ABD Başkanı Joe Biden‘ın çağrısıyla gerçekleşen (Körfez Arap ülkeleriyle Mısır, Ürdün, Irak’ın hazır bulunduğu) Cidde Zirvesi ile Rusya, İran ve Türkiye üçlüsüyle toplanan Tahran Zirvesi‘nin yakın tarihlere denk gelmesi salt bir rastlantı mıydı?
İran‘a husumet besleyen İsrailli yorumcular, her iki zirvenin tarihlerinin rastlantı olmadığı iddiasındalar.
Rastlantı olmadığına dair delile bakalı: Erdoğan, “dostum” diye nitelediği Rusya Başkanı Putin‘i birkaç defa Türkiye’ye çağırmış; ancak Rus lider, işi ağırdan almıştı.
Keza Erdoğan, Aralık 2021’den bu yana Tahran’a gitmek istemiş, o da iki ertelemeden sonra 19 Temmuz’da gerçekleşebilmişti.
Her iki zirvenin birbirine zıt ve farklı ekonomi-politik maksatları olduğu açıktır. Hiçbir zirveye gitmeyen Lübnan‘ın, oralardan çıkacak neticelere göre hükümet oluşturacağı, iç dengelerinin ve hatta derin krizdeki ekonomik durumunun ne olacağı meselesi de, bölgedeki yansımalarını göstermesi bakımdan önemlidir.
Sonuçları bakımından Cidde ve Tahran’daki görüşmeleri karşılaştırmalı olarak değerlendireceğiz.
Birincisinden başlayalım:
Ziyaretin maksadını ABD Başkanı Biden, Washington Post gazetesine açıklamıştı:
Suudi Arabistan’a niçin gidiyorum? Ortadoğu’nun daha fazla istikrar ve güvenli bir bölge haline gelmesi için, ihtilaflı ve çatışmalı taraflar (bir yandan İsrail ile Suudi Arabistan, diğer yandan İran) arasındaki sorunları çözmenin biricik yolunun diplomatik görüşmelerden geçtiğini anlatmaya gidiyorum.
Bütün kusur ve eksikliklerine rağmen İran’ın nükleer silah üretmemesi için kesinlikle diplomatik müzakerelere ağırlık verilmeli, güç kullanma seçeneğine kesinlikle başvurulmamalı ki İran da nükleer silahların üretimine ilişkin uluslar arası kurallara uyabilsin.
Bu perspektifle toplanacak olan Körfez ve bölge ülkeleri, bilhassa Suriye, Irak, Lübnan ve hatta İran kendi aralarında güvenlik işbirliği çabalarının artırılması yoluna gidecekler. 1
Nitekim de öyle oldu;
Biden, Cidde Zirvesi’nden sonra ülkesine doğru yıla çıkarken, “ABD, Ortadoğu işlerine tam anlamıyla katılacaktır ve bu bölgeyi nüfuz peşinde koşan diğer güçlere terk etmeyecektir” dedi.
Suudi yönetimine de “Amerika ile Suudi Arabistan dünya ekonomisinin güçlendirilmesi için ortak çaba içinde olmalılar; zira enflasyon ve enerji kaynaklarına ilişkin gerçekçi olmayan politikalardan uzaklaşılmalıdır” şeklinde bir mesaj verdi.
Bu mesaj hem uyarı hem işbirliği çağrısı olarak algılandı.
Esasen Biden’ın Suudi Arabistan ziyaretinin gerçek amacı, giderek kendi hegemonyasından uzaklaşıp daha serbest hareket etmekte olan Suudi Arabistan öncülüğünde Körfez ülkeleriyle ABD arasındaki ikili ilişkileri yeniden zapturapt alıp sağlamlaştırmak idi. 2
Burada birkaç ara değerlendirme yapmalıyız:
- Toplantı ve görüşmeler konusunda istekli olan Körfez’deki petro-dolar ülkeleri değil, ABD idi. Çünkü Ukrayna’daki savaş nedeniyle Amerikan stratejisi değişmiş; Rusya ile Çin’e karşı mücadele gündemin birinci maddesi haline gelmişti.
- Biden, ABD eski Başkanı Donald Trump çizgisini bırakıp, onun öncülü sayılan Barack Oba siyasetini benimsedi. Ortadoğu ve Arap ülkelerini ihmal ederek Uzak Asya’ya ağırlık vermişti. Gelgelelim Ukrayna Savaşı enerji ve gıda krizini yol açınca, Biden burada da değişiklik yaptı. Günlük petrol üretimi 180 bin varil çıkarıldı ancak bu fiyat düşürmek yeterli olmadı. Öteden beri husumet beslediği Venezüella ile İran’a petrol üretimi uğruna göz kırpıldı. Bu da yetmeyince Suudi Arabistan’a yöneldi. Halbuki Kaşıkçı Olayı nedeniyle 76 Suudi yetkiliye vize verilmesi yasaklanmıştı.
- 30 Haziran 2022 tarihli Madrid NATO konferansında alınan kararda “Çin düşman değil ama Büyük Tehlike kaynağı” olarak görüldü. NATO’nun Yeni Strateji Belgesi Konsepti’ne giren bu tespit şunu göstermektedir:
Rusya ve Çin, Amerika’nın neredeyse mutlak egemen olduğu Körfez bölgelerinde bilhassa Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile çok boyutlu ilişkiler geliştirdiler. Dolayısıyla Amerika’nın eskiden olduğu gibi bölgeye mutlak hegemonyasını dayatması imkânsız değilse bile artık çok zordur.
Bu durumda ABD Başkanı’nın 13-15 Temmuz arasındaki gezisini başladığı yerden itibaren ele almakta yarar var:
Tecrübeli uzman Tahir El Mısri’ye göre Biden, İsrail ile Arap ülkeleri ilişkilerinin normalleşip gelişmesinin zeminini de hazırladı.
Mesela uçakla Suudi Arabistan’a gittiği sırada Suudi yönetimi, hava sahasını sivil İsrail uçaklarına açtığını duyurdu.
Keza İsrail Maliye Bakanı, “Hayfa limanı ile Arap Körfezi arasında yolcu ve mal taşınmasına yönelik dev demiryolu projesinin ilgili Arap yetkililere kabul ettirilmesini” önerdi.
Bu projeler kapsamında nihai hedef ise, İsrail devletinin Ortadoğulu Arap yetkilileri tarafından “hakiki bir bölge devleti” olarak kabul edilmesi olacaktır.
Arap ve bilhassa Ürdün ile Filistin kamuoyu, Biden’ın ziyaret ettiği İsrail için “vatanıma döndüm” sözünden hiç hoşnut kalmadılar.
Keza “antisemitistlere” yani Yahudi düşmanlarına karşı mücadeleyi kararlılıkla sürdüreceğini vadeden Biden’ın “soykırım anıtını ziyareti sırasında kameralar önünde gözyaşları dökmesi, onun Filistin ile İsrail arasında ikincisini tercih ettiği” şeklinde yorumlandı.
Amerikan Başkanı, kördüğüm haline gelmiş Filistin meselesinin çözümüne ilişkin herhangi bir plandan söz etmedi.
İsrail’de iki gün geçirmesine karşılık Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas ile 45 dakikalık (bunun 20 dakikası hoş beş faslıdır) bir görüşme yaptı.
Filistin yatırımları için ise, 100 milyon dolarlık bir yardım vadetti. 4
Suriyeli eski müzakereci diplomat Dr. Abdulhamid Fecr Sellum’un ziyaretin ilk iki durağına dair analizi ilginçtir:
İsrail, bu ziyarette ne istediyse aldı; bilhassa Amerikan-İsrail Stratejik Ortaklığı Anlaşması, 1 Temmuz 2022’de imzalanmıştı. Bu kapsamda İran ile bölgedeki müttefikleri karşısında nükleer müzakerelerinde ortak karar ve tavır almak da anlaşmada yer almıştır. Kısacası İsrail’in tehdit olarak kabul ettiği her şey, ABD için de geçerlidir. Aslında anlaşmanın taslağını ve formülünü İsrail kaleme aldı, Amerikan tarafı ise sadece imzalamış oldu. 5
Öte yandan İsrail Başbakanı Yair Lapid, muhatabı Biden’a şöyle hitap etti:
Zatıâlinizin ziyareti kişiseldir ve hep öyle olmuştur. Öyle ki, bir defasında, ‘Ben bir Siyonistim’ zira insanın Siyonist diye tanımlanması için Yahudi olması gerekmiyor’ demiştiniz. Gerçekten haklıymışsınız. Mevcut konumuzla bile böylesiniz yani ulu bir Siyonistsiniz: Hem de İsrail’in tanıdığı en büyük dostlarındansınız.
İsrail merkezli Kanal 12‘deki söyleşisinde, “2015 yılında İran ile imzalanan nükleer silah üretmeme anlaşmasının feshine mal olsa bile, oradaki Devrim Muhafızları daima terör listesinde kalacaktır” diyen Biden, “bu meselenin çözülmemesi halinde İran’a karşı şiddet kullanılabilir” ifadesini kullandı.
Ziyaretinin ikinci aşamasında Filistin yönetimi altındaki toprakları ziyaret eden ABD Başkanı, bir açıklama yaptı:
Evet, 1967 yılında (İsrail tarafından) alınan topraklar üzerinde iki ayrı devlet (İsrail ve Filistin) kurulması, o topraklardaki bazı mıntıka ve yörelerin takas edilmesiyle mümkün olacaktır. ABD’nin gayesi budur. Velâkin bu meselenin çözüm ihtimali yakın değil, hayli uzaktır. Bu yüzden ortam ve şartlar, bu tür bir çözüm için münasip değildir.
Filistin yönetimi başkanı Mahmud Abbas ise, “uzun vadeli böyle bir çözüm için vakit kalmayabilir” demekle yetindi.
Filistinli kadın yorumcu Dr. Rula Halid Ganim, İsrail-Filistin gezisini birkaç cümlede özetlemiştir:
Her seferinde İsrail katliam ve suikastlarını dünya kamuoyundan gizlemek ve hesap sorulmasını önlemek için imdada yetişen ABD ile başkanı Biden gibileri; siyasi çözüm yerine, ekonomik ve mali destek yoluyla Filistin meselesini halletme yolunu tercih etmekteler. Arap dünyası, bir serap niteliğinde olan Biden’ın peşinde koşmaktan vazgeçmelidir. Bünyemizi kemiren Siyonist kanseri kökünden kesip atmanın bir yolu da Amerikan yönetiminin pazarlamaya çalıştığı sözde ‘çözüm’ vaatlerini hepten reddetmektir. 6
Ziyaretin üçüncü durağı Suudi Arabistan idi. Gerçekte Suudi yönetimi, muradına erdi.
Esas beklentisi olan “Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın meşruluğunun kabul edilmesine” ilaveten, ülkenin şiddetle ihtiyaç duyduğu “güvenlik ve savunma” gereksinimi karşılanmış oldu.
Biden ülkesi adına yükümlülük altına girdi ve ihtiyaçların temini için vaatte bulundu.
Bağlı olarak İran’ın Körfez ülkelerine müdahalesini ve “yöredeki terör faaliyetleri” engellemek suretiyle Körfez’de asayişi temin etmeye söz verdi.
Bu arada İran’ın nükleer silah üretimine müsaade etmemekte kararlı olduğunu açıkladı.
Amerikan ve Suudi tarafı, stratejik suyollarındaki (Basra, Hürmüz, Babu’l Mendeb) olası zorlukları ve kısıtlamaları ortadan kaldırmak suretiyle bölgedeki ticari faaliyetlerin rahatça icra edilmesi noktasında mutabık kaldılar.
Suyollarındaki kaçakçılığın önlenmesi de bunlardan biriydi. Aynı amaçla ilgili Suudi birimleriyle, Amerikan donanması arasında ortak istihbarat alışverişi ve eşgüdüm sağlanması da alınan kararlar arasındaydı.
Biden gezisi kapsamında düzenlenen Cidde Zirvesi’ne Körfez’deki Arap ülkeleriyle Ürdün, Irak ve Mısır katıldı.
21 maddelik bir sonuç bildirgesi yayımlandı.
Ortadoğu ve uluslararası alandaki hemen her meseleye değinildi.
3’üncü maddede şu yazılmıştı:
Bölgedeki emniyet ve istikrar için, gerekli her türlü tedbir alınacaktır. Böylece bölge ülkeleri arasında işbirliği ve bütünleşme temin edilmeli; olası tehditler ortakça göğüslenmeli, aynı zamanda ilgili ülkelerin iyi komşuluk ilişkileri geliştirilmeli, egemenliğe saygı gösterilmeli, bölgesel esenliğe kavuşması sağlanmalıdır.
12’nci madde özel olarak Suriye’deki durumla ilgiliydi:
Bu ülkedeki barış ve huzurun gelmesi için çaba gösterilmeli; ülkenin milli birlik ve bütünlüğü korunmalı, mültecilere gereken yardımlar yapılmalı mülteci barındıran ülkelere de insani yardım ulaştırılmalı. Ürdün Kralı II. Abdullah, 1 milyon Suriyeli barındırması hasebiyle ülkesine yeterli hibe ve bağışın yapılmasını talep etti.
18 Temmuz 2022 tarihli Washington Post gazetesi, bu ortak bildiri için “Biden az aldı, çok verdi” başlığını atarak yorum yaptı:
Beyaz Saray, Suudi yönetimiyle soğuk olan ilişkilerini düzeltti. Ona meşruluk kazandırdı. Demokrasi ve insan haklarından taviz verdi. Buna karşılık Suudi petrol üretiminin artırılmasını sağladı. Ancak yeterli bir artış olmadığı için, bunun Ukrayna savaşı sonrası ortaya çıkan enerji krizine çare olacağı sanılmıyor. Yemen’de geçici ateşkes gerçekleşmesine rağmen tatmin edici değil. Bütün bunların, ABD’de yaşanan enflasyonun düşmesindeki rolü de az olur.
Lübnanlı kadın yazar Dr. İman El Şuyuh, aynı konuda görüş belirtti:
Cidde’de estirilen rüzgâr Biden’ın istediği yönde olmadı. Bölgedeki bazı Arap devletleriyle İsrail tarafından oluşturulacak Ortadoğu merkezli ikinci bir NATO’nun mayası şimdilik tutmadı. Bunun yerine genel anlamda Amerikan destekli bölgesel askeri işbirliği ve güvenlik mutabakatına dair bir çerçeve anlaşmasından söz edildi.
Bu arada Birleşik Arap Emirlikleri, İran’a diplomat bir temsilcisini gönderirken; İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Suudi Arabistan ile ülkesi arasında uzun yıllardan beri kesilmiş bulunan diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını müjdeledi.
Buna karşılık Tahran Zirvesi’nde alınan kararlar ve belirlenen politikalar, Cidde’de konuşulanları gölgede bırakarak esas gündemi oluşturdu. Bilhassa Rusya ile İran arasında miktarı 40 milyar doları aşan çok yönlü sözleşmeler, ABD ve Batı’nın hem İran’a hem Rusya’ya karşı uyguladığı ekonomik yaptırımları aşma hususunda başarı olarak kayda geçti. 7
Çin konusunda uzman Dr. Tamar Berro, daha geniş çerçeveden ele aldı Biden ziyaretini:
Ziyaret için, tam başarısızlık demek doğru değil. Tersine, kısmi başarılar da söz konusu. Mesela ABD ile Suudi Arabistan arasında 18 farklı (teknoloji, petrol, ticari, silah) sözleşme ve işbirliği anlaşması imzalandı.
Biden’ın ‘Çin ve Rusya’ya bu bölgede boş alan bırakmayacaktır’ ifadesini yanıtlayan Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, ‘Ortadoğu’da söz ve karar sahipleri, oradaki ülkelerdir. Dolayısıyla şu veya bu şahsa karar vermek düşmez. Esasen Biden’ın sözünü ettiği ‘herhangi bir boşluk da bulunmuyor’ dedi.
Gerçekten Çin, Suudi Arabistan’a balistik füzeleri geliştirme noktasında yardımcı olmuş; aynı zamanda Çin İHA’larının Suudi ordusuna satılmasına ilişkin anlaşma yapıldı. İlaveten beşinci ve altınca kuşak (G5 ve G6) teknoloji üretimi konusunda mutabakata varıldı. Buna karşılık ABD, Open-RAN teknoloji projesiyle Çin’deki gelişmiş teknoloji ağının önünü kesmek istiyor.
ABD, BAE ile Suudi Arabistan’dan Çin ile ayrı ayrı imzaladıkları Huawei ve G5 teknoloji ağının iptalini istedi. Ancak her iki ülke de uluslar arası ticaret anlaşma kurallarını gerekçe göstererek Amerikan teknolojisini kullanma yönündeki dayatmaları reddettiler.
Görülen o ki, başta Körfez ülkeleri olmak üzere Ortadoğulu devletler bölgede kıyasıya sürecek olan Amerikan-Çin mücadelesi arasında kalacaklar. 8
Özetle ABD, Cidde’ye katılan devlet başkanları ve krallarını, Çin ile Rusya ile iş tutmama konusunda ikna etme noktasında yetersiz kalmıştır.
Örneğin Rusya kaynakları, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Salman ile telefon konuşması yapan Rusya Başkanı Putin arasında OPEC üretimi ve politikası konusunda mutabakat sağlandığını açıkladılar.
Öte yandan Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, bu pazar günü Kahire’de yapacağı toplantıda Arap temsilcilerine Tahran Zirvesi’nin maksat ve önemini açıklayacaktır.
Kanımca bu ziyaretin birinci kazananı Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman‘dır. Bir anlamda kral tahtına oturmayı garanti etmiş durumdadır.
Bu haliyle bölgedeki Arap ülkelerine kendisini kabul ettirmenin ötesinde, ülkesinin bölge stratejisi ve jeopolitik oyunlarında merkezi bir rolü olduğunu da göstermiştir.
Nitekim Prens Faysal bir Ferhan, bu anlamda 18 Temmuz’da CNN televizyon kanalına verdiği demeçte, “Suudi Arabistan’ı ziyaret edip M. Bin Selman ile görüşmekle Biden kazançlı çıkmıştır” demiştir.
Veliaht Prens taraftarlarının sosyal medyada “Biden’ı ayağımıza kadar getirtip önümüzde diz çöktürdük” türünden abartılı yorumlarını bir kenara bırakırsak, Suudi Arabistan’ın Ortadoğu’da merkezi bir konumda bulunması yolundaki tespit 9 kimilerinin sandığının tersine, yeni bir olgu değildir.
Örneğin, 1960’larda Arap ulusal kurtuluş hareketlerinin yönettikleri ülkelerde (başta Mısır olmak üzere Cezayir, Suriye, Irak, Güney Yemen vs) merkezi rol Mısır yönetiminin siyasetlerinde somutlaşmıştı.
1967 Arap-İsrail Savaşı’nda bozguna uğramasından sonra Mısır, Suriye ve Irak’ın merkezi konumlarında gerileme oldu; bunun yerini Suudi Arabistan almaya başladı.
Örneğin 1973 Arap-İsrail Savaşı’nda Batı’ya petrol ambargosu uygulayanların başını Suudi Arabistan çekmişti.
Kral Faysal, ekonomik sıkıntısı olan Mısır’a Petro-dolar akıttı. Arap kurtuluşçu hareketleri geriledikçe Suudi Arabistan’ın belirleyici rolü daha da önem kazandı. Günümüzdeki rolü, geçmişin üst seviyedeki devamıdır.
Her durumda Arap akademisyen Dr. Ahmed El Qatamin’in şu saptaması yabana atılmamalıdır:
Herkes bir oğlan doğmasını bekliyordu Cidde Zirvesi’nde; beklenen oldu ama çocuk kötürüm doğdu.
Bu durumda Cidde’deki toplantıya alternatif gösterilen Tahran’daki üçlü zirvenin analizine ağırlık vereceğiz.
Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin, İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve T.C. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 19 Temmuz’da bir araya geldiler.
Erdoğan’ın Tahran’a götürdüğü birçok meseleyi içeren kapsamlı dosyalarda, şu sorunlar yer alıyordu:
Suriye konusunda hem İran hem de Rusya ile Türkiye arasında zıt/karşıt tutumlar. Irak’ta İran destekli Şii gruplarla Türkiye destekli Sünni, Kürt ve Türkmen kesimler arasındaki çatışmaya ilaveten Türkiye ile İran’ın Kerkük, Musul, Telafer, Erbil ve Bağdat’taki nüfuz mücadelesi. Türkiye’nin Sincar/Şengal ve Kandil bölgesindeki askeri operasyonlara karşı İran sempatizanı Şii grupların (Haşdi Şaabi gibi) tepki ve faaliyetleri. Kürdistan bölgesinde çıkarılan gaz ile Rojava’daki petrolün Türkiye üzerinden nakledilmesi hususunda İran’ın tepkisi. 10
Kısacası açık veya örtülü kavga için birden fazla çözülmemiş mesele var ortada.
Üstelik Türkiye, Kürtlerin denetiminde olan Suriye’deki Rojava’ya (bilhassa Menbiç-Tel Rifat hattı) yönelik 30 km derinlikte bir askeri operasyon yapmayı planlamış.
Bunun için İran ile Rusya’dan anlayış, yardım, onay ve işbirliği istiyor.
Gelgelelim Putin ve İran’ın manevi lideri Ali Hameney, beklenen onayı vermedi. Tersine; Hameney, ders niteliğinde bir belirleme yaptı:
Unutmayın ki Suriye’nin güvenliği, aynı zamanda Türkiye’nin güvenliği sayılır. Dolayısıyla muhtemel bir operasyon oradaki terör faaliyetlerini hızlandırıp tırmandırır.
Ayrıca Putin ile İbrahim Reisi, Rojava’ya yönelik operasyon kapsamında Türkiye’nin cihatçılar merkezi/yuvası sayılan İdlib’de niçin hamilik yapıp onlara karşı harekete geçmediğini dile getirmiş olmalılar.
Esasen Erdoğan’ın Tahran dönüşü uçakta gazetecilerle sohbeti, istediği onayı alamamakla birlikte, böyle bir askeri müdahaleyi sürekli gündemde tutacağını gösteren buruk bir konuşma sayılır.
Öte yandan gerek Rusya gerekse İran, Türkiye’nin teklifini reddetmekle yetinmediler. Rojava’da muhtemel bir operasyon için karşı tedbirler de aldılar.
Mesela Rusya aracılığıyla Suriye yönetimi ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında önemli bir mutabakata varıldı.
Buna göre Tel Rifat-Menbiç dâhil Türkiye ile sınır bölgelerine Suriye resmi birlikler konuşlandırılacaktır.
Rus birlikleri de denetim ve kontrol görevini üstelenecekler: İran silahlı birimleri ise o yöredeki Şii yerleşim yerlerini koruyup cephe gerisini tahkim edecekler.
İran ile Rusya, üçlü zirvede bir yandan Türkiye’nin Şam yönetimiyle temas kurup müzakere etmesi gereğine işaret ettiler.
Diğer yandan Suriye birliklerinin Doğu Fırat bölgesine yayılmasına ve Amerikan güçlerinin o bölgelerden çekilmesine vurgu yaptılar.
Erdoğan da bu noktaya dikkati çekmiştir:
ABD, terörü desteklemektedir ve askerlerini çekmesi halinde işimiz kolaylaşacaktır.
Halbuki Amerikan askerlerinin Rojava’dan çekilmesi yetmiyor; zira böyle bir çekilme sonrasında Suriye, İran ve Rusya’nın eli güçlenmiş olacaktır.
Bu üç devletin de Türkiye’nin askeri müdahalesine onay vereceğinin hiçbir garantisi yoktur. Hatta tam tersi yani karşı çıkmaları daha muhtemeldir.
Erdoğan tamamen eli boş dönmüş sayılmaz. İki ülke arasında ticaret hacminin büyütülmesi konusunda mutabakat sağlanmıştır.
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, 19 Temmuz’da bunu teyit eden bir açıklama yaptı:
30 milyar dolarlık bir ticari hacme ulaşma hedefimiz var. Şu an itibariyle 7,5 milyar doları yakaladık…Savunma sanayi alanında atacağımız adımlarda bu süreci hızlandırmamız mümkün. Gerek petrol, gerek doğal gaz alanında atılacak adımlarla da bu mümkün. Türkiye olarak son yıllarda özellikle savunma alanında önemli gelişmeler kaydettik. Bu konudaki dayanışmamızı çok ama çok önemsiyorum.
Açıklamaya rağmen ticaret hacmi, savunma, enerji konularındaki anlaşmaların çerçevesi henüz belli değildir.
Hangi savunma, nasıl bir enerji politikası ve hangi terör örgütüne karşı ortak mücadele sorusu akla gelmektedir.
Örneğin ABD Milli Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, “Rusya İran SİHA’larıyla yakından ilgileniyor” demişti.
İran Kara Kuvvetleri Komutanı Tuğgeneral Kiyumars Haydari, “dost ülkelere silah satmaya hazırız” şeklinde demeç verdi.
Bu durumda soru şudur:
Türkiye-İran ilişkilerinde onca zıtlık ve karşıtlık varken, Tahran yönetiminin AKP iktidarını “yakın dost” sayması pek akla yatmıyor.
Ukrayna savaşı ve Ortadoğu’daki gelişmelerin ışığında değerlendirildiğinde, kaygan zeminde sıkça değişen stratejik ve taktiksel tavırlar ağırlık kazanmaya başladı.
Bağlı olarak beklenti ve siyasetler de sabit kalmıyor; hele hele ilke temelinde değil; pragmatizm, eyyamcılık ve çıkarcılık zemininde şekillenebiliyor.
Hal böyle olunca da Tahran’daki üçlü zirveye katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gerek Astana süreci gerekse Putin hakkındaki iyimser görüşleri, hem içerideki kamuoyuna moral vermeye hem de belli ölçüde iman (yani umut) tazelemeye yöneliktir.
Oysa Rus lideri Putin, umduğunu elde etmesini bildi:
Daha Tahran’a inmeden Gazprom ile İran Ulusal Petrol Şirket arasında 40 milyar dolarlık yatırım öngören mutabakat zaptı imzalandı. İran enerji sektörü için görülmemiş büyüklükte bir anlaşma.
Öte yandan ABD Başkanı Joe Biden’ın İran ve Rusya’ya karşı bir gündemle Cidde’de Araplarla yaptığı zirveye zıtlık oluşturacak şekilde Tahran’da ezber bozan bir dayanışma sergilendi. Dini lider Ali Hamaney Ukrayna’da Rusya’ya hak verip NATO’yu suçladı. 10
Enerji ve Ukrayna Savaşı hususundaki görüş birliği, iki ülke açısından yaşamsal olmanın ötesinde ABD ve Batı yaptırımlarına karşı ciddi bir direnç ve dayanak sayılır.
Üçlü Zirve’ye katılan İran ile Rusya ikili arasındaki rahatsızlık ise üç noktada özetlenebilir:
- İran, Astana üçlüsü olmalarına karşın Suriye’de kararların Türkiye ve Rusya arasındaki diyaloga hapsedilmesinden rahatsız ve bunu değiştirmek istiyor.
- Rusya, Ukrayna ile meşgulken İran, Suriye’de daha fazla öne çıkıyor.
- Rusya’nın stratejik çıkarları için Türkiye’ye taviz verdiğini düşünüyor ve artık kararı Moskova-Ankara arasındaki al-vere bırakmak istemiyor. Bu konuda Esat yönetimiyle de daha yakından çalışıyor. 11
Filistinli gazeteci Zuheyr Andreas, İsrailli çevrelerin Tahran’daki zirveyi nasıl değerlendirdiklerini kaleme aldı.
Birlikte okuyalım:
İsrail basınına göre; Tahran Zirvesi’nde konuşulanlar, Batılı devletleri ürkütüyor. İsrail yönetimi ise, zirvede alınan kararları yakından ve endişeyle izliyor. İsrail merkezli araştırma ve eğitim kuruluşu ALMA Center, İran’ın elinde 40 bin intihar dronu (İHA) olduğunu iddia ediyor…
Tel Aviv’de siyasi ve istihbarat kaynaklarına dayanan Maariv isimli İsrail gazetesine bakılırsa; Tahran’da Putin, İbrahim Reisi ve Erdoğan arasındaki görüşmeler ağırlıklı olarak ekonomik ve güvenlik noktasında yoğunlaştı. Putin, İranlı müttefiklerinden hem Batı ambargosundan fazla etkilenmemenin yollarını öğrendi ve hem de iki ülke arasında daha fazla dayanışma/işbirliği yapılmasını istedi.
Kanal 14 televizyonu, Tahran’daki buluşmayı, ‘şer zirvesi’ olarak tanımladı. 12
İsrail’deki özel bilgi kaynaklarından yararlanan Ortadoğu uzmanı kadın gazeteci Smadar Perî, 20 Temmuz tarihli Yidiot Ahronot gazetesindeki analizinde, şunları yazdı:
Suriye’deki Kürt silahlı birimlerinin komutanı, ‘ABD’den Türkiye’nin askeri operasyonunu engellemesini istedi. Erdoğan ise haftalar öncesinde bölgeye (Rojava) müdahale edeceğini ve bu defa harekâtın çok büyük olacağını açıkladı. Sadece kara değil, hava kuvvetlerinin de buna katılacağını vurguladı.
Erdoğan, bölünmüş bir Suriye’yi arzu etmektedir. O kadar ki ülkenin Şam ve çevresi Beşşar Esat’ın, liman şehirleri Rusya’nın denetiminde kalacaktır. Oradaki İran silahlı kuvvetleri ise çatışma bölgelerinde kalarak İsrail’e yönelik askeri operasyonlar/faaliyetlerde bulunmak üzere varlığını güçlendirecektir.
Tahran Zirvesi’ne katılanlar arasında ortak bir payda ve görüş birliği bulunmuyor. Putin, İran İHA ve SİHA’ları peşinde. Onlar vasıtasıyla Ukrayna’daki çatışma potansiyelini artırıp cepheyi genişletmeye çalışıyor. Her durumda, bahsi geçen üçlünün görüşleri farklıdır.
NOT: İkinci bölümde Suudi-Amerikan ilişkilerinin kısa tarihini analiz edeceğiz.
Kaynakça:
1. Eli Fevvaz, 15 Temmuz 2022, الرئيس بايدن في المملكة,
2. https://www.bbc.com/arabic/middleeast-62179911, 15 Temmuz 2022, BBC Arapça bülteni; https://www.bbc.com/arabic/middleeast-62190706, 16 Temmuz 2022, BBC Arapça bülteni.
3. El Quds El Arabi gazetesi, 14 Temmuz 2022.
4. Filistinli yazar Dr. Hamid Ebu’lızz, 18 Temmuz 2022 tarihli Ray El Yom gazetesi.
5. Ray El Yom gazetesi, 15 Temmuz 2022.
6. Ray El Yom gazetesi, 15 Temmuz 2022.
7. Ray El Yom, 22 Temmuz 2022.
8. Ray El Yom, 22 Temmuz 2022.
9. https://aawsat.com/home/article/3763726/, Şarku’l Avsat, 17 Temmuz 2022.
10,11,12. Yazının tamamı için bakınız; Fehim Taştekin; Al Monitor, 21 Temmuz 2022 tarihli makale.
13. https://www.raialyoum.com/ 20 Temmuz 2022. https://www.raialyoum.com/, https://twitter.com/abdelbariatwan, 20 Temmuz 2022.
© The Independentturkish