Parlamenter Sistemin Tarihinde Yeni ve Can Alıcı Bir Dönüm Noktası; 7 Haziran 2015 Seçimleri
7 Haziran seçimleri, 1876’dan beri kesintilerle süregelen parlamenter sistemin tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Bu tarihten sonra başlayan süreçte 1946 yılından beri var olan parlamenter sistem kaldırıldı ve Cumhurbaşkanlığı sistemi adıyla tek adam yönetimi kuruldu. Bu sistemde T. Erdoğan’a verilen yetkiler, 1876 Birinci meşrutiyet döneminde Abdülhamit’e verilen, tek parti döneminde de M. Kemal’in sahip olduğu yetkilerle kıyaslanabilir düzeydedir.
Yeni sisteme CHP başta olmak üzere meclisteki düzen partilerinin zımni (açıktan olmayan) desteği ile geçilmiştir. Bu durum eski biçimiyle parlamenter sistemin, egemen sınıflar açısından tarihi ömrünü doldurduğunu göstermektedir.
Tekrar eskiye benzer bir parlamenter sisteme dönebilmenin temel koşulu şudur: HDP etrafında oluşmuş olan ve Türkiye’deki bütün milli, dini, cinsel kimlikleri, işçi sınıfı ve ezilen kesimleri temsil eden ittifakın dağıtılması, HDP’nin Kürt hareketine ve sosyalist harekete karşı düzenin yanında işbirlikçi bir güce dönüşmesi. Bu şartın yerine getirilebilmesi de mümkün görünmüyor.
Biz bu iki bölümlük yazı dizisinde, Türkiye’de parlamenter sistemin tarihi gelişimini, meclislerin kimlere açık kimlere kapalı olduğunu, istenmeyen bir meclis bileşimi ortaya çıktığında egemen kesimlerin nasıl tavır aldıklarını kısaca özetleyip, 7 Haziran seçimleri sonrasında ortaya çıkan durumu tartışacağız.
Türkiye’de Parlamenter Sistemin Kısaca Tarihi
Türkiye tarihinde ilk meclis 1876 yılında açıldı ve ilk seçimler de gene bu yılda yapıldı. Padişaha Anayasayı ve meclisin açılmasını kabul ettirenler Osmanlı burjuvazisinin siyasi temsilcileri olan ve 1865 yılından itibaren örgütlü faaliyet yürüten Genç Osmanlılar’dı. Seçim yasasına göre seçimler iki dereceliydi. Yasa kadınlara, işçilere, yoksullara seçme ve seçilme hakkı tanımıyordu. Bu seçim yasasına göre, “seçim esnasında bir kimsenin hizmetinde bulunanlar”, emlak sahibi olmayanlar milletvekili olamıyordu. Kadınların zaten seçme ve seçilme hakkı yoktu.
Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Osmanlı’da da burjuvazi demokrasiyi (Meşruti yönetim) emekçiler, kadınlar, yoksullar için değil kendi için istiyordu.
Osmanlı burjuvazisi hem Panislamist hayallerini devam ettirmek, hem Müslüman ulusların imparatorluktan kopmalarını engellemek, hem de halk hareketini tetikleyecek bir çatışmaya meydan vermemek için halife padişahı yerinde tuttu. Hatta ilk anayasa olan 1876 Anayasası ile padişaha olağanüstü yetkiler verdi:
Saltanat hakkı ve halifelik Osmanlı soyuna aitti. Padişahın sahsı kutsal ve sorumsuzdu. Osmanlı sülalesinin malları, ödenekleri ömür boyu güvence altına alınıyordu. Meclis ve hükümet padişaha bağlıydı. Padişah bakanları tayin etme, para basma, savaşa karar verme, orduya komuta etme, şeriat hükümlerini uygulama yetkilerine sahipti. Padişah meclisi feshetme yetkisine de sahipti.
II. Abdülhamit’in meclisi feshetme yetkisini kullanmasıyla bu dönem 1877’de kapandı. 30 küsur yıl sonra 1908 II. Meşrutiyetin ilanı ile meclis tekrar açıldı. Seçim yasası gene 1876 yılında uygulanmış olan yasaydı. Bu iki dereceli, seçim yasası M. Kemal döneminde de uygulandı ve 1946 yılına kadar yürürlükte kaldı. 1942 yılında yapılan yeni seçim yasası, özde hiçbir değişiklik meydana getirmemişti.
II. Meşrutiyetin ayırt edici özelliği, sürece halkın katılması, Ermeni, Bulgar, Rum, Arap ulusal güçleriyle İttihatçıların ittifak yapması ve mecliste sosyalist milletvekillerin de bulunmasıydı. Bütün Osmanlı meclisleri (dünya savaşı öncesi 1914 seçimleriyle oluşan meclis dahil), imparatorluk mantalitesine uygun olarak, çok uluslu ve çok dinliydi. Meclislerde Müslüman olarak Türk, Arap, Kürt ve Arnavutlar, gayrı müslim olarak ta Rum, Ermeni, Yahudi, Ulah, Bulgar, Sırp vekiller yer alıyordu.
Çoğu Ermeni olan sosyalist milletvekilleri esas olarak, Ermeni ulusal hareketinin desteğine ve Ermenilerin İttihatçılarla yaptığı ittifaka dayanarak meclise girebilmişlerdi.
Tarihimizde siyasi partilerin ilk kez kurulmaları da II. Meşrutiyet ile mümkün oldu.
İttihat ve Terakki bu çok partili, çok dinli, çok uluslu, çok dernekli, grevli, sendikalı, kadın sesli ortama ve meclise tahammül edemedi. Tatil-i Eşgal Kanunu ve Dernekler Kanunu ile sendikalar, dernekler, gösteriler ve yürüyüşler yasaklandı. 1913 yılında da da Babı Ali darbesiyle tek parti diktatörlüğü kuruldu. Ermenilerin İttihatçılarla ittifakı 1914 seçimlerinde de devam etti. Rumlar da aynı şekilde 1914 seçimine, tek parti olan İttihatçıların listesinden meclise girdiler.
Özetlersek Osmanlı meclisleri çok uluslu, çok dinli ama işçi sınıfına, köylülere, yoksullara, kadınlara kapalı meclislerdi.
Birinci meşrutiyeti ilan ettiren Genç Osmanlılarla, İttihatçıların önemli bir farkı, birincilerin Osmanlıcı, şeriatçı olmalarına karşılık, İttihatçıların özellikle 1912 Balkan yenilgisinden sonra Türkçü, laik eğilimli politikalar uygulamalarıydı. İttihatçıların bu politikaları I. Dünya Savaşı sırasında gayrı Müslimlerin soy kırımına dönüştü.
Türkiye Meclisleri
Osmanlı bir imparatorluktu. Türkiye ise ulusal bir devletti. Bu özellik Osmanlı dönemindeki birçok politika ile (örneğin Panislamizm, Pantürkizm, farklı ulus ve dinlere tavır gibi) Cumhuriyet döneminde uygulanan politikalar arasındaki farkları açıklamaya yarar. Ama Osmanlı ile Türkiye arasında siyasi, ekonomik ve ideolojik alanlarda önemli devamlılıklar da vardır.
Savaş sonrasında kurulmakta olan yeni devletin ulusal özelliği meclise de yansıdı. 23 Nisan 1920 günü Ankara’da açılan TBMM tarihimizin ilk tek dinli meclisiydi. Bu meclis Cumhuriyetin ilanı ile birlikte, tek dinli ve tek uluslu meclise dönüştü.
1918 yılı sonlarında Mütareke ile birlikte çok partili dönem tekrar başlamıştı. İstanbul’da içlerinde sosyalist partilerin de olduğu onlarca parti kurulmuştu. Ama 23 Nisan 1920’de açılan TBMM’de partiler yoktu. Partiler yoktu ama bu mecliste komünistler (Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası yöneticilerinden bazıları) vardı. Kürtler, Lazlar kendi ulusal kimlikleriyle mecliste yer alıyorlardı. Bu durumun nedeni, M. Kemal liderliğindeki egemen kesimlerin, Kürtlerle ittifaka ve Sovyet yardımına mecbur olmalarıydı. Bu etkene, Ankara hükümetinin henüz ülkenin tümünde denetimi kurabilecek bir güce sahip olmadığını da eklemek gerekir. Komünistlerin ve Kürtlerin kendi ulusal kimlikleriyle mecliste yer almaları Türk egemen sınıflarının hiç istemediği bir durumdu. Nitekim ilk fırsatta buna son verildi.
Cumhuriyet döneminde, seçim yasasını ve meclisin bileşimini düzenlemede duyulan kaygılar günümüzde de aynen devam ettiği için önemlidir. Bu kaygılar; işçi sınıfı ve komünist hareketin, Ermeni, Rum ve Yahudiler başta olmak üzere gayrı Müslim azınlıkların, Kürtlerin, kadınların meclise girmelerini engellemek, bunların örgütlenmelerine, seslerini duyurabilmelerine engel olmaktır.
Bu tespitimize; “M. Kemal kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdi, kadınlar 1935 seçimlerinde meclise girdiler” diye itiraz edenler olacaktır. Mevcut iki dereceli seçim sistemi ve M. Kemal’e verilen yetkiler, M. Kemal’in seçtiği bir avuç kadın dışında kadın kitlesinin bu hakkı kullanmasına imkan vermiyordu. Yani uygulamada kadınlar seçme ve seçilme hakkına sahip değildi ama M. Kemal istediği kadını milletvekili yapma hakkına sahipti.[1]
İttihatçıların özellikle I. Dünya Savaşı sırasında uyguladığı, farklı ulus ve farklı dinlere karşı düşmanlık, soykırım politikaları, cumhuriyet döneminde aynen sürdürüldü. Bunlara ek olarak İttihatçıların döneminde önde olmayan Kürt düşmanlığı ve sola karşı düşmanlık Cumhuriyet döneminde belirleyici hale geldi.
1876 tarihli iki dereceli seçim yasası M. Kemal tarafından aynen uygulanmaya devam edildi demiştik. Yasa üzerinde; 1923 yılında vergi verme şartının kaldırılması, oy kullanma yaşının önce 18’e indirilmesi sonra 22’ye çıkarılması, vekil sayısında, ikinci seçmenlerin sayısında değişiklikler, M. Kemal’e istediği kadınları milletvekili yapma hakkının verilmesi gibi biçimsel oynamalar yapıldı.
1918 sonlarında başlayan ikinci çok partili dönem 1925 Takrir-i Sükun Kanunu ile resmen sona erdi ve 1927 yılında da 1914’ten sonra ilk tek partili seçim yapıldı. Seçim yasasının anti demokratikliğinin yanı sıra M. Kemal’e, II. Abdülhamit’i aratmayacak yetkiler verilmişti. Örneğin;
CHP 23 Haziran 1927’de yaptığı tüzük değişikliği ile milletvekillerini belirleme yetkisini M. Kemal’e verdi. M. Kemal ayrıca değişmez parti genel başkanı ve cumhurbaşkanı oldu. Yasamanın, yürütmenin, yargının ve ordunun başında M. Kemal vardı. 1936 yılının Haziran ayında çıkarılan bir genelgeyle, CHP il başkanları aynı zamanda vali yapıldı ve Parti Genel Sekreteri de aynı zamanda İçişleri Bakanı oldu. Aynı yıl (1936) faşist İtalya’nın ceza yasasından alınan maddeler, ünlü 141 ve 142. Maddeler olarak düzenlenip, Türk Ceza Yasasına konuldu. Böylece TBMM, M. Kemal’in ve CHP’nin istemediği toplumsal kesim ve sınıflara su sızdırmaz biçimde kapatılmış oluyordu.
İki dereceli seçim sistemi M. Kemal döneminde şöyle işliyordu:
Önce CHP’nin yerel örgütlenmeleri ikinci seçmenleri belirliyordu. Yani milletvekili seçimlerinde oy kullanacak olanlar iktidar partisi (CHP) tarafından belirleniyordu. Bu ikinci seçmenler o bölgenin CHP’li bürokrat, eşraf, asker kişileri oluyordu. M. Kemal’e kadınlardan da vekil seçme yetkisi verilince, bu saydıklarımızın kadınları da ikinci seçmenin arasına katıldılar. Belirlenen ikinci seçmenlerin isimleri yerel gazetelerde yayınlanıyordu.
CHP üyesi ikinci seçmenler tüzük gereği partinin gösterdiği milletvekili adaylarına oy vermek zorundaydılar. Aksi takdirde çeşitli disiplin cezalarına çarptırılıyorlardı. [2]
İkinci seçmenlerin belirlenmesinden sonra M. Kemal kendi belirlediği milletvekili adaylarını ilan ediyordu. Böylece, CHP’nin belirlediği seçmenler, mecburen (parti tüzüğü gereği) M. Kemal’in belirlediği adaylara oylarını veriyor ve seçimler yapılmış oluyordu!
Bütün bu düzenlemeler, istenmeyen kişi ve düşüncelerin yani sosyalizmin temsilcilerinin, Kürtlerin, gayrı Müslimlerin istemlerini dile getiren temsilcilerin, M. Kemal’e biat etmeyen onun gibi düşünmeyen kadınların, Sünniliğin resmi din olarak dayatılmasına karşı çıkanların meclise girememesi için yapılmıştı. M. Kemal döneminde solun, azınlıkların, Kürtlerin, kadın erkek hiçbir temsilcisi mecliste yer alamadı.[3]
Tekrar Çok Partili Düzene Geçiş
1946 yılında yapılan çok partili seçimler İsmet İnönü’nün ve CHP’nin ne kadar demokrasi aşığı olduklarının kanıtı olarak ileri sürülür. Günümüzde sahip olunan nispi demokratik haklar 1946’da CHP’nin çok partili sisteme geçmesinin ve 1960 askeri darbesinin ürünü olarak gösterilir.
Gerçekte ise 1946 seçimleri ve onun devamı olan 1950 seçimleri, Türkiye’de 2016 referandumu ile kaldırılan parlamenter sistemin gerçekte ne olduğunu, bu sistemin sınıfsal, ulusal, dini niteliklerini gösteren en iyi örneklerdir. Kısaca duralım.
Cumhuriyetin ilk seçim kanununun 14 Aralık 1942 tarihli Mebus Seçimi Kanunu olduğunu ama bu kanunun eski iki dereceli seçim sistemini devam ettirdiğini belirtmiştik. 1876’dan kalma iki dereceli seçim yasası 5 Haziran 1946’da yeni yasayla değiştirildi. Parti ve dernek kurmak, sendika kurmak serbest bırakıldı. Ama bu haklar sadece düzen güçleri için geçerliydi, komünistlere ve diğer muhaliflere yasaktı. İlk çok partili ve tek dereceli seçim 1946 yılında yapıldı. Fakat iktidardan gitmeye hiç niyeti olmayan İnönü ve CHP bu seçim yasasına bazı maddeler koydular. Seçimler tek dereceli ama açık oy gizli sayım yöntemiyle yapılacak, sayımdan sonra seçmen pusulaları yakılacaktı. Seçim kurulları, belediye başkanları ve belediye meclis üyelerinden yani CHP’lilerden oluşacaktı. Yargı denetimi olmayacaktı.
Yeni tek dereceli seçim yasası böyleydi ama İnönü ve CHP esas demokrat(!) yüzlerini muhalif kesimlere karşı takındıkları tavırlarda gösteriyorlardı. Kürtler en son 1938 Dersim kırımından sonra kendi kabuklarına çekilmişlerdi. Azınlıklar ise 1942’de konulan Varlık Vergisi, kurulan çalışma kampları ile başlarını kaldıramaz haldeydiler. Kadın hareketi 1935 yılında sözde seçme ve seçilme hakkı verilerek ama dernekleri kapatılıp örgütlenme hakları, yayın çıkarma hakları, kadın emekçilerin sendika hakları ellerinden alınarak ortadan kaldırılmıştı.
En diri görünen muhalif güç komünistler ve onların çevresindeki aydın kesimiydi. CHP bu gücü seçimlerde saf dışı bırakabilmek ve yasal alandan silmek için acımasız bir saldırı başlattı. 1944 TKP tevkifatıyla başlayan bu saldılar 1951 tevkifatı ile devam etti. 1944 tutuklamaları ve işkenceli sorgular sırasında İlerici Gençler Birliği mensubu Hasan Basri Alp, emniyetin üst katından kendini attı! Aralık 1945’te sola yakın duran Tan gazetesi basılıp talan edildi. Karı koca Serteller ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Aziz Nesin, Sabahattin Ali ve Rıfat Ilgaz’ın çıkardığı Marko Paşa dergisi (Kasım 1946) kapatıldı. Dergi değişik isimlerde devam etmeye kalkınca 1947 yılında yayımcılar tutuklandı. Sabahattin Ali yurt dışına kaçmak isterken öldürüldü. Kurulan iki sol parti ve solun etkisindeki sendikalar kapatıldı. Yani geçilen sözde demokrasiden solcuların, işçi sınıfının, azınlıkların, Kürtlerin faydalanmaması için elden gelen zulüm esirgenmedi. Bütün bunlar İnönü’nün başında bulunduğu CHP tarafından ülkeyi “çok partili demokratik sisteme geçirmek için” yapılıyordu. Çok partili parlamenter sistemde, azınlıkların, Kürtlerin, sosyalistlerin parti ve örgütlerine yer yoktu. Parlamento sağın her türüne (dincisi, ırkçısı dahil) ardına kadar açık, solun her türüne, Kürtlere, azınlıklara sımsıkı kapalıydı. Komünizm düşmanlığı, çığırından çıkmış durumdaydı. DP bile komünistlikle, Rus parasıyla kurulmuş olmakla suçlanıyordu. C. Bayar da bu suçlamaya karşılık, kızılları ve komünistleri partiye almadıklarını söylüyordu.
1950 seçimlerinde açık oy gizli sayım maddesi kaldırıldı ve bu seçimleri Demokrat Parti kazandı. Egemen sınıfların 1946 ve 1950 seçimlerinde biçimlenen parlamenter sistem anlayışları günümüze kadar değişmedi. Bazı istisnalar hariç bu politika başarıyla uygulandı. Fakat 7 Haziran 2015 seçimlerinde bu politika tümüyle iflas etti. İflas edince de kaldırıldı ve yerine tek adama, tek partiye dayanan, kendine özgü bir başkanlık sistemi kuruldu.
Biz makalemizi fazla uzatmamak için, 1950 seçimlerinden sonraki aşamaları geçerek, parlamento tarihimizde yeni bir dönüm noktası olan 7 Haziran’a geleceğiz.
7 Haziran sonrası
CHP’nin ortaya koyduğu “garip” tavırları, bu tavırların Kemal Kılıçdaroğlu’nun
kişisel özelliklerinden kaynaklanmadığını, CHP’nin biyolojik yapısında,
genlerinde var olan tarihi özellikler olduğunu anlayabilmek için, yukarıda
özetlediklerimiz akılda tutulmalıdır. Tek parti ve tek adam yönetimi, otoriter
sistemlere yakınlık, Kürtlere, azınlıklara, komünistlere, işçi sınıfına düşmanlık
bu partinin tarihinde her dönem belirleyici bir yere sahip olmuştur. CHP bu
özelliklerini hiç terk etmemiş, bu konularda hiçbir özeleştiri vermemiştir.
Tersine demagojik biçimlerde partinin her dönemi yüceltilmiştir.
[1] Konuyla ilgili olarak, Cumhuriyet Türkiyesi Kadın Hakları Bakımından Avrupa’dan Bile İleride miydi? Başlıklı makalemize bakabilir.
[2] Kenan Olgun, “Türkiye’de Cumhuriyet’in İlanından 1950’ye Genel Seçim Uygulamaları”, s. 6
[3][3] 1935 seçiminde 16 bağımsız aday içinde dört de gayrı müslim aday vardı ve bunlar kendi cemaatleri tarafından değil, CHP seçmeni tarafından seçilmişlerdi. Yani vitrinin süsü durumundaydılar.