Ellerimiz armut toplamayabilir….
Fikret Başkaya
‘İktidar gizlemesini bilenindir’
Doğan Medya grubunun Demirörenlere satılması infial yarattı. Artık ‘merkez medya’ diye bir şeyin kalmadığı söylendi… Esasen Garp Cephesinde yeni bir şey yoktu. Dolayısıyla Doğan medyasının da ‘havuza’ katılmasıyla değişen fazla bir şey yok… Zaten Doğan Grubu da hayli zamandır Politik İslamcı AKP iktidarının yörüngesine sokulmuştu. Aslında bu satış bildik bir satış değil… Aydın Doğan satışa zorlandı veya satıp kurtulmaktan başka çare kalmadığını düşünmüş de olabilir. Asıl soru satışın zamanlamasıyla ilgili ve bu satışı 2019 seçimlerine yönelik düzenlemelerin, hazırlıkların, manipülasyonların, hilelerin ve tuzakların bir parçası saymak gerekiyor…
Çoktandır AKP iktidarının hoşuna gitmeyen gazeteciler ‘merkez medya’ denilende de barındırılmıyordu. Bir gazeteci için işini koruyabilmenin koşulu iktidarın hoşuna gitmeyen şeyleri sorun etmemekten, gündeme taşımamaktan, yazmamaktan, söylememekten geçiyordu… Artık gazete ve televizyonların belki %90’dan fazlası iktidarın gazetesi, televizyonu… Bu son satış operasyonuyla bir kaç gazete ve bir iki televizyon dışında bir bütün olarak medya, politik ve ekonomik iktidarın hizmetine girmiş bulunuyor…
Bu durum, gazetecilik işinin, gazetecilik mesleğinin kendi varlık nedenine ve misyonuna yabancılaşması, ‘başka şeye dönüşmesi’ demektir… Ya da artık gazeteler gazete değil, haber ajansları haber ajansı değil, televizyonlar televizyon değil… Oysa, gazetelerin gerçekten gazete sayılmaları, ‘örgütsüz’ çoğunluğun sesi ve vicdanı oldukları durumda mümkündür… Zira gerçeğe ihtiyacı olan onlardır… Olup-bitenden haberdar olmaya ihtiyacı olanlar onlardır… Fakat gerçek dünyada durum her zaman farklıydı. Ezilen, sömürülen, mülksüzleştirilmiş geniş halk kitlelerinin gerçeğe, egemen sınıfların da gerçeğin üstünü örtmeye, yalana, gizlemeye ihtiyaçları vardır… Gazeteci gerçeği açık etmeye yeltendiğinde egemenler cephesinin hışmına uğrar, kimi zaman da katli vacip biri sayılır… Gazeteciğin tarihi bir bakıma ‘gerçeği söyleme’ basiretine ve cesaretine sahip haysiyetli gazetecilerin katledilişlerinin de tarihidir…
Neoliberal çağda gazetecilik değişime uğradı, dejenere oldu. Eskiden gazetecilik birlerinin yegane işiydi… Gazeteci gazete çıkarırdı. O zamanlar ve her şeye rağmen gazeteler gazeteye daha çok benziyordu. Neoliberalizmin dayatıldığı geride kalan yaklaşık 40 yılda gazetecilik işi büyük sermaye gruplarının etkinlik alanı haline geldi. Mesela Fransa’da medyanın çoğu silah üreticisi sermaye gruplarının elinde ve Fransa bir istisna değil… Öyle ki, bir sermaye grubunun kırk tarakta bezi var ve bir de medyası var… Tabii bir çok alanda faaliyet gösteren bir sermaye grubu her zaman sadece ‘kâr saikiyle’ bu işe girişmez. Siyasi iktidara şantaj yapmanın bir aracı olarak, ya da ‘prestij’ saikiyle de öyle tercih yapıyor olabilir… Tabii şantaj da karşılıklıdır… Aynı şeyi duruma göre siyası iktidar da yapar ve yapıyor… Medya sahibi olmak, iktidara yakın olmanın bir aracı olarak da görülür. Mesela Türkiye’de medyası olan bir büyük sermaye grubunun bütçeyi, hazineyi, müşterekleri yağmalaması çok daha kolaydır… Rahatlıkla kamu bankalarından milyonlarca dolar kredi alabilir… [Tabii alınan krediler de ekseri geri ödenmez..]
Gazetelerin “dördüncü kuvvet’ olduğu söylenir. Diğerleri yargı, yürütme ve yasama… Medyaya diğerlerini ‘denetleyen’ anlamında ‘dördüncü kuvvet’ demek adet olmuştur … Aslında bu retoriğin, bu kabulün bu dünyada reel bir karşılığı olduğunu söylemek mümkün değildir. Medya da aslında iktidarların, egemenlerin bir ideolojik aygıtıdır. Ve esas itibariyle de ‘karşı tarafın’ hizmetindedir… Ne demek istediğimi desteklemek üzere, aşağıya aldığım New York Times’ın ünlü editörü, Karl Marx’ın da dostu olan John Swinton’un konuşmasından bir bölümü okuyabilirsiniz.
O halde sadede gelebiliriz. Böyle bir tablo ortaya çıkmışken ve medya nerdeyse külliyen Politik İslamcı despotik iktidarın ve büyük sermayenin hizmetine girmişken, artık havuzlarda yüzerken… ne yapmak gerekiyor? Ne yapılabilir? Yapılacak iki şey var: Birincisi, ‘merkez medya yok oldu’ diye hayıflanmak, mızmızlanmak, her şeye rağmen ‘sayın seyirciliğe’ devam etmek; İkincisi de, adına lâyık bir medya yaratmak için harekete geçmek, ayağa kalkmak… Aslında bu ikincisini yapmak hem gerekli ve hem de mümkündür… Söylendiğine göre Doğan Medya Grubu 1, 1 milyar dolara satılmış… Mevcut durumdan şikayet eden, ‘gerçeğe ihtiyacı olan’ milyonlarca insan bu kadar parayı çok rahatlıkla tedarik edebilir. Bu milyonlarca insan cüzi katkılarıyla bu durum pekâlâ tersine çevirebilir… Bunun için personel sıkıntısı da çekilmez. Sadece son bir kaç yılda işinden atılanlar (ve bundan sonra atılacak olanlar da dahil ), nice gazeteleri, dergileri, haber ajanslarını, televizyonları hayata geçirebilirler…. Tabii KHK’larla işinden olan üniversite üyeleri de ‘gerçek üniversiteler’ kurabilirler…
O zaman yapılacak şey, ezilenlerin, sömürülenlerin, gerçeğe ihtiyacı olan mülksüzlerin (ki, artık yaklaşık %10 dışında hepimiz proleteriz…) kendi medyasını oluşturmak üzere harekete geçmektir… Bu amaçla ülke çapında tüm kesimleri temsilen büyük bir toplantı örgütlenebilir… O toplantıda neyin, nasıl yapılacağına dair ilkeler oluşturulur, yol haritası belirlenir ve bir ‘yürütme kurulu’ seçilir, uygun bir örgüt modeli oluşturulur, görevlendirmeler yapılır, vb…. Böyle bir şey başarılırsa ki, başarılmaması için hiç bir neden yoktur, bu dünyanın geri kalanı için de bir örnek teşkil edebilir… Aslında böylesi bir girişim, ideolojik köleliğe meydan okuma anlamına da geleceği gibi, bir bilinçlenme-politikleşme fırsatı da yaratabilir… İnsanların cüzi katkılarıyla gazeteler, dergiler, haber ajansları, televizyonlar harekete geçirilebilir… Bunların sahibi olanlar aynı zamanda , okuyucusu, izleyicisi de olacağı için, bir sürdürülemezlik sorunu da ortaya çıkmaz… Velhasıl haysiyetli insanlar olarak yaşamak bizim irademizi aşan bir şey değildir…
EK 1:
Karl Marks’ın dostu da olan John Swinton, 1880’lerde New York Times’ta yazıyor. Gazete bir Yahudi tarafından satın alındıktan sonra düzenlenen toplantı da, davetli gazeteciler “hür basın” onuruna kadeh kaldırmak üzere onu kürsüye çağırıyorlar. Swinton elindeki kadehiyle kürsüye çıkıyor. Çıt yok. Ve cümleler dökülüyor:
“Dünya tarihinin şu anına dek Amerika’da ‘Özgür, bağımsız basın’ diye bir şey olmamıştır. Bunu siz de biliyorsunuz biz de…” diye başlıyor sözlerine.
“Hiçbiriniz düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesaret
edemezsiniz. Bunu yapmaya kalktığınızda yazdıklarınızın önceden basılmayacağını bilirsiniz, çünkü:
Çalıştığım gazete bana düşüncelerimi özgürce yazmam için değil, tersine yazmamam için bir ücret ödüyor. İçinizde benzer biçimde benzer ücret alan başkaları da vardır. Düşüncelerini açıkça yazacak kadar salak olan herhangi biri, sokakta başka bir iș arıyor olacaktır. Çalıştığım gazetemin herhangi bir sayısında düşüncelerimi apaçık yazsaydım, 24 saat dolmadan işimden atılırdım. Gazetecilerin işi; gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine ve iktidara dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de…
Öyleyse, şimdi burada ‘bağımsız, özgür basının(!) şerefine(!) kadeh kaldırmak saçmalığı da nereden çıktı?
Bizler, sahnenin arkasındaki zengin adamların ve emperyalistlerin oyuncakları, kullarıyız. Bizler ipleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız…
Onlar ipleri çekiyorlar ve biz dans ediyoruz. Yeteneklerimiz, olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi başkalarının malı…
Bizler entelektüel fahişeleriz”.
(Source: Labor’s Untold Story, by Richard O. Boyer and Herbert M. Morais, published by United Electrical, Radio & Machine Workers of America, NY, 1955/1979.)
[There is no such thing, at this date of the world’s history, in America, as an independent press. You know it and I know it.
There is not one of you who dares to write your honest opinions, and if you did, you know beforehand that it would never appear in print. I am paid weekly for keeping my honest opinion out of the paper I am connected with. Others of you are paid similar salaries for similar things, and any of you who would be so foolish as to write honest opinions would be out on the streets looking for another job. If I allowed my honest opinions to appear in one issue of my paper, before twenty-four hours my occupation would be gone.
The business of the journalists is to destroy the truth, to lie outright, to pervert, to vilify, to fawn at the feet of mammon, and to sell his country and his race for his daily bread. You know it and I know it, and what folly is this toasting an independent press?
We are the tools and vassals of rich men behind the scenes. We are the jumping jacks, they pull the strings and we dance. Our talents, our possibilities and our lives are all the property of other men. We are intellectual prostitutes.
…
EK:2 John Swinton’un Marx’la yaptığı söyleşi
Marx
The interview by John Swinton, The Sun, no. 6, 6 September 1880
The interview with the editor of the progressive New York newspaper The Sun took place August 1880 Transcribed for the Internet Jan 18 1996 by z.
One of the most remarkable men of the day, who has played an inscrutable but puissant part in the revolutionary politics of the past forty years, is Karl Marx. A man without desire for show or fame, caring nothing for the fanfaronade of life or the pretence of power, without haste and without rest, a man of strong, broad, elevated mind, full of far-reaching projects, logical methods, and practical aims, he has stood and yet stands behind more of the earthquakes which have convulsed nations and destroyed thrones, and do now menace and appal crowned heads and established frauds, than any other man in Europe, not excepting Joseph Mazzini himself.
The student of Berlin, the critic of Hegelianism, the editor of papers, and the old-time correspondent of the New York Tribune, he showed his qualities and his spirit; the founder and master spirit of the once dreaded International and the author of “Capital”, he has been expelled from half the countries of Europe, proscribed in nearly all of them, and for thirty years past has found refuge in London.
He was at Ramsgate the great seashore resort of the Londoners, while I was in London, and there I found him in his cottage, with his family of two generations. The saintly-faced, sweet-voiced, graceful woman of suavity who welcomed me at the door was evidently the mistress of the house and the wife of Karl Marx. And is this massive-headed, generous-featured, courtly, kindly man of 60, with the bushy masses of long revelling gray hair, Karl Marx?
His dialogue reminded me of that of Socrates — so free, so sweeping, so creative, so incisive, so genuine — with its sardonic touches, its gleams of humor, and its sportive merriment. He spoke of the political forces and popular movements of the various countries of Europe — the vast current of the spirit of Russia, the motions of the German mind, the action of France, the immobility of England. He spoke hopefully of Russia, philosophically of Germany, cheerfully of France, and sombrely of England — referring contemptuously to the “atomistic reforms” over which the Liberals of the British Parliament spend their time.
Surveying the European world, country after country, indicating the features and the developments and the personages on the surface and under the surface, he showed that things were working toward ends which will assuredly be realized. I was often surprised as he spoke. It was evident that this man, of whom so little is seen or heard, is deep in the times, and that, from the Neva to the Seine, from the Urals to the Pyrenees, his hand is at work preparing the way for the new advent. Nor is his work wasted now any more than it has been in the past, during which so many desirable changes have been brought about, so many heroic struggles have been seen, and the French republic has been set up on the heights.
As he spoke, the question I had put, “Why are you doing nothing now?” was seen to be a question of the unlearned, and one to which he could not make direct answer. Inquiring why his great work “Capital”, the seed field of so many crops, had not been put into English as it has been put into Russian and French from the original German, he seemed unable to tell, but said that a proposition for an English translation had come to him from New York. He said that that book was but a fragment, a single part of a work in three parts, two of the parts being yet unpublished, the full trilogy being “Land”, “Capital”, “Credit” , the last part, he said, being largely illustrated from the United States, where credit has had such an amazing development. Mr. Marx is an observer of American action, and his remarks upon some of the formative and substantive forces of American life were full of suggestiveness. By the way, in referring to his “Capital”, he said that any one who might desire to read it would find the French translation much superior in many ways to the German original. Mr. Marx referred to Henri Rochefort the Frenchman, and in his talk of some of his dead disciples, the stormy Bakunin, the brilliant Lassalle, and others, I could see how his genius had taken hold of men who, under other circumstances, might have directed the course of history.
The afternoon is waning toward the twilight of an English summer evening as Mr. Marx discourses, and he proposes a walk through the seaside town and along the shore to the beach, upon which we see many thousand people, largely children, disporting themselves. Here we find on the sands his family party — the wife, who had already welcomed me, his two daughters with their children, and his two sons-in-law, one of whom is a Professor in King’s College, London, and the other, I believe, a man of letters. It was a delightful party — about ten in all — the father of the two young wives, who were happy with their children, and the grandmother of the children, rich in the joysomeness and serenity of her wifely nature. Not less finely than Victor Hugo himself does Karl Marx understand the art of being a grandfather; but, more fortunate than Hugo, the married children of Marx live to cheer his years. Toward nightfall he and his sons-in-law part from their families to pass an hour with their American guest. And the talk was of the world, and of man, and of time, and of ideas, as our glasses tinkled over the sea. The railway train waits for no man, and night is at hand. Over the thought of the babblement and rack of the age and the ages, over the talk of the day and the scenes of the evening, arose in my mind one question touching upon the final law of being, for which I would seek answer from this sage. Going down to the depth of language, and rising to the height of emphasis, during an interspace of silence, I interrogated the revolutionist and philosopher in these fateful words, “What is?” And it seemed as though his mind were inverted for a moment while he looked upon the roaring sea in front and the restless multitude upon the beach. “What is?” I had inquired, to which, in deep and solemn tone, he replied: “Struggle!”
At first it seemed as though I had heard the echo of despair; but, peradventure, it was the law of life.