Salı , 19 Mart 2024

KATLEDİLDİĞİMİZ SURUÇ’LA ÇOĞALDIK[*] – TEMEL DEMİRER


Notice: Undefined index: tie_hide_meta in C:\inetpub\WpSites\ozguruniversite.org\wp-content\themes\sahifa\framework\parts\meta-post.php on line 3

 

 

“Başkaları için kendinizi unutun,

o zaman sizi de hatırlayacaklardır.”[1]

 

“Suruç Olayı” dedikleri bir katliamdır; Suruç’ta katledilenler kardeşlerimiz; bizden kopartılarak alınan Uğur Özkan, Kasım Deprem, Polen Ünlü, Hatice Ezgi Sadet, Cemil Yıldız, Çağdaş Aydın, Nazlı Akyürek, Fikriye Ece Dinç, Mücahit Erol, Murat Yurtgül, Emrullah Akhamur, İsmet Şeker, Okan Pirinç, Nartan Kılıç, Ferdane Kılıç, Serhat Devrim, Met Ali Barutçu, Erdal Bozkurt, Süleyman Aksu, Koray Çapoğlu, Cebrail Günebakan, Veysel Özdemir, Nazegül Boyraz, Alper Sapan, Alican Vural, Osman Çiçek,Vatan Budak, Dilek Bozkurt, Büşra Mete, Yunus Emre Şen, Aydan Ezgi Şalcı, Mehmet Ali Varol yoldaşlarımız ve canlarımızdır.

Suruç Katliamı’ında canımız alındı; kanımız döküldü!

Bunun failleri, katilleri yani “onlar ümidin düşmanıdır/ akar suyun/ meyve çağında ağacın,/ serip gelişen hayatın düşmanı./ çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:/ – çürüyen diş, dökülen et-,/ bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler”dir Nâzım Hikmet’in biz(ler)e ta 6-7 Aralık 1945’de hatırlattığı üzere…

* * * * *

Bilmiyor olamazsınız: Arapça’da “katl-i âmm” = kamunun katledilmesi = toplu cinayet’tir.

Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat’ta, “Zaptolunan bir yerin, irili ufaklı bütün halkını kılıçtan geçirme” olarak tanımlanır; TDK’ ya göre de, “Kırım” demektir.

Coğrafyamızda Behçet Aysan’ın, “yıllar yılı/ bilirim/ döne döne/ yıllar yılı/ aynı/ kitabı okur/ adı acılarbilgisi/ adı acılarbilgisi/ acılarbilgisi,” dizeleriyle betimlenmesi mümkün olan katliam, çok sayıda canlıyı birden öldürmektir; topyekûn yok ediciliktir.

Evet, evet katliam kendini savunma imkânı bulunmayan çok sayıda insanın acımasızca katledilmesidir.

Çoğunlukla ırk, din veya siyasi düşünce farklılığı nedeniyle yapılan katliamlar bir etnik, politik temizlik planının parçası olarak gerçekleştirilir; tıpkı Dersim’de, Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta vd’lerinde olduğu üzere…

* * * * *

Bana hep, şairin “Aldığım her nefes içimde isyan ediyor,” dizesi terennüm ettiren Suruç Katliamı 20 Temmuz 2015’de, yerel saatle 12:00 civarında gerçekleş(tiril)en bombalı intihar saldırısıyla gerçekleşti.

‘Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’ (SGDF) Eş Başkanı Oğuz Yüzgeç’in, “Hastanelerin ve okulların yapımında çalışma gerekiyor. Yapacağımız işlerden birisi de Kobanê’ye çocuk parkının inşa edilmesi olacak. Kobanê’de savaşırken ölen Emre Aslan’ın adına çocuk parkını inşa edeceğiz. Oyuncaklar toplanıyor. Kobanê Kantonu’nun kreş olarak düşündüğü binanın inşasına dahil olacağız. Kreşin yeniden çalışır hâle gelmesi için hepimize düşen sorumluluk var. Resimler çizebilen herkesi, çocuklara ders verebilecek herkese ihtiyaç var,” diye tarif ettiği çerçevede oluşan grup, 19-24 Temmuz tarihleri arasında Kobanê’ye giderek kuşatmada yıkılmış kenti yeniden inşa çalışmalarına katılmayı amaçlıyordu. Yeniden inşa çalışmasında okul ve hastanelerin enkazlarını kaldırarak, çocuklara oyuncak götürmek isteyenler, bir kreş ile çocuk parkı yapmayı; bir de Kaniya Kurda tepesine bin fidan dikmeyi hedefliyorlardı.

“Belki şehre bir film gelir” diyor ya Kemal Burkay, o çocukların filmiydi sanki yaşanan…

300 civarında genç, konakladıkları Amara Kültür Merkezinin bahçesinde Kobanê’ye geçmeden önce bir basın açıklaması yaparlarken; kalabalığın tam ortasında bir patlama oldu; gerisini Yannis Ritsos’a bırakalım: “Aynı adamlar/ yüzlerinde başka maskeler, heyecanlanıp sakinleşerek/ büyük odalara girdiler/ büyük, kara kara yargıç masalarının başına oturdular;// ne bir ses duyuldu, ne bir bağırma-karanlık bir delikti boşlukta ağızları” …

* * * * *

Oysa beş kişi toplanıp “Basın açıklaması yapacağız,” desek etraf polis kaynar. Peki Suruç’ta o kalabalıkta ne etrafta polisin ne de sivil polisin olmamasının anlamı nedir? Her türlü gösteri ve açıklamada her zaman polis olurken ne oldu?

Suruç katliamı yakın tarihimizde sıkça tekrarlanan bir “deja vu”ydü adeta; 1977 1 Mayıs’ı, Sivas’ın Madımak’ı, Ankara Garı’ndaki 10 Ekim gibi… Bu senaryo hiç değişmiyordu!

Yeri geldi soralım: Katliam mahallini gösteren kameraları o gün neden çalışmıyordu?

78’lilerin sözcüsü Celalettin Can, Kültür Merkezi’nin bahçesinde konuşma yaparken, herkesin sorduğu konuyu yüksek sesle dile getirmişti: “Üç insan basın açıklaması yaptığında onlarca, bazen yüze yakın polis açıklamacıları adeta boğarcasına kuşatmaya alırken, 330 insanın basın açıklaması yaptığı, üstelik Kobanê’ye gitmek gibi netameli bir konuda basın açıklaması yaparken ne hikmetse ortada polis yoktu. Bu oyun bize yabancı değildi. 1978 İstanbul üniversitesi önündeki katliamdan biliyorduk biz bu oyunu.”

Hatırlıyor musunuz? Olaydan iki gün önce IŞİD İstanbul’da kıldırdığı toplu bayram namazında tehditler savurmuştu…

Hatırlıyor musunuz? AKP’nin ülkeyi uçuruma sürükleme planı pratikleştiriliyordu…

* * * * *

Böylesi vahşetlerin sihirli sorusu “kime yarar”dır. Yanıtı da basittir: Suruç’ta alınmak istenen “siyasi sonuç” AKP planının bir parçası ve “Çözüm Süreci” denilenin düğümlenmesiydi!

Ayrıca bu saldırı, Kürtlere ve Kobanê’de kurulan umuda batıdan, gençlerden gelecek destekleri marjinalize etmek yanında egemen şiddetin/ korkunun etkili politik araç olduğu bilinciyle yapıldı. Sadece nefret hüküm sürsün ki, keseler iktidar ve parayla dolsun diye!

Kardeşleşmeye yapıldı bu saldırı. “Birbirinizle dost olamazsınız, düşman olabilirsiniz” demek için!

Bu bağlamda Kobanê’nin yeniden inşası sürecine katılmak isteyen sosyalist gençlerin konakladığı yeri kimin patlattığını anlamak için çok zeki olmaya gerek yok!

“O yaptı, bu yaptı” diye ahkâm kesmeye gerek yok; her şey gayet net!

Bu tamı tamına kanla beslenenlerin, kanla beslenenleri koruyanların, göz göre göre IŞİD’le kafa kol teması kuranları eseridir.

Garip Çelik’in, “Bomba patladıktan sonra yoldan geçen araçlara yaralılar taşınmak istendi. Araçlar sivil polis aracıymış, silah çektiler insanlara,” notunu düştüğü devlet destekli katliamdır; fail(ler)inin bulunamayacağı patlamadır.

* * * * *

Kobanê ile dayanışmak için Kadıköy’de, Taksim’de boncuk yapıp, satan gençler katledildi.

Kadıköy’de takı ve boncuk satarak kazandığı para ile oyuncak alan Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencisi 20 yaşındaki Hatice Ezgi Saadet’i ve Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencileri Nuray Koçan ve Nazlı Akyürek’i “terörist” ilan etmek mi?

Bu devlet yalanıdır; inandırıcı değildir; olamaz da!

Böylesi bir yalan hastalıklı AKP zihniyetini olanca çıplaklığıyla açığa çıkartır ve kimin ne olduğunu gösterir!

İnsanlığın tükendiği yerdeki acının tarifi yoktur!

Hasılı Hasan Hüseyin’in “Kandan Kına Yakılır mı?” dizelerindeki üzeredir[2] hemen her şey. Malum egemen caniliğin, kana susamışlığın ne dili, ne dini, ne ırkı vardır!

Ya da kirli bir savaşın bir cephesinde yaşatılan Suruç, herkese “Devlet kurmak böyle bir şeydir,” gerçeğini anımsatıyordu.

Hatırlayın, Ahmet Davutoğlu, 8 Ağustos 2014 günü Musul Konsolosluğu’nu basarak 49 kişiyi rehin alan IŞİD’in, “Öfkeyle bir araya gelmiş insan topluluğu oldukları” vurgusuyla “Sünnî Araplar dışlanmasaydı bu öfkenin birikmeyeceği”ni ifade etmişti.

Bölgede kaos olduğunu dile getirerek, “IŞİD radikal, terörize bir yapı olarak görülebilir ama katılanlar arasında Türkler, Araplar, Kürtler vardır. Oradaki yapı, daha önceki hoşnutsuzluklar, öfkeler büyük bir cephede geniş bir reaksiyon doğurdu,” diye eklemişti…

Aynı günlerde IŞİD’in yayın organı ‘Takva Haber’, Davudoğlu için, “Dışişleri Bakanı’nın açıklamaları, İslâm devleti gerçekliğini ve arkasındaki halk gücünü bir kez daha ortaya koydu,” biçimindeki yorumuyla hoşnutluklarını dile getirmişti.

Davudoğlu’nun “öfkeli çocuklar” açıklaması kamuoyunda şiddetli tepkiyle karşılaşınca, “olayın oluş seyri açık bir terör olayı ve büyük ihtimalle canlı bomba ile gerçekleşen vahşice, lanet ettiğimiz, sadece lanet etmekle kalmayıp sorumluların bulunup cezalandırılması iradesine sahip olduğumuz bir terör olayıyla karşı karşıyayız,” diye te’vil etmişti sözlerini ama nafile! Niyeti ve olayları okuyuş biçimi, ilk “lapsus”unda kendini ele vermişti bir kere!

* * * * *

Verilerin ışığında AKP ile IŞİD’in ortak yapımıdır Suruç ve de Ahmed Arif’in dizeleriyle, “bunlar,/ engerekler ve çıyanlardır,/ bunlar,/ aşımıza, ekmeğimize/ göz koyanlardır,/ tanı bunları,/ tanı da büyü” dedirtendir.

2 Temmuz gibi, 19-26 Aralık gibi, 28 Aralık gibi “ve düşerken/ özgürlük renginde bir gülüş vardı yanağımızda” dedirten katliamdır; “Oh olsun” diyenlerin de olduğu (Bu kadar vicdanınız köreldi sizin??? ) alçaklıktır; terördür!

Kara, kapkara bir gündür; Kobanê’ye oyuncak taşırken katledilenler yüreğim(iz)i yakmıştır; katliamdır; sorumlusu da faşist, barbar ırkçılardır.

Sivas ve Gazi’de Alevî toplumuna dönük katliamlar; on yıllardır süren bir savaş; aydınların nokta eylemlerle bir bir öldürülmesi; faili meçhuller; Roboskî ve Reyhanlı’daki vahşettir…

Bu çerçevede de Türkiye’nin sürüklendiği karanlıgı gözler önüne seren katliam; sivillere yönelik bir saldırıdır ve “ama”sı, “fakat”ı yoktur.

Hangisinin adını aklım(ız)da tutabilirim/z ki artık: Ethem? Berkin? Özgecan? Lice? Gezi? Roboskî? Madımak? Metin Lokumcu? Uludere? Reyhanlı? Soma? Ermenek? Suruç…

Herkesin malumu olduğu üzere: Türkiye’de devletin en çok kullandığı aksesuar at gözlüğüdür.

Suruç’ta at gözlüklerini takan devlet için bu başlangıçtı. Ardından her şey daha da karışacaktı. Devamı geldi de; 10 Ekim’di; Ankara Garı’nın önüydü…

* * * * *

Şimdi soru(n) şudur: Herkesi… Hepimizi… Öldürebilir misiniz acaba?

Pablo Neruda’nın, “halkımın damlayan kanını gördüm/ ve ateş gibi tutuşuyordu/ her damla!”; Ataol Behramoğlu’nun, “cellat uyandı yatağında bir gece/ ‘tanrım’ dedi ‘bu ne zor bilmece: öldürdükçe çoğalıyor adamlar/ben tükenmekteyim öldürdükçe’…”; Ahmed Arif’in, “vurun ulan,/ vurun,/ ben kolay ölmem./ ocakta küllenmiş közüm,/ karnımda sözüm var/ hâldan bilene”; Savaş Ezgi’nin,“eriyen bedenimi düşünme,/ göğü giydim üstüme./ yüzünü asma kederine anam,/ yiğitler bitmez bizde./ bir ateş olup yaksa da gidişiniz,/ analar biter mi?/ ölüm toplasa da çiçekleri,/ çiçekte tohum biter mi?” dizeleri eşliğinde elbette hayır!

Onlar, “Hayal gücü iktidara” diyen Paramaz Kızılbaş’ın yoldaşlarıydılar…

Coğrafyamızın aydınlık yüzleriydi…

Gelecek umutlarımızdı hepsi…

“Yaşamak şakaya gelmez” demişti Nâzım Hikmet bir şiirinde. Öyle yaptılar, büyük bir ciddiyetle yaşadılar. İşleri güçleri yaşa(t)mak oldu.

Hasan Hüseyin’ce, “elbet bir bildiği var bu çocukların, kolay değil öyle genç ölmek” dedirtircesine!

* * * * *

Suruç’tan sonra “Nasılsın” diye sormayın. İyi değilim, iyi olmayacağım, iyi olmayın!

Görüntüler… Etten ve kandan… Elleri, ayakları donuyor insanın… Çözünüyor, sanki kaslarına bir titreme yapışıyor. Et ve kan… Parça parça; birleşince, insan!

Ahmet Telli’nin ‘Bekle Beni’ şiirinden bir parça düşüyor aklıma: “ama acılara alışılmaz/ bir şeyler var değişecek/ bir şeyler var/ değiştirmemiz gereken/ önce acılardan başlanacak”

Sonra da şiirin devamı: “beş on yıl dediğin/ pek kolay geçmeyebilir/ üstelik bu savaş/ bu kahredici kıyım/ bitmeyebilir daha uzun süre

ama sen sahip çıkarak/ yaşama ve sevince/ bekle beni küçüğüm/ acılar bitecek bir gün/ sevgiler çiçek açacak”

Evet, elbet bir gün bu acılar bitecek ve kazanacağız; “Özgürlüğün geldiği gün O gün ölmek yasak!” dememiş miydi Cemal Süreya!

* * * * *

Nâzım Hikmet’in, “günler ölüm haberleriyle geliyor./ düşman haşin, zalim ve kurnaz./ ölüyor insanlarımız/ – ne kadar çok -/ en güzel dünyaları/ yaktık ellerimizle/ ve gözümüzde kaybettik ağlamayı,” dizeleri eşliğinde “Hep biz mi öleceğiz?” dedirtendir.

Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” denmesinden bu yana, hatta daha da öncesinden başlayarak, hep biz(ler) katledildik ve hep siz katlettiniz!

Bir türlü kan dökmeye doymadınız! Çünkü kansız yapamayan vampirler gibisiniz. Ölümlerle varsınız; öldürmeyince yaşayamıyorsunuz![3]

Yeter artık, hep biz mi öleceğiz!

* * * * *

Söylesen tesiri olmayan, sussan gönlün rahat etmeyeceği vahşeti unutmayıp/ unutturmayacağız; 4 Tıp, 6 Hukuk, 6 Sosyoloji ve 8 Psikoloji öğrencisi katledildi bu vahşi saldırıda…

‘Sivas’ı, ‘Maraş’ı, ‘Auschwitz’i, ‘Treblinka’yı, ‘11 Eylül 2001’i, ‘Hiroşima’yı, ‘Nagazaki’yi, ‘Srebrenica’yı anımsattı yaşatılanlar; “Yok başka bir cehennem yaşıyorsunuz, yaşıyoruz işte,” dedirterek!

Devrimci dayanışma ruhuyla kenetlenen yiğit insanlardı; Hasan Hüseyin’in “ne kadar da özlemişiz gökyüzüne kansız bakmayı!” dizelerini doğrulayanlardı…

Değil mi ki, “ve kuytularda, dağlarda, alanlarda/ akıtılan ve akıp gelen kanlarda/ bir sabah büyük büyük ateşler yanınca/ eller temizlenecektir/ bir tören olacaktır/ ölülerimiz toplanacaktır,” demişti Turgut Uyar…

Sözün bitirildiği çağdayız.

Yılmayacağız, sinmeyeceğiz, unutmayacağız!

İyi değilim/z, iyi olmayacağım/, iyi olmayın/ız.

Aşkolsun size çocuklar aşk olsun!

* * * * *

Suruç’un bize öğrettiği Marquis de Vauvenargues’in, “Büyük işler başarmak isteyen kimse, ölüm yokmuş gibi davranmalıdır”; Aristoteles’in,“Kahraman çevresine ölüm yaymaz ama ölüme meydan okur,” saptamaları eşliğinde “Dayanışma”, “Kardeşlik” ve “Kahraman”lıktır…

* * * * *

Bir topluluğu oluşturanların duygu, düşünce ve ortaklıkla karşılıklı olarak bağlanmasıdır dayanışma; çaresizliği aşmak için uzatılan bir el, söylenen bir sözdür.

“Tesanüd”dür dayanışma; ses(imiz)i, ışık(ımız)ı, şarkı(larımız)ı, gülüş(ümüz)ü, kardeşlik(imiz)i yan yana getiren bir inceliktir…

İnsan(lar)ın, birbirini kollaması, gözetmesi, tek yürek, tek yumruk olması hâlidir; “Bir elin nesi var iki elin sesi var,” diyen praksistir; tarih hatırlamadır, yaşatmaktır.

Eduardo Galeano’nun hakkında, “Hayır işlerine inanmıyorum. Dayanışmaya inanıyorum. Hayırseverlik çok dikey. Yukarıdan aşağı iniyor. Dayanışma yataydır. Ötekine saygı duyar,” notunu düşerken Bertolt Brecht’in dizelerinde betimlediğidir:

“dayanışma/ haydi unutmayalım/ nereden biz gücü alırız/ hem açken hem de tokken/ haydi unutmayalım/ bu dayanışmayı

işçileri tüm dünyanın/ bir amaçta birleşsin/ dünyadaki nimetleri/ hep beraber paylaşsın

haydi unutmayalım/ nereden biz gücü alırız/ hem açken hem de tokken/ haydi unutmayalım/ bu dayanışmayı

zenci, beyaz, sarı, esmer/ birleşen özgür olur/ kendileri konuşsalar/ halklar hemen dost olur

haydi unutmayalım/ nereden biz gücü alırız/ hem açken, hem de tokken/ haydi unutmayalım/ bu dayanışmayı

işçileri tüm dünyanın/ birlikten kuvvet doğar/ senin kızıl birliklerin/ her türlü zulmü boğar.

haydi unutmayalım/ soruyu somut soralım/ hem açken, hem de tokken/ bu dünya kimin dünyası?/ gelecek kimindir?”

Ve nihayet Che Guevera’casından, “Dayanışma ezilenlerin inceliğidir”!

Suruç’takiler böylesi bir inceliğin cüretkâr çocuklarıydılar…

* * * * *

William Shakespeare’in, “Zulüm önce zalimi çürütür/ Bunca kötülük, nefret, kin/ Gün gelir orman bile yürür/ Onu alaşağı etmek için” dizelerindeki üzere halkların kardeşliği içindi bu cüret; enternasyonalizm içindi…

Kolay mı? Kardeşleşme dünyayı güzelleştirendir ve rengi her daim kızıldır.

Ezilenlerin kardeşliği, ebedi ortaklıktır.

Zorlukların orta yerinde vefalı olabilmektir kardeşlik; emektir; bir bağ, maddi-manevi bir güçtür; yani hemen her şeydir…

Yani kapitalist yabancılaşmanın imkânsız kıldığını zannetse de; insan(lık) için “olmazsa olmaz”dır; “yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber” olabilmektir; fedakârlıktır; kenetlenmek ve göze almaktır.

Ya da Ersin Türkkul’un, ‘Kardeşlik Adına’ başlıklı şiirindeki dizelerdir: “sen bana kürtçe bir gül ver/ ben seni türkçe seveyim,/ sen bana newroz çiçekleri topla mezopotamya’da,/ ben sana türkçe karanfil toplayayım anadolu’nun ovalarında,/ sen bana kürtçe “berxemin lori” de,…/ ben sana türkçe “ağlama yar”/ türküsünü diyeyim!//

sen bana Kürtçe bir gül ver/ ben seni türkçe seveyim…/ gel kaydol ömrüme/ haylazistan işci partisi yüregim

herkezim ol… hiç kimsem çok/ yalnızlığın sokak köpegiyim/ sen bana Kürtçe bir gül ver/ ben seni türkçe seveyim…”

Tam da böyleydi Suruç’takiler için kardeşlik, “Ben burdayım, yanındayım” diyebilmekti cehennemde bile!

* * * * *

Ve nihayet Nihat Behram’ın, “Ne barbarın tehdidi, ne dişleri kıran elektrik/ Dalga dalga yayılan o rüzgârı durdurabilir/ Bu direniş senin için ey halk/ Bu çığlık senin kollarınla,” dizeleriyle hepimize/ herkese seslenen Onlar “Şehit” falan değil; devrimin ölümsüz kahramanlarıdır!

Bertolt Brecht’in, “Toplumca ihtiyacımız olan şey, yeni yeni kahramanlar yaratmak değil, kahramanlara ihtiyacı olmayan bir toplum yaratmaktır,” diyerek “Ancak ne yazıktır ki hâlâ kahramanlara muhtacız,” diye eklediği koordinatlarda kahraman, cesur ve mücadelecidir.

Kahramanlar, küçük ve ezik dünyamızın kurtarıcılarıdır; imgesi içimizdeki sürekli azalan ülküye bağlılık duygusunun sesidir.

Kimi insanlar düzene uyum sağlayıp benimserken; kendilerinin güvende olduklarını zannederler. Kimileri de hem bunun tam tersine yeryüzünde zorlanması gereken tüm noktaları zorlayıp; akıntıya karşı kürek çekerek kahraman olurlar.

Hannah Arendt, “The practise of violence changes the world, but most probable change is to a more violent world/ Şiddet pratiği dünyayı değiştirir, ama en olası değişim daha şiddetli bir dünyaya doğrudur,” diye uyarsa da kahramanlar, bükülen boynumuzun, eğilen başımızın dik durması gerektiğini; cesur olmamız, sabırlı olmamız gerektiğini hatırlatır hep biz(ler)e.

Örnek alınan, cesaret ve ilham veren, yaşam enerjisini tazeleyen ve devam etme isteği veren kahramanlık için ilk şart cesur olmaktır. İkinci şart ise dürüst olmaktır. Çünkü o, ideal egodur; “imgesel özdeşleşme”dir; birleştirici bir üst kimliktir.

Her hikâyenin bir kahramana ihtiyacı vardır. Malum yenilgiye uğratılmışların, ezilenlerin Don Kişot’a ihtiyacı vardır.

Walter Benjamin’in ifadesiyle, “Kahraman, modernizmin gerçek öznesidir. Bu, modernizmi yaşamak için kahramanca bir tutumun gerekli olduğu anlamına gelir. Balzac da bu düşünceyi savunmuştu. Balzac ve Baudelaire, bu düşünce aracılığıyla romantizme bir karşıtlık oluştururlar. Romantizmin özveriyi ve kendini adamayı yüceltmesine karşılık, onlar tutkuları ve karar verebilme gücünü yüceltirler.”

Kolay mı? İnandıkları için varolmaktır kahramanlık.

Kahraman, ölümü en az düşünen insandır; bununla birlikte ölümle burun buruna yaşayandır.

Kahramanlar, ödeyenlerdir; bir anlamda da hayatını ortaya koyarak “kaybedendir”!

Kahramanlar, yapmaları gerekeni yaparlar, onlara dublaj yapamaz kimse; fiilleriyle var olurlar. Bunun içindir ki yapamadıklarımızı yapana kahraman denir…

Sonunu düşünenin olamayacağı şeydir kahraman; malum Farsça’da “yiğit kişi” anlamına gelir “kahraman” sözcüğü.

Herkes sustuğunda yumruğunu sıkıp ortaya çıkan, bu dünyadan olan ama diğerleri gibi düşünmeyen kişidir o.

Kahraman, yaşamımızı yangın yeri olmaktan kurtarandır; “Hakkını verdim yaşamın” demektir

Kahramanın cesedi gömülmez ama yine de birden fazla kabri vardır.

Evet bir gün gelecek, kahramanlar olmayacak, buna gerek kalmayacak; işte o güne dek kahramanlara muhtacız…

Ve asla unutulmamalıdır ki Yaşar Kemal’in, “Gözleri kocaman çocuk için değer… Mücadeleye değer… Bir hayat pahasına da olsa; değer!,” ifadesini anımsatan Suruç; Nâzım Hikmet’in, “İnanın: Güzel günler göreceğiz çocuklar/ Güneşli günler göreceğiz./ Motorları maviliklere süreceğiz, çocuklar,/ ışıklı maviliklere, süreceğiz,” haykırışı ya da savaş ve zafer narasıdır.

Ondan hepimizin tereddütsüzce öğrenmesi gerekiyor…

* * * * *

Bu minvalde diyeceklerimi tamamlıyorum…

Acı çektiğimiz doğrudur; en az acımızı öfkeye dönüştürdüğümüz kadar!

Hayır acılarımız için sadece gözyaşı dökmekle yetinmeyeceğiz; elbette öfkeleneceğiz!

Ümit İlter’in, “yanar kavrulur bedenimiz sevdiklerimiz/ yanar kavrulur/ külümüz kalır geriye rüzgârda savrulur/ sözümüz kalır/ bir de öfkemiz, bir de öfkemiz, bir de öfkemiz/ öfkeliyiz/ kül savrulur, söz kalır, öfke büyür/ büyüyor,” dizelerini terennüm ederek hüznün bizi teslim almasına göz yummayacağız.

Bizi, vareden öfke dolu acının biz(ler)i daha güçlü kılacağı gün gibi aşikârdır.

Mezar başında dökülen gözyaşlarıyla, haykırışlarla sınırlanamayız.

Yüreğimizin başındaki acıları unutup/ unutturmayacağız. Lev Tolstoy’un, “Bir insan acı duyarsa canlıdır. Başkasının acısını duyarsa insandır”; Konfüçyüs’ün, “Nasıl ki elmas yontulmadan mükemmelleşmezse, insan da acı çekmeden olgunlaşamaz”; Jean-Paul Sartre’ın, “Duyduğum acıyı göstermemek yetmiyordu, acı duymamak gerekiyordu,” uyarılarını “es” geçmeyeceğiz![4]

Unutulmuş şeylerin yenileceği bilinciyle, unutmayacağız/ unutturmayacağız!

Bize reva görülen acıları unutmamak, Onları ölümsüzleştirmektir; Bertolt Brecht’in, “İnsan, ancak onu düşünen hiç kimse kalmadığı zaman gerçekten ölür,” saptamasındaki üzere…

“Post mortem nihil est/ Ölümden sonra hiçbir şey yok”, “Nascentes morimur/ Doğumdan itibaren ölüyoruz”, “Buraya kadarmış”, “Hayat işte, bir varmış bir yokmuş” diyenleri ciddiye alamayız, almıyoruz, almayacağız!

Ölüm(süzlük)ün felsefesi bu değil, olamaz da elbet…

Sokrates felsefeyi (yani felsefenin bütününü) “ölüm için hazırlık” olarak tanımlarken; ‘Eşkıya’ filmindeki Baran’ın, “Korkma, sadece toprağa gideceksin… Sonra toprak olacaksın… Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin… Oradan özüne ulaşacaksın… Çiçeğin özüne bir arı konacak… Belki o arı ben olacağım,” sözlerini hatırlayacaksınız.

“Cennete ve cehenneme, hurilere, kaynayan kazanlara” yani ölüme mündemiç hurafelere aldırmayın sakın ola!

Edip Cansever’in, “En büyük limanlara demirlemiş/ En büyük gemiler gibi/ Kımıldamıyor gözbebekleri/ Ölü mü denir şimdi onlara,” dizeleriyle tariflenen ölüm(süzlük) biz devrimciler için “son” denilen yerde yeniden hayata, kavgaya dönme ihtimalidir.

“Nasıl” mı?

Başrolünde Nicole Kidman’ın olduğu ‘Diğerleri/ The Others’ filmindeki kadın hizmetçinin, “Hepimiz bir arada yaşamak zorundayız: canlılar ve ölüler,” deyişindeki üzere…

Biz hep beraber yaşıyoruz: Suruç’takiler, Roboskî’dekiler, 10 Ekim’dekiler ve benzerleri…

O hâlde kim öldü diyebilir Onlara?

Sakın unutmayın biz yani mücadelemiz var olduğu sürece “Ölüm yoktur”.

Böylesi bir ölüm(süzlük), tarihimizi oluşturan temel bir dinamiktir. Çünkü Onlar tarihi kanlarıyla sulayarak yeşertirler.

İşte tam da bunun içindir ki ölüm(süzlük)le hayat yeşerip, çoğalır; “Yaşamıyor olmak hiç de korkunç bir şey değil; bunu tam anlamıyla kavramış bir insan için hayatta katlanılamayacak hiçbir şey yoktur,” diyen Epikuros’un ifadesindeki üzere…

Bu da Franz Kafka’nın, “Di jiyîane de ji insan re tirsa herî mezin, însane/ İnsanın dünyadaki en büyük korkusu, insandır,” diye tarif ettiği tabloda korku hayal gücünü beslerken; kimseye “Eyvallah”ı olmayanın, kimseden de korkusu yoktur.[5]

İnsanlığın en eski ve en güçlü duygusudur korku; en eski ve en güçlü korku da bilinmeyenin korkusudur.

Korkaklar ecelleri gelmeden, her gün ölürler; ölümsüzler için bu bir keredir; çünkü Onlar korkusuz yaşarlar.

Tam da bunun için “Umut, cesaretin yarısıdır,”der Honore de Balzac, “Fac et spera/ Çalış ve ümit et” ilkesinden hareketle…

Kolay mı?

Ernest Bloch’un, “Bütün insanların yaşamını gündüz düşleri kateder boydan boya”; Gustave Flaubert’in, “Umutsuzluk, kendini bile sevmemektir,” notunu düştükleri umut, gelecekten ödenmek üzere alınmış borçtur.

 

10 Temmuz 2017 18:50:56

 

N O T L A R

[*] 20 Temmuz 2017 tarihinde İstanbul’da Mehmet Ayvalıtaş Parkı’ndaki Suruç Anması’nda yapılan konuşma… Kaldıraç Dergisi, No:193, Ağustos 2017…

[1] Fyodor Dostoyevski.

[2] “vurma dedim vurulursun/ kandan kına yakan var mı?/ kandan kına bre yezit/ yakınıp da onan var mı?/ sen yarını ne sanırsın/ yarın vuran bre yezit/ bu dünyada barınır mı?

nasıl kıydın şu sabaha/ ürkmedi mi ellerin/ ellerin bre yezit/ ekmekten korkmadı mı?/ nasıl kıydın şu insana/ kolların bre yezit/ kırılıp sarkmadı mı?

kanlı el kanlı ekmek/ sofra değil leş başı bu/ sofra değil bre yezit/ sardı dünyayı kokusu/ sevmek ağlamak gülmek/ hakkın değil bre yezit/ seninki kahpe korkusu

akrep desem yılan küser/ yılan desem sırtlan kızar/ soyun sopun bre yezit/ bu susar o susar/ susmaların bre yezit/ elbette ki bir sonu var

nasıl kıydın şu güzele/ yok mu senin sevenin/ sevenin bre yezit/ şu dünyada tek sevenin/ nasıl kıydın şu cana/ sevilenin bre yezit/ sevilenin yok mu senin

yaratanım dünya dünya/ yaşatmaktan bıkılır mı?/ kan dökerek bre yezit/ el içine çıkılır mı?/ nasıl kıydın şu yarına/ kandan kına bre yezit/ kandan kına yakılır mı?” (Hasan Hüseyin Korkmazgil.)

[3] Şöyle derdi Onat Kutlar: “şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin/ unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz/ ölü balıklar geçiyor kırışık bir denizin sofrasında/ ve ellerinde fenerleriyle benim arkadaşlarım/ durmadan düşünüyorum/ ne kadar çok öldük yaşamak için.”

[4] “Acı, bir olaydır. Başınıza gelir ve onunla nasıl baş edebiliyorsanız öyle baş edersiniz.” (Hugh Lauri, Silah Tüccarı, Çev: Övgü İçten, İthaki Yay., 2. Baskı, 2010, s.14.)

[5] “Korkusuz kişinin gözlerinde gün ışığı gibi parıldar tehlike.” (Euripides.)