Perşembe , 28 Mart 2024

“Kapitalizm dahilinde bir gelecek yok!” – Fikret Başkaya – Röportaj: Ahmet KÜLSOY

“Kapitalizm dahilinde bir gelecek yok!”

 

Fikret Başkaya ile söyleşi.

 

Ahmet Külsoy

 

Türkiye bir dizi krizler sarmalına hapsolmuş durumda. Kriz toplumun tüm veçhelerini girdabına almış görünüyor. Size göre bu “çöküş tablosunun” geresinde ne var?

 

Aslında bu durumun gerisinde iki temel neden var: Birincisi, 1950’li yılların başında Türkiye’nin NATO’ya üye olmasıydı. NATO demek de ABD demek olduğuna göre, o tarihten itibaren Türkiye adı konmamış bir ABD uydusu oldu… Bu, ülkenin bağımsız ekonomik-sosyal ve dış politika uygulama yeteneğinin aşınması demekti… Fakat, ikinci emperyalist savaş sonrası dönem, kapitalizmin otuz yıl kadar süren bir “yükselme dönemiydi”… Kalkınmacılığın revaçta olduğu bir dönemdi. O dönemde Türkiye her şeye rağmen önemli bazı başarılar kaydetti… Fakat kapitalizm 1970’lerin ortasından itibaren yeniden ‘yapısal krize’ girince her şey alt-üst oldu…

 

İkinci neden ne idi?

 

İkinci neden 1980 de alınan sert virajdı… Türkiye güya “dışa açılma”, “ihracat öncülüğünde büyüme”, işte “dünya ekonomisiyle bütünleşme”, “Piyasa ekonomisini tesis etme”… retoriğiyle ve ünlü 24 Ocak Kararlarıyla, neoliberal ekonomik ve sosyal politikaları benimsedi… Aslında söz konusu olan tam bir “kompradorlaşma” tercihiydi… Tabii NATO’cu ordunun darbesi (12 Eylül) olmadan kompradorlaşma programını uygulamak kolay olmazdı… Türkiye o kararlarla geleceğini emperyalist sermayeye ve onun hizmetindeki örgütlere (IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, vb.) emanet etmişti… Başka türlü söylersek, ekonominin ve toplumun kaderi ‘dış belirleyiciliklere’, dışarının insafına terk edildi… Dışarının ne olduğu da malûm… Geride kalan yaklaşık 40 yılda ekonominin temeli aşınmaya devam etti… Ekonominin ‘iç eklemlenmesi’ zaafa uğradı… Ekonominin sektörleri arasındaki tamamlayıcılık ve karşılıklılık ortadan kalktı…

 

Son 16 Yıllık dönemde AKP’nin bu yıkım tablosunda bir dahli yok muydu?

 

Elbette var, hem de çok… AKP neoliberal politikaları önceki hükümetlerden çok daha gözü kara uyguladı. Sömürüyü, yağma ve talanı geride kalan dönemde görülmemiş düzeylere taşıdı… Çöküşü hızlandırdı… Her şeyi yağmaladılar, talan ettiler, her şeyi özelleştirdiler. Artık kamu hizmeti kavramının yerinde yeller esiyor… AKP ile bütçeyi, hazineyi ve müşterekleri yağmalama konusunda hiç bir hükümet yarışamazdı… Şimdilerde Türkiye külliyen küresel finans baronlarına teslim olmuş durumda… Ekonomi borçlanmadan yol alamıyor, kendi ayakları üzerinde duramaz halde… Oysa yüksek oranlı bir büyüme olmadan borçlanmayı sürdürmek mümkün değildir. Artık durum sürdürülülebilir olmaktan çıktı… Ülke kritik kavşağa dayandı…

 

Türkiye 24 Haziranda iki seçime gidiyor. Size göre muhalefetin ülkeyi düzlüğe çıkarma potansiyeli var mı? Ya da seçim sonrası ne yapılırsa bu durumdan çıkılabilir?

 

Artık hiç bir şey eskisi gibi değil… Eski yöntemlerin, araçların, eski politikaların, geleneksel politikacıların bir şansı yok… Sadece sorunları erteleyebilirler ama daha ne zamana kadar? Fakat bir şey var: ne yapıp-edip, mutlaka bu dinci despotik tırmanışı durdurmak gerekiyor… Zira sahip olduğunu koruyamayanların, bulundukları mevzilerin gerisine püskürtülenlerin yeni şeyler kazanması daha da zorlaşır… Temelli dönüşümler olmadan, aracın rotası radikal olarak değiştirilmeden, kapitalist mantığın, neoliberal soytarılığın dışına çıkmadan, kapitalizmi radikal olarak sorun etmeden belki kitleler bir süreliğine ‘aldatılabilir’, ‘oyalanabilir’ ama kalıcı bir çözüm asla mümkün olmaz…Artık sorun sadece aracın sürücüsünü değiştirmekle çözülebilir değil… Aracı [makinayı], sürücüyü ve aracın rotasını radikal olarak değiştirmeyi gerektiren bir zamandayız… “Ben bu aracı daha iyi sürerim” demek yeterli değil… Eğer araç bozuksa, yürümüyorsa… Başka türlü söylersek, radikal olmanın, radikal dönüşümlerin, radikal devrimlerin gerekli olduğu bir zamandayız… Radikal olmak, sorunları kökeninden ele almaktır denmiştir…

 

Neden bu araç artık bu rotada ilerleyemez diyorsunuz?

 

Zira, kapitalizm artık ‘yeni değer’, ‘fazla değer’, üretmekte zorlanıyor… İç sınırına dayandı… Yeni değer yaratamayınca, var olanı, mevcut olanı manipüle edebiliyor sadece… Servet el değiştirince şeylerin seyrinde kayda değer bir değişiklik olmaz… Sadece zengin-yoksul uçurumu derinleşir…Türkiye’deki durum söylemek istediğime iyi bir örnek oluşturuyor… Ne yapıyorlar, bütçeyi, hazineyi ve müşterekleri, doğayı yağmalıyorlar. Herkesin olanı onlardan çalıyorlar… Bu kadarını yaparken, doğal çevre tahribatını, ekolojik yıkımı derinleştiriyorlar. Yaptıklarını gizlemek için de yol, köprü, yüksek binalar, kuleler, devasa camiler inşa ediyorlar, tam birer yıkım projesi olan “Büyük Projeleri” dayatıyorlar… Doğayı tahrip etmek, ekolojik yıkımı derinleştirmek pahasına… Özelleştirme ne demek? Kamuya, herkese, topluma ait olanı özel sermaye gruplarına, yandaş “iş bitirici” kapitalistlere peşkeş çekmek demek… Para el değiştiriyor ve paranın el değiştirmesiyle güya GSYH (milli gelir) artıyor görünüyor… Ekonomi “büyüyor”! Kimse ne, ne pahasına büyüdü? Büyüme kimin için ne anlama geliyor? sorusunu sormuyor… Bir tarafta ‘büyüme’ şarkıları yüksek sesle söylenirken, diğer yanda yoksulluk ve sefalet büyüyor ve doğa tahribatı, ekolojik yıkım derinleşiyor… Ve bu kepazelik, bu saçmalık bir de büyük bir başarı olarak sunuluyor…

 

Her şey kötüye giderken, olup-bitenlerin bir ‘başarı öyküsü’ olarak sunulabilmesi nasıl açıklanabilir o halde?

 

Bu durum doğrudan ideolojik köleliği angaje eden bir şey… İdeolojik kölelik de sömürü ve yağma düzeninin hizmetindeki, iktisatçılar, “bilim insanı denilenler”, kapısında ‘üniversite’ yazan gericilik odakları, sözde din alimleri, uzmanlar, ne demekse “kanaat önderleri”, filozoflar, medya, vb. sayesinde mümkün oluyor… ‘Yanlış bilinç’ sayesinde mümkün oluyor… Uzman ‘ağacı gören ama ormanı görmeyendir’… Onun bu özeliği, Bütünü kavramayı engelliyor. Oysa, gerçek bütündedir, hakikat bütündedir… Boşuna, “devrimci olan sadece gerçektir” denmemiştir… Bu yüzden sömürü düzeni ‘uzmanı’ boşuna yüceltmez…  Esasen üniversitelerde bilim diye okutulan “iktisadın” gerçek bilimle de, bu dünyanın gerçekliğiyle de bir ilgisi yoktur… Kapitalizmi meşrulaştırmaya ve kabullendirmeye yarayan ideolojik safsatalardan ibarettir… Sömürü düzenini, zulüm düzenini asıl ayakta tutan baskı, şiddet, devlet terörü değil, ideolojik köleliktir, ‘gönüllü kulluktur’… İdeolojik kölelikten kurtulmanın, bilinci özgürleştirmenin yolu da radikal eleştiriyle mümkün… Kitlelerin ‘öz hareketiyle’ mümkün. Zihinsel/entellektüel bir devrimle mümkün…

 

Siz son kitabınızda [ÇÖKÜŞ- Kapitalizmin Nihai Krizi Üzerine Bir Deneme], bir de ‘kapitalizmin dış sınırına dayandığını’ söylüyorsunuz, bunu biraz açabilir misiniz?

 

Kapitalizm sınırsız büyüme, genişleme, yayılma dinamiğine ve eğilimine sahip bir sistem. Her seferinde daha çok üretmek, daha çok tüketmek gerekiyor… Zira sistem büyümeden varlığını sürdüremez… Orada durmak diye bir şey yoktur… Fakat üretmek demek, doğadan bir şey çekmek, azaltmak-eksiltmek demektir… Üstelik üretirken de, tüketirken de ‘kirletmek’ demektir. Kapitalistler ve burjuva devletler üretimin ve tüketimin doğaya ve insana verdiği zararları dikkate almıyorlar…

 

Özetle söylersek, sistem sınırsız büyüme dinamiğine sahip ama bu dünyanın kaynakları sınırlı… İşte şimdilerde o sınırsız büyüme, sınırlı dünyanın duvarına dayanmış bulunuyor… Doğal kaynaklar kıtlaşıyor, tükeniyor, pahalanıyor, doğal çevre kirlendi. Tabii doğal çevre kirlenince insan da kirleniyor… Denizler tuzlanıyor, atmosfer ısınıyor, biyolojik çeşitlilik ve canlı türleri yok oluyor, tarımsal üretim tehlikeye giriyor, atmosferin ısınmasıyla deniz seviyeleri yükseliyor ve deniz kenarlarında yaşayan yüz milyonlarca, belki milyardan fazla insan göçe zorlanıyor. Gıda kirlendi, su kirlendi, hava kirlendi… İyi de geriye ne kaldı? “İnsan bunun neresinde?” denmeyecek midir? İnsanlar yedikleri, içtikleriyle hastalanıyor. Bir yerdeki aşırı yağışlara, sellere, su baskınlarına başka yerlerde kuraklık eşlik ediyor…, Ormanlar hızla tahrip oluyor, çölleşme genişliyor… Kentler kent olmaktan çıkıyor… Velhasıl güzel gezegenimiz hızla  ‘yaşanamaz’ bir yer haline geliyor… Bütün bunlar da birileri daha çok kâr etsin, daha büyük zenginliğe el koysun diye yapılıyor… Bu işte bir yanlış yok mu? Bu sürdürülebilir bir durum mudur? Boşuna insanlığın ve uygarlığın geleceği tehlikeye girdi denmiyor… İnsanlar vakitlice akıllarını başlarına almazlarsa, silkinip ayağa kalkmazlarsa, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir…

 

Son olarak, neden kriz değil de çöküş? Neden içinde bulunduğumuz durumu ‘kriz’ kelimesiyle değil de “çöküşle” ifade etme gereği duyuyorsunuz?

 

Kriz dendiği zaman ‘normal durumdan geçici bir sapma’ kastedilir ama kriz normale dönüşü de ima eder… Oysa, ‘çöküş’ geri dönüşü olmayan sınırın aşıldığını ima eder… 1917 Moskova doğumlu (1917-2003) , Nobel ödülü sahibi de olan fizikçi-kimyacı Ilya Prigogine:” Eğer bir kimyasal, biyolojik veya sosyal sistem, genel denge durumundan fazlaca saparsa ve bu da sıklıkla tekrarlanırsa , artık bir daha sistem yapamaz” diyor… İşte şimdilerde kapitalist dünya sisteminin manzarası tam da öyle… Durumu artık ‘kriz’ karşılamıyor… ‘Çöküş’ daha iyi ifade ediyor… Eğer bir sosyal istem, bir üretim tarzı, bir uygarlık verili durumda artık toplumun temel ihtiyaçlarını (su, gıda, konut, güvenlik, ulaşım, vb…) karşılamakta zorlanır duruma gelmişse, artık krizden değil, çöküşten söz etmek gerekecektir…