa ülkeleri ve üniversitelerinin yoğun ilgisine mazhar olmuştur.
- Oysa Türk üniversiteleri, aynı dönemde Alevilik-Bektaşilik konusuna hayli uzak ve sessiz kaldılar. Sonradan devreye giren antropoloji ve sosyoloji bölümündeki kimi araştırıcılar da, Aleviliğin tarih içindeki serüvenini kavrayamadılar. Modernleşme olgusu dâhilinde bu konuyu ele aldılar. Böylece sağlam bir zemin ve dayanaktan mahrum kaldılar.
- Alevi aydınlarının 1990’lı yılların sonundan itibaren devreye girip yayın hayatına başlamaları, Alevilik meselesinin aydınlatmadı; tersine, daha karmaşık hale getirdi. Piyasa, ehliyetli ehliyetsiz kalemlerden çıkanbir yığın yayınla doldu ve doluyor. Bilimsel nitelik ve kaliteden çok, spekülasyona yönelik ve sırf Alevi oldukları için sadece kendilerinin bu konuda söz söyleme yetkisine sahip olduklarını vehmeden Alevi aydınlarının kaleminden çıkan çok sayıda metotsuz ve kalitesiz ideolojik yayın, tam bir bilgi kirliliği yarattı.”
Yazar Dr. Yalçın Çakmak’ın tez danışmanı Mehmet Özden ise, aynı kitabın önsöz bölümüne “tarih, aşırı kibirden nefret eder” (Charles Tilly’den alınma) ibaresiyle başlayarak, ezber dışı bazı noktaları vurguluyor.
Söz gelimi diyor ki;
“Türk muhafazakârlığının Sultan Abdülhamid imgesi, onun son muktedir halife-sultan oluşunu merkeze alır. Politik kudret takıntılı bu imgeye aynı zamanda milli, İslamî değerler eklenir. İronik olan, günümüz muhafazakârlarının bu icat edilmiş imgede gördükleri İslamî auoraya (kutup bölgesindeki doğal ışıma bölgeleri, ortam), dönemin Mehmet Akif, Said halim Paya ve (şeyhülislam) Musa Kazım Efendi gibi İslamcılar hiç itibar etmemişlerdir.
Balkanlardaki Melami ve Bektaşi çevreleri de bu listeye eklenebilir. Her üç kesim de (dönemin İslamcı şahsiyetleri, Melami ve Bektaşi çevreleri), pozitivist Jön Türkler gibi Abdülhamid rejimini istibdat (despotluk) ile suçlamışlar.
Diğer yandan döneme dair ortalama bir bilgi sahibinin fark edeceği gibi Sultan Abdülhamid, baş-tabibi Rum, ser-mimarı Ermeni, sarayında İtalyan operetlerine hasredilmiş özel bir yapısı olan, Siyonist önderlerle pazarlıktan çekinmeyen, şimendifer, telgraf hatları düşkünü, medrese softası yerine Mekteb-i Mülkiye-i Şahane mezunlarına itibar eden, babası Abülmecit ile dedesi Mahmut gibi modern bir sultan.
O’nun şahsında Sultan Ahmet Camii imamı ile Halveti (tarikatı) şeyhinin bir karışımını görmek, bu sebeple akıl kârı değil. Keza kurduğu rejim, köhne bir ‘şark despotizmi’i değil, tipik bir aydınlanmış monarşi örneği…
Yalçın Çakmak’ın şimdi Sultan’ın Kızılbaşları olarak kitaplaştırılan tezi, aslında birçok suali gibi merkezine şu soruyu alarak cevap arıyor: Sultan Hamid’in 33 yıllık saltanat devrinde devlet-i aliyyenin belirgin-somut bir Kızılbaş/Alevi siyasetinden bahsedebilir miyiz?..
Yalçın Çakmak’ın bu kitabı, hurafe-yoğun bir alanda, belge-yorum dengesini gözeten, her soruya hazır cevaplar vermek yerine yeni sorular ve tartışmalar için akademik bir zemin sağlıyor.”
Dr. Çakmak, konuya ilişkin sorulara aşağıdaki yanıtları verdi. Gramer açısından kendi yazı üslubuna hemen hiç dokunmadım.
– 19. yüzyılda Bektaşi ve Kızılbaş tarihi adına başlangıç olarak ne söyleyebiliriz?
19. yüzyıl birçok açıdan Bektaşi ve Kızılbaş toplumu için birtakım yenilikleri beraberinde getirdi.
Tabii, aynı zamanda geçmişten itibaren sürdüregeldikleri yakınlıklarını da pekiştirdi. Buna vesile olan dolaylı hadise de 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın lağvıyla Bektaşiliğin yasaklanmasının getirdiği baskıdır.
Bektaşiler ile Kızılbaşlar arasındaki yakınlaşma da hemen değil, daha çok söz konusu yüzyılın ikinci yarısında gelişecektir.
Bektaşiliğin yasaklanması öncelikle tarikat içinde bir kırılma yarattı. Daha doğrusu, Balkan kolu Babaganlar ile (Anadolu’daki) Çelebiler arasındaki çelişkiyi daha da derinleştirdi.
Zira tarikat yasaklanıp, birçok tekkesine Nakşibendî şeyhleri atanırken yanlarında Çelebilerden ziyade Babaganlara yer verildi.
Devlet bu tarikatın mal varlığına ve vakıflarına, tabirimi mazur görün lütfen, bir nevi “çöktü”.
Böyle olunca da Babaganların aksine, Hacı Bektaş’ın soyundan geldiğini dile getiren ve tekkeler içerisinde etkinlikleri azalan Çelebiler kendilerine yeni faaliyet alanları yaratma yoluna girdiler.
Bu da Kızılbaş ocakları ve toplumu ile daha da yakınlaşmalarını beraberinde getirdi.
İşte 19. yüzyılın sonlarında Anadolu’daki bu Kızılbaşlar içerisinde etkileri giderek artan Çelebilerin tesiriyle yeni bir oluşum meydana geldi.
Günümüzde “Alevilik” dediğimiz inanç, böyle bir oluşumun sonucudur. Şöyle diyebiliriz: Bektaşiliğin Çelebi kolu ile Kızılbaş toplum ve ocaklarının bütünleşmesi sonucu meydana gelen karışım Alevilik ortak adını aldı.
“Bektaşilik” adı ise, daha çok 1925 yılındaki Tekke ve Zaviyelerin Yasaklanması ile Türkiye’de etkinliği azalıp asıl üssü olan Balkanlara çekilen Babaganlara verildi. Bu nitelendirme, bugüne değin devam etmiştir.
Alevilerin misyonerlerle ilişkisi
Bu yüzyıl, aynı zamanda Batılıların yoğun baskılarıyla Osmanlı toprakları üzerinde misyonerlerin etkinliklerini hissettirdikleri bir yüzyıldır.
Başlangıç itibarıyla Protestan olmayan Hıristiyanları Protestanlaştırmak için çalışmalara başlayan Amerikalı misyonerler, bilhassa 19. yüzyılın ikinci yarısında Doğu’da açtıkları istasyonlar ile Ermenilere yönelik çalışmalara yöneldiler.
Etkinlik sahası giderek genişleyen bu misyonerler, bir anda karşılarında Kızılbaşları da gördüler.
İlk etapta kendilerinden ilgi çekici bir topluluk olarak bahsederlerken giderek bu topluluğu da Protestanlaştırma amacı güttüler.
Zira Kızılbaşları Anadolu’nun pagan Hıristiyanları olarak gördükleri ve Kızılbaş ayinleri ile Hıristiyan ayinleri arasında yakınlık kurdukları çok örneğe rastlarız.
Ama genel tabloya bakınca, Kızılbaşları yine de istedikleri düzeyde Protestanlaştırmamışlardır.
Bilhassa Sivas ve Dersim’de bazı Kızılbaşların misyonerler ile ilişkiye geçtikleri hatta Protestan olduklarını iddia ettikleri örnekler de söz konusu.
Fakat ifade ettiğim gibi bunlar çok tekil örnekler.Sonrasında aynı kişilerin bu iddialarına devam edip etmedikleri ya da gerçekten de Hıristiyanlaşmalarında samimi olup olmadıklarını bilmiyoruz.
Diğer yandan tüm bu hadiselerde devletin tavrı da etkili olur. Öyle ki misyonerlerin Kızılbaşlar ile temas geliştirmeleri devlet açısından zaten tehlike olarak görülen her iki topluluğa yönelik şüpheleri giderek attırmıştır.
Bir de misyonerler ile Ermeniler ve Ermeniler ile Kızılbaşlar arasında geliştiği iddia edilen ilişki iddiaları söz konusudur.
Bu da dönemin bürokratlarınca kaleme alınan layiha veya raporlarda, Ermeniler ile Kızılbaşlar arasındaki yakınlaşmanın diğer bir ifade ile farkın “soğan zarı kadar olduğu” gibi değerlendirmelerle ifade edilmesine vesile olacaktır.
Bir yanda misyonerler diğer tarafta da Ermenilerin Kızılbaşlarla ilişkili oldukları düşüncesi bilhassa II. Abdülhamid döneminde yüksek derecede bir tehlike olarak algılanıp, devletin siyaset geliştirilmesine vesile oldu.
Tabii, bu layihalarda bürokratların Abdülhamid’in korkularına oynayarak onun gözüne girme arayışlarının etkisi de göz ardı edilmemelidir.
Mesela dönemin Sivas ve Ankara valiliklerinde bulunan Mehmet Memduh Paşa buralardaki görev süresince, bilhassa Kızılbaşlar ile Ermeniler arasındaki yakınlaşmaya vurgu yaparak zamanın devlet siyaseti nazarında büyük bir problem olarak görülen Ermeni korkusu üzerinden bu dili çok kullanacaktır.
En sonunda da Abdülhamid’in güvenilir bir bürokratı sıfatıyla Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) olur. Benzer söyleminin nazır olduktan sonra da devam ettiğini görürüz.
– Devletin İslam birliği (Panislamizm) siyaseti ve Müslümanları bir çatı altında toplama anlayışı Kızılbaşlara da uzadı.
II. Abdülhamid vesveseli, şüpheci bir padişah. Bunda kendi kişisel tecrübeleri ve devletin yaşadığı toprak kayıplarının rolü büyüktür.
1881 yılında Mithat Paşa’yı tasfiye ederek tüm ipleri eline almasıyla, yeni bir yönetimsellik anlayışını oturtmaya başladı.
Bunun için de bilhassa İslam ümmetinin başı olarak halifeliği Avrupalı devletlere karşı bir koz olarak kullanmıştır.
Söz konusu siyasete de genelde panislamizm adı verilmektedir. Ama bu vurgu sanıldığı gibi sadece dışta değil, iç siyasette de etkili kılınmaya çalışıldı.
Yani elde kalan topraklardaki toplumun, daha doğrusu din ve mezhep statüsü üzerinden, henüz bir statü kazanmayanların tashih-i akaid adı verilen “inançların düzeltilmesi” siyasetiyle gerçek Müslümanlık olarak görülen Sünnileştirilmesi anlayışı.
Bunun içinde Nusayriler, Kızılbaşlar ve Şiiler kadar Müslüman olmayan Ezidiler ve İstavri adı verilen Kripto Hıristiyanlar da yer almıştır.
Hatta bizzat devletin arzu ettiğinin dışında, daha çok taşrada, inançlarının bozulduğu yahut yeteri kadar yerine getirmedikleri belirtilen bazı Sünnilerin inançlarının düzeltilmesine de yer verilir.
Ben çalışmamda elimden geldiğince tüm bu topluluklara yönelik devlet söyleminde adeta bir idyolekt (kendine özgü bir dil/söylem planlaması) haline gelen tashih-i akaid siyasetine eğildim.
Daha doğrusu esas konum olan II. Abdülhamid döneminde Kızılbaş-Alevi topluluklarına yönelik siyaseti anlamak için diğerlerine de bakıp, bir karşılaştırma yapmanın olanaklarına odaklandım.
Bu açıdan da yöntem olarak iki izlek üzerinden hareket ettiğimi söyleyebilirim. İlki, devletin II. Abdülhamid dönemine gelinceye değin Kızılbaş-Alevilere yönelik siyaseti iken; diğeri de bu dönemde onlara uygulanan siyaset ve söylemin diğer topluluklarla benzerlik ve farklılıklarının neler olduğuydu.
Buna göre devletin, eğitim kurumlarının açılmasından başlayıp, dini görevlilerin gönderilmesi ve camilerin yapılması gibi bir dizi aparat (araç/aygıt) vesilesiyle Abdülhamid döneminde tashih-i akaidi tüm bu topluluklara yönelik benzer bir siyaset ile uygulamaya çalışırken, bunun içinde bilhassa Kızılbaşlara dair geçmişten beri taşınan ön yargıların olumsuz bir vurguyla resmi söylem ve özellikle taşra bürokrasisinin anlayışında özel bir yerinin olduğunu görürüz.
Çünkü Kızılbaşlar, Osmanlı Devleti’nin en erken olarak yani 16. yüzyıldan itibaren muhalif ve muarızı olan bir topluluk.
Bu nedenle Abdülhamid dönemi söylemi de söz konusu topluluğa yönelik menfi bir bakış açısı taşımakla beraber yine de onlara yönelik şiddet dışı pratiklere özellikle önem verir ki bunun başını da tashih-i akaid siyaseti çeker.
Tabii, bu dönemde Kızılbaş-Alevilere yönelik kökleşmiş ön yargılarının meydana getirdiği feci hadiselerin olduğunu da unutmamak gerek.
Mesela Malatya Dumuklu’da yaşanan katliam, bunun bir örneğidir ki Osmanlı Devleti’nin tarihinde ilk kez üst düzey bir bürokrat olarak Anadolu Umum Müfettişi Şakir Paşa, bunun yerel yöneticiler ve Sünni halkın dahiliyetiyle (katılımıyla) Alevilere karşı işlenmiş bir “facia”, katliam olduğunu itiraf eder.
Yani merkezin iradesinin hilafına devlet adına bir suç işlendiğini kabul eder.
– Dumuklu Hadisesi nedir?
1896 yılının Ocağının başında Malatya Akçadağ’ın Dumuklu Köyünde vergi toplamaya giden askerlere saldırıldığı iddiası ile başlayan bir hadisedir.
Merkezle yapılan yazışmalarda defaten Sünni halkın meseleye karıştırılmaması belirtilse de yerel yöneticiler bunun aksine hareket eder.
Gerçekleştirilen müdahale neticesinde de resmi rakamlara göre 118, yerel halkın yabancı konsolosluklara gerçekleştirdiği şikâyet yahut müracaatlara göre ise sayısı 800’e varan bir Alevi nüfusun öldürüldüğü dile getirilir.
İşte hemen sonrasında başlayan yargılama sürecine Ahmet Şakir Paşa da dâhil olur ve yerel yöneticilerin kabahatiyle Alevilere karşı “bir facia” işlendiğini kabul eder.
Ama onun çözüm önerisi Aleviler ile Sünniler arasındaki ihtilafın uzatılmaması için meselenin üzerinin kapatılmasıdır ki öyle de yapılır.
– Bu dönem Kızılbaş-Aleviler arasında ayrışmalar oldu mu?
Evet oldu. Mesela Dumuklu Hadisesi‘ndeki toplumsal tabanın 19. yüzyılın ikinci yarısında etkinliğini hissettiren “Hakikatçiler” (Aleviler) ekolüne mensup olduklarını söyleyebilirim.
Bu ekol, bilhassa bu yıllardan itibaren Malatya, Sivas ve Maraş üçgeninde güçlenecektir.
Diğer yandan yukarıda da ifade ettiğim gibi Kızılbaşlar içinde Bektaşi Çelebilerinin çalışmalarının söz konusu olduğunu da görüyoruz.
Tabii, bir de Tokat merkezli, ilk kez bir kadının önderliğinde, mensubu oldukları Hubyar Ocağı’na eleştiriyle başlayıp sonu ayrışmaya varan Anşa Bacılılar Cemaati var. Bunlara çalışmamda ayrıntısıyla yer verdim.
Arzu edenler, buna ve daha fazlasına kitabımdan erişebilir.
– Kitabın adı neden “Sultanın Kızılbaşları”. Bu başlık yüzyıllardır Osmanlıya muhalif olan Kızılbaşlar ile devlet arasında bir aidiyet bağı kuruyor gibi!
Bu kitap, benim doktora tezim. Özeti de şudur: II. Abdülhamid döneminde devletin geçmişe nazaran Kızılbaş-Alevilere karşı nasıl bir siyaset izlediğini ortaya koymak.
Abdülhamid dönemi merkezi devlet aklının gerçekten söz konusu topluluğa yönelik farklı bir siyaset uygulamakta ısrarcı olduğu iddiasını taşıyor.
Zira artık aktörler ve ilişkilerinin değiştiği bir dönemden bahsediyoruz. Yani Sultan, büyük korkuları arasında yer alan misyonerler ve Ermenilerin Kızılbaşlar ile yakınlaşmasından büyük endişe duydu.
Fakat önceki yüzyıllarda devletin Kızılbaşlara uyguladığı pratiklerin başını çeken çıplak şiddet yoluyla meselenin çözülemeyeceğinin de farkındaydı.
O yüzden her ne kadar inançları tasvip edilmese de artık Kızılbaş-Aleviler ile bir yakınlık kurulması, daha doğrusu tashih-i akaid siyasetiyle kuşatılmaları ve kazanılmaları düşünüldü.
Tabii bu, tamamen şiddet politikalarına başvurulmadığı anlamına gelmiyor. Dediğim gibi, şiddet ilk etapta arzu edilen bir şey değildi artık. Bu açıdan tezi kitaplaştırırken böyle ironik bir başlığın yerinde olduğunu düşündüm.
– Doğudaki Kızılbaşlar Hamidiye Alaylarına başvurdu mu? Bir de bu alayların Kızılbaşlara karşı tutumu ne oldu?
Söz konusu alayların başta Ermeni hareketliliğine karşı olmak üzere çeşitli saikler (güdüler) ile kurulduklarını biliyoruz.
Aynı şekilde alayların temelini teşkil eden Sünni Kürtlerin devlete sadakatlerinin sağlanması da hedeflendi.
Birçok Kürt aşireti alaylara kabul edilmek için başvurdu. Çünkü bu alayların getirdiği birçok avantaj söz konusu idi.
Ancak bunların hepsi kabul edilmedi. Başvurularda bilhassa civar ya da rakip aşiretin silahlanarak güçlenmesiyle diğer komşu aşiretlerin endişelerinin rolü tetikleyici bir unsur oldu.
Alaylara tamamen Sünni aşiretler kabul edildi. Bu da aslında devletin tercih ve sadakat kurallarının çerçevesini çizmekteydi.
O nedenle Dersim‘deki Kızılbaş Kürt aşiretlerinin başvuruları reddedildi. Nedeni de Kızılbaşlara dair geçmişten beri duyulagelen korku ve endişelerdi.
Bunu Zeki ve Şakir paşaların beyanlarına sinen metin altlarından görürüz. Yani bu aşiretlere verilecek silahların devlete çevrileceğinden endişesiyle müracaatları geri çevrildi.
Sadece Dersim’de değil, mesela Muş Varto’daki Hormekliler de birkaç kez başvuruda bulunmalarına rağmen reddedildiler.
Burada şunu da ekleyeyim: Devlet açısından bu alaylara kabulde inanç faktörü çok güçlü olsa da kabul edilen alayların pek de öyle hareket ettikleri söylenemez.
Zira alaylara dâhil olan aşiretlerin civarlarındaki Sünnilere ve hatta kendi aşiret içlerinde de büyük tasallut ve zararları söz konusudur.
– Kitabın son kısmı Osmanlı’nın II. Abdülhamid dönemindeki Dersim siyaseti?
Çalışmamın son kısmı Dersim siyasetine ayrılmıştır. Bunun nedeni Dersim’in dönemin Kızılbaş siyaseti açısından bir kesişimselliğe sahip olduğunu görmemden kaynaklıdır.
Bu açıdan bütün bir Osmanlı hükümdarlığı boyunca problemli bir yer olarak algılanan Dersim ve Kürtlerinin sahip olduğu Kızılbaşlıklarından ötürü devlet algısında ciddi bir endişenin hâkim olduğunu söyleyebilirim.
Bunu müstakil bir makalemde de ele aldım. Abdülhamid dönemi Osmanlı resmi söyleminde Dersim “vilayat-ı sittenin kalbgahında (altı Doğu vilayetinin merkezinde-F.B.) bir yara veya leke” olarak görüldüğü için sökülüp atılması gerekiyordu.
Bunun için de dönemin askeri ve idari yetkililerince ifade edildiği gibi “sayısız seferin gerçekleştirildiği ama zaferlerin olmadığı Dersim” için askeri önlemlere çok sık başvuruldu.
Bilhassa Abdülhamid döneminde askeri harekatların yanı sıra içerisinde tashih-i akaid siyasetinin de yer aldığı onlarca sürgün ve ıslahat projesi uygulamaya sokuldu.
Fakat sonuçlarına bakılınca bunda başarılı olunmadığını söyleyebilirim.
Olunamadığı için de bu tarihi ulus devletin refleksleri ile okuyan Cumhuriyet’in askeri ve bürokrat elitinin (seçkin tabakanın-F.B.) gözünde Dersim, tüm bu olumsuz yönlerini korudu.
Herkesin malumu olduğu gibi, 1937-38 gibi büyük bir facia gerçekleşti.
– Peki, Abdülhamid’in tashih-i akaid siyaseti başarılı oldu mu?
Sonuçları itibarıyla devletin amaçladığı boyutuyla düşünürsek olmadığını söyleyebilirim. Bunu zaten dönemin bürokratları da sonradan dile getirecektir.
Mesela, bir Hamidiye Alay yüzbaşısının “Alevi köylerine yapılan camilerin minarelerinin leyleklere yuva haline geldiği” yönlü ifadeleri söz konusu başarısızlığı ironik açıdan gözler önüne seren bir itiraf olacaktır.
– Okuru bekleyen yeni çalışmalar var mı?
Evet var. Tuncay Şur ile “Kürt Tarihi ve Siyaseti’nden Porteler” kitabını İletişim Yayınları’ndan çıkarmıştık.
Pek yakında onun farklı açıdan bir devamı, saygın bilim insanlarımızın katkısıyla tamamladığımız bir “Kürt Aşiretleri” kitabı çıkacak.
Birçok açıdan ezber bozucu ve alanında ilk olacak iddialı bir çalışma olduğunu söyleyebilirim.
Diğer yandan değerli Ahmet Özcan ile “Osmanlıdan Cumhuriyete Eşkiyalık (19-20. Yüzyıl)” başlıklı bir kitap derlemesi üzerinde çalışıyoruz.
İçerisinde müthiş makaleler var. Devam edersem, Gökhan Çetinsaya hocamız ile II. Abdülhamid döneminde farklı dini ve etnik toplulukları ele alacağımız bir derlemenin hazırlık çalışmaları içerisindeyiz.
Son olarak Özge Dikmen ile hazırladığımız, çok kısa süre içinde İletişim Yayınları’ndan çıkacak bir Yakup Kadri derlemesi de okur ile buluşacak.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish