Cuma , 29 Mart 2024

Yesayan’la Yıkıntılar Arasında – Güngör Şenkal

Güngör Şenkal

[email protected]

 

Bize düşen, devletin oluşturmaya çalıştığı her türlü tarih anlatımını ve inancı reddetmektir.

Walter Benjamin

 

Geçmiş dönemlerin yıkıntıları arasında dolaşmak, geçmişe yolculuk gibi gelir insana. Bu doğrudur. Bu yıkıntıların, bir zamanlar kim/ler tarafından hangi amaçlarla yapıldığını çoğu zaman bilebiliriz. Zaferleri, tarihe mal olmuş kişilerin doğum, evlenme gibi sevinçlerini de öğrenebiliriz. Ancak bu yıkıntılar,  üzerinde yaşanan acılar hususunda dilsizdir.

 

Buralarda gezerken kendimizi bir tarih öncesi kalesinde, İlk Çağ Kelt köyünde, ya da bir Orta Çağ tapınağında hissedebilir, bundan mutlu da olabiliriz. Peki daha dünü anlatan, acıları/üzüntüleri hâlâ iliklerde yaşanan Santa (Yağmurdere/Gümüşhane) yıkıntıları arasında gezerken, herhangi bir biçimde mutluluk duyabilir miyiz? Samaria kanyonu (Girit), Lefke Ori’den Libya Denizi kıyısındaki Agia Roumeli’ye kadar uzanan 17 km uzunluğunda harika bir kanyondur. Bu kanyonu geçmek, buradaki Samaria köyü yıkıntılarına uğramak insana sonsuz bir huzur ve mutluluk verir. Öncesi bir kenara, sadece II. Dünya Savaşında burada yaşananları bilsek, yine de kanyonda aynı huzur ve mutluluğu duyumsayabilir miyiz? Soruların cevabını, Yesayan’la yıkıntılar arasında yapacağımız gezinti sonrasında okuyucuya bırakalım.

 

Zabel Yesayan, Giligya (Kilikya) katliamından birkaç ay sonra, Patrikhane tarafından oluşturulan ikinci heyette yer alır ve görevli olarak bölgeye gönderilir. Görevi; Ermeni yetimlerini toplamak ve ʹErmeni toplumunun gözetiminde hizmet görecek bir yetimhaneʹ kurmaktır.

 

Yesayan’ın da içinde bulunduğu İkinci Heyet’i taşıyan gemi, 13 Haziran 1909’da İstanbul’dan Mersin’e doğru yola çıkar. ʹFelaketin ortasına doğruʹ ilerlediklerini düşünerek tedirginleşen Yesayan, gemidekileri şöyle not eder: ʹGemide Türkler de vardı, Ermeniler de. İkinci Divanıharp üyeleri ile, Patrikhane’nin yolladığı İkinci Heyet’in üyeleri aynı gemide yolculuk ediyorlardı. Zarara uğramış tüccarlar ve kazazedelerin yakınları da felaketin boyutunu kendi gözleriyle görmek, yerinde tespit etmek üzere oradaydılarʹ (s. 34).

 

Acı haber tez ulaşır, derler ya, Giligya’da yaşananlar da İstanbul’a çoktan ulaşmıştı ve Yesayan, duyduğu olayların görüntüleriyle zihnini sürekli meşgul eden günlerden sonra Mersin limanına varır (1Temmuz): ʹMersin’e ayak basar basmaz edindiğim izlenim gayet açıktı. Sanki bir cenaze evinin kapısından içeri giriyordukʹ (s. 36).

 

Sonra, olan oldu! Yol boyunca karşılaşacağını düşünerek kabusunu yaşadığı felaket görüntüleri, Adana’ya vardıklarında, sanki henüz yaşanıyormuşçasına karşısındaydı: ʹHer yer harabe… Hiçbir şey esirgenmemiş, tüm kiliseler, okullar evler… Hepsi, hepsi kavrulmuş, şekilsiz taş kümelerine dönüşmüş; aralarından yer yer bina iskeletleri yükseliyor. İnsafsız, zalim bir nefret, doğudan batıya, kuzeyden güneye, Türk mahallelerinin sınırlarına kadar her yeri, her şeyi ateşe verip yok etmişʹ, (…) ʹKana susamış, vahşi bir güruhun şeytani kahkahaları arasında insanlar çıldırarak son nefeslerini veriyorlar, kesilmiş kol ve bacaklar, çocuk vücutları, acılar içinde ve hâlâ canlıyken ayaklar altında eziliyorlardı. Bir yandan üzerlerine yağan kurşunlardan, öte yandan yangından kurtulmak için okul ve kiliselere sığınan çılgına dönmüş kadınlar, çocuklar, yaralılar birbirlerine sarılmış halde kömüre dönüşüyorlardıʹ (s. 38-39) .

 

Gördükleri karşısında dehşete kapılan Yesayan, eşine yıkıntılar arasından gönderdiği ilk mektupta, ʹKendimi her ne kadar o korkunç felakete hazırlamış olsam da, haberlerin abartılı olduğunu düşünmüş olsam da, gördüklerim o denli korkutucu ki, her türlü hayal gücünün üzerinde… Ölüm, yıkıntı, açlık, hastalık ve zindan…ʹ diye yazacaktı (s. 16). Yerleşim yerlerini (şehir, köy, mezra, mahalle, ev) yakmak, korkutup kaçırmaktan öldürüp yok etmeye kadar çok yönlü uygulanan bir soykırım yöntemiydi.

 

Anımsa(t)ma: ʹAralık 1916 ve Ocak 1917’de İstanbul’da görevli Avusturya Büyükelçisi Pallavicini Karadeniz bölgesindeki  son olayları, özellikle de Samsun’un kaderini hükümetine şöyle aktarıyordu: 11 Aralık 1916. Beş Rum köyü yağmalanıp yakıldı. Köylüler sürüldüler. 12 Aralık 1916. Şehir civarındaki köyler ateşe verildi. 14 Aralık 1916. Bütün köyler yangın yeri; mektep ve kiliseler dahil. 17 Aralık 1916. Samsun vilayetinde 11 köy yakıldı…ʹ (Fotiatis 2018: 174). ʹ1921 yılının Haziran ayında askerlerin Keprişli köyüne girdiğini ve bütün köyün yandığını haber alırlarʹ (Çilingir 2016: 329). ʹVe onlara, buna benzer nedenlerle, Topal Osman’ın adamlarının Giresun yakınlarında bütün bir köyü nasıl yaktıklarını söyledi, üstelik Türkler’in evlerini nasıl yaktıklarını da böbürlenerek herkese anlatmışlar.ʹ, ʹBütün Karadeniz kıyısı, Harsiotis suyunun batısında kalan alan tamamen boşaltıldı.(Burada Harşit çayının batısı tarifiyle, Tirebolu ve daha batısı kastediliyor. yn) Çeteler, kendi deyişleriyle, intikam almak için Hıristiyan köylerine dalıyorlardı. Çaresiz halkın mallarını yağmalıyor, onları ürkütüp kaçırmak için evleri ateşe veriyorlardı. Direnmeye kalkışan ise, derhal öldürülüyordu.ʹ, ʹSamsun yakınlarındaki Kavak ve Havza köyleri bütünüyle yakıldı. İki köyde evler, içindeki insanlarla birlikte ateşe verilmiş, köyler haritadan tamamen silinmişti.ʹ, ʹGüneş artık batmış, Karadeniz’e inmişti. Ve Espiye’ye son kez baktıklarında, mahalleleri bütünüyle dumana boğulmuştu. Espiyeleri alevler içindeydi. Dünyaları yanıyorduʹ (Andreadis 2012: 65, 74, 81, 84).

 

Yesayan, o dehşet manzaralarında gördüğü vahşeti şu cümlelerle ifade ediyordu: ʹSon anda Ermeni mihmandarımız bize yaklaşarak kiliseyi de ziyaret etmemizi önerdi, orada çok sayıda insan yanmıştı.ʹ, ʹHacınlı öğretmen yanımıza geldi ve yanmış kilisenin oraya gitmeyi teklif etti… Nihayet kiliseye ulaştık: Dört adet kavruk duvar ve beyaz külle örtülü bir zemin. Oraya sığınmış talihsizlerin hepsi de yanmıştı ve zemin, kelimenin tam anlamıyla, yanmış insan kemikleri kalıntılarıyla örtülmüştüʹ (s. 162, 206). Köy yakmalar gibi, kiliselere doldurup ya da kiliselere sığınmış olanları yakmalar da, soykırım sürecinde genel bir uygulamaydı.

 

Anımsa(t)ma: Yıllar önce siyasi bir derginin İstanbul’daki bürosunda Giresunlu bir gençle tanışmıştım. Yakın tarih üzerine sohbetlere dalınca, ninesinden duyduklarını paylaştı benimle. Yaşlı kadın anlatırken ağlıyor ve ʹRum komşularımızı kiliseye doldurup yaktılar. Ben ilk defa o zaman, yanan insan etinin kokusunun nasıl bir şey olduğunu anladım. Hep erkekler yaptı; biz kadınların suçu yoktu bunlarda. Hep erkekler… Bizim yüzümüz hiçbir zaman gülmez…ʹ diyormuş. Yesayan’ın Misis’in (şimdiki Adana /Yüreğir, yn) Ermeni mahallesinde, insan kemiklerinin kalıntıları arasında yaptığı incelemeler sırasında karşılaştığı bir ev de yakma eylemlerinin bir başka yüzünü gösteriyor: ʹBu evde 60 kadar insan yanmıştır!ʹ (s. 159).

 

Soykırımın en savunmasız kesimini, hiç tartışmasız, çocuklar oluşturur. Bu süreçte çocuklar da öldürmek, tecavüz etmek, zorla İslamlaştırmak, işgücü olarak alıkoymak vb. soykırım pratikleriyle karşı karşıya kalır. Yesayan’ın gözlemlerine göre: ʹÇocukların sezgileri yara almıştı; çünkü günler ve günler boyu, elleri bıçaklı veya silahlı, gözleri kötülük ihtirasıyla alev alev, ağızları küfür ve tehditler savuran katillerle karşılaşmışlardı; kan yanı başlarında sel olmuş, yangının dehşetiyle fal taşı gibi açılan gözleri saatlerce öylece kalakalmıştıʹ (s. 53).

 

Anımsa(t)ma: ʹ… genç kız ve erkek çocukların, diğer Ermeni nüfus ile beraber, değişik metotlarla öldürülmeleri veya açlık ve hastalıktan ölüme terk edilmeleri tüm bir sürgün boyunca gözlenen bir olgudur. Erkek-kız çocukların teknelere bindirilerek denizde boğulmaları bu duruma verilebilecek örneklerden sadece bir tanesidirʹ (Akçam 2014: 190-191).

 

Yukarıda belirtildiği gibi, soykırım pratiklerinden biri de, soykırıma uğratılan halkın onurunu kırmak için kadınlarına tecavüz edilmesidir. Kadınların yaşının ise soykırımcıların gözünde bir önemi yoktur. ʹİlk günlerde ırzına geçilmiş sekiz yaşlarında bir kızdan bahsetmişlerdi; hangi kız olduğunu henüz göstermemişlerdi ama o olduğunu hissediyordum…ʹ (s. 57).

 

Anımsa(t)ma: ʹTopal Osmanʹın çeteleri kasabanın iki mahallesini çember altına alarak önlerinde buldukları herkesi öldürmeye başladılar. Yakaladıkları sakinleri Ayios Haralambos kilisesinin önünde topladılar Orada 70-80 kadar genç kızı ayırıp tecavüz ettikten sonra yarı ölü kilisenin içine sokarak öbür sakinlerle beraber yaktılar. Daha sonra kiliseyi yıkarak kalıntıları toprakla örtüp cinayeti gizlemeye çalıştılar.ʹ [Ağcidis (Der. Tuygan) 2016: 174-175]. ʹ… kadınlara yönelik her türlü cinsel taciz ve bu amaca uygun evler açılması vb. son derece yaygın bir pratik idi.ʹ, ʹToplu tecavüz neredeyse bir tören havasında yapılmaktadır…ʹ, ʹ8-10 yaş civarındaki kız çocukların ırzına geçilmesi ve sonra öldürülmeleri; sürgün ve imhalarda görev alan birçok üst düzey yöneticinin kendilerine harem kurmaları ve seks partileri düzenlemeleri neredeyse olağan uygulamalardı. (…) genç kızların birbirlerine hediye olarak sunulması da son derece yaygın bir pratiktiʹ  (Akçam 2014: 191, 192-193). Bu olaylar, resmi tarihin işbirlikçilikle suçladığı Askerî Hakim Kürt Mustafa Paşa (Mustafa Yamulki) tarafından da doğrulanmaktadır: ʹGencecik kızları kerhanelere filan yerleştirdilerʹ (Fotiatis 2018: 263). ʹBu adam (Tokalakoğlu Hacı Hasan, yn.)… Kısa bir süre önce, Müslümanlığı kabul etmesi için zorladığı Savvas Sisoglou ve ve Charalambos Berberoglou’nun bakire kızlarını silah zoruyla kaçırmıştır. Dahası onlardan biriyle kendisi evlenmiş, öbür kızı da hediye karşılığında başgöz etmiştir.ʹ, ʹKasap vitrinlerinde üzerinde ‘Hristiyan eti’ etiketi taşıyan insan vücut parçaları asılıydı. Genç kızların ırzına geçiliyor veyahut kaçırılıyordu; iğrenç misillemeler yapılıyordu, sadece vahşi kabilelere yakışır bir gaddarlıkla.ʹ, ʹArkalarında kirletilmemiş tek bir kız yahut namuslu kadın bırakmadılar. Onları hayvanî arzularını tatmin etmek için kirlettiler. Biz onlarınkini hep korurken onlar bizim namusumuzla oynadılarʹ (Fotiatis 2018: 80, 131, 146).

 

Soykırım süreçlerinde, soykırıma uğratılan insanlara karşı ateşli silahların yanında her türlü delici ve kesici aletlerin de kullanıldığını bilmekteyiz. Yeterli bilgiye sahip olmasak bile Gabaş Ali üzerine söylenenlerden hatırlayacağımız, soykırımda kullanılan kesici aletlerin başında baltanın gelmesidir. Yıkıntılar arasından Yesayan’ın aktardığına göre; ʹKanlı bir yarası vardı; yüzü balta darbesiyle kesilmişti ve sağ yanağının üst kısmı, sağ gözü, hatta alnından bir parça yok olmuştuʹ (s. 246).

 

Anımsa(t)ma: ʹOsman Ağa, Ermenileri tek sıra haline sokturdu. Köprünün ortasına da elinde balta olan iri kıyım bir eşkiyayı dikti, ‘başlarına birer balta küpüsü vurup, ırmağa atın’ emrini verdiʹ [Konuk (Der. Tuygan) 2016: 74]. ʹOnlar kervanın içinde ne kadar küçük oğlan buldularsa toplayıp, kollarını bağlayarak uzak bir dağın tepesine odun yığınlarının yandığı bir yere götürdüler. Orada onların kafalarını baltayla keserek, vadiye fırlattılar. Bizden önceki kervanlarda bulunan çocuklara da aynısını yapmışlardıʹ (Akyüz 2015: 61). İngiliz Konsolosunun eşinin (Ermeni yaralılar için bir hastane oluşturan Mrs. Doughty-Wylie) olayların tanığı olarak bildirdiği üzere: ʹYaralıların çoğu silah mermileriyle vurulmuştu. Sadece birkaçı damdan atılmış veya kaçarken düşmüşlerdi. Çocukların, kana bulanmış, neredeyse paramparça haldeki bedenlerini getiriyor bize teslim ediyorlardı. Yedi sekiz yerinden vurulmuş olanlar vardı, yarısı yanmış olanlar… Dehşet!ʹ (s. 63).

 

Soykırım pratiklerinin en önemlilerinden biri olan zorla din değiştirme ya da Müslümanlaştırma, grubun dinsel varlığının tahribi olarak, Yesayan’ın gözlemlerine şöyle yansımıştır: ʹSekiz yaşlarında bir oğlan getirmişlerdi. Olayın başladığı gün kaybolmuştu zavallı yavrucak. Yaşadığı köyü yerle bir ettikten sonra komşu Türkler onu evlat edinip Müslüman yapmışlardı.ʹ, ʹMisis’te birkaç demirci dışında Ermeni kalmamıştı. Onları Müslüman yapıp alıkoymuşlardı; Çünkü buralarda başka demirci yoktuʹ (Yesayan s. 96, 159).

 

Anımsa(t)ma: Zorla Müslümanlaştırmayı başlı başına bir çalışma olarak ele alan Akçam’a göre: ʹTüm bir 19. yüzyıl boyunca, özellikle Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları Doğu Anadolu bölgesinde, Ermeni yerleşim birimlerine saldırılar; onları din değiştirmeye zorlamaları ve özellikle kadın ve kızların kaçırılarak Müslümanlarla zorla evlendirilmeleri son derece yaygın bir pratik idi.ʹ, ʹEldeki bilgi ve belgelerin ışığında, zorla din değiştirme eylemlerinin merkezi hükümetin bilgisi dahilinde yapıldığı sonucunu çıkartmak yanlış olmayacaktırʹ (Akçam 2014: 101, 108). ʹKynigopoulos’a göre çocukların İslamlaştırılması özellikle dehşet vericiydi. Türk yetkililerinin Rum çocukları korumaya alma bahanesiyle ailelerinden zorla almalarıydı; bu uygulama yeni yeni yürümeye başlayan çocuklarla bebekler için de geçerliydi. Çocuklar daha sonra Türk olarak eğitilmek üzere Sivas’taki okullara gönderiliyorlardıʹ (Fotiatis 2018: 189).

 

Soykırım süreçlerinde bu insanlık dışı pratikler yaşanırken, çok az sayıda vicdan sahibi insan da çıkıp bunlara engel olmaya çalışmıştır. Bu türden vicdanlı insanların fedakârlıklarına tanık olanların anlatımlarına dayanarak Yesayan, şunları aktarmaktadır: ʹOtuz haneli köye saldıran düşman, kiliseyi ve on yedi evi ateşe verir. Her ne kadar köylü kendi kendini savunsa da, köy gerçek bir yıkımdan Hüseyin Efendi’nin oğlu Mahmut Hoca sayesinde kurtulur.ʹ, ʹYüz elli Ermeni hayatlarını Boyraz Köse’ye borçludur. Bir gün onun yokluğundan istifade eden düşman üzerimize geldi, o gün de Köse’nin karısı başı çekti ve biz kendimizi koruyabildik.ʹ, ʹO sırada iki Müslüman, sabık Müftü ve Musa Efendi Erzin’de bulunan 200 kadar Ermeni’yi toplar, götürüp bir hana yerleştirirler ve güruhun saldırılarına karşı onları korumaya alırlar. (…) Birkaç hoca gelip yukarıda anılan Türklere katılırlar ama nafile. (…) İşte o sırada Erzin’in Türk mahallesi sakinlerinden Mehmet’in vicdanı el vermez… Büyük bir kısmı gurbetçi olan Erzinli 200 Ermeni hayatlarını bu Türk delikanlıya borçlularʹ (s. 193-194, 231-232).

 

Sonuç yerine:

 

Yesayan, Giligya’da görevli olduğu süre içinde dinleyerek ve/veya gözlemleyerek edindiği bilgileri kitap olarak derlerken içinde bulunduğu ruh hâlini, ʹİzlenimlerimin ne belli bir siyasi doğrultuda yumuşatılmış ne de milliyetçi önyargılar, geleneksel intikam duyguları veya herhangi ırksal nefret tepkisiyle sivriltilmiş olmadığını okuyucunun bilmesini isterimʹ. ʹ… hepimiz kana bulanmış ülkemizin gerçek resmini bilmeli, ona cesaretle ve dosdoğru bakabilmeliyiz (s. 30, 32)’ diyerek dile getirmiştir.

 

Adana katliamının öncülü 1894-96’da yaşanan ve Ermenileri yok etmeye yönelik eylemlerdir. Bu katliamlar, daha sonra soykırım olarak adlandırılacak geniş çaplı ve çok boyutlu öldürmelerin de habercisiydi. Ve durum gerçekten de Sotiriyu’nun, I. Dünya Savaşı başlarında amele taburlarında çalıştırılan Manoli Aksiyotis’in ağzından aktardığı gibiydi: ʹAma henüz, hayal edebildiğimiz felaketlerin bizleri bekleyen felaket karşısında pek cüce kaldığını kestiremiyordukʹ (Sotiriyu 1989: 54).

 

Anımsa(t)ma: ʹ1895 Aralık ayında İngiliz Elçiliğine sığınan Sait Paşa’nın sözleri ile, Abdülhamit, Ermeni sorununun reform ile değil, kan ile çözüleceğine inanıyorduʹ (Akçam 2014: 113). 1895 ile 1909 arasında nasıl bir süreklilik varsa, 1909 ile de Ermenilerin büyük felaket (Medz Yeghern) dediği 1915 Ermeni soykırımı arasında bir süreklilik vardır. Çünkü Adana katliamı 1915’in bir provasıdır. Bu süreklilik sadece düşünsel düzeyde değil, aynı zamanda failler açısından da bir sürekliliktir. Örneğin, 1909 Adana katliamında şifre görevlisi olarak bulunan Cemal Oğuz, İstanbul’dan Çankırı’ya sürülen Ermenilerin (1915) katlinin de sorumlusudur (Anumyan 2018: 77).

 

Marc Nichanian, Yesayan’ın kitabına önsöz yerine yazdığı bölümde, Adana katliamının sorumlusu olarak İttihat-Terakki işaret edilmektedir: ʹNitekim Babigyan o günlerde, Türkiye’de enikonu kabul görmüş ancak yazılı olmayan bir kuralı  çiğnemiş, Avrupa basınına verdiği röportajlarda, katliam işaretinin, emri veya izninin doğrudan merkezden verildiğini, Giligya’da İttihat şeflerinin katliamın örgütleyicileri arasında olduklarını ve huzuru sağlayacak olan askerlerin de ikinci katliama bizzat katıldıklarını açıkça beyan etmiştir.ʹ, ʹ… bu imha arzusunun ‘eski rejim’ ile herhangi bir bağı yoktu. Orada uygulamaya konan yeni bir sürecin ilkeleriydi ve bu ilkelerin temsilcisi de Jön Türk hareketiydiʹ (Yesayan, s. 15, 25).

 

Prens Sabahaddin’in daha 1907’de itiraf niteliğindeki bir konuşması da, Osmanlı yönetici/elit kesiminin İmparatorluğun gayrimüslim halklarına karşı tutumunu göstermektedir: ʹAncak biz ecnebi devletlerden çekinerek bizimle beraber yaşayan Hristiyanları muhafaza edebildik. Ecnebi devletlerden korkmasaydık bütün Hristiyanları, bilhassa Ermenileri, tek bir kişi bırakmayıncaya kadar katlederdik…ʹ [Konuk (Der. Tuygan) 2016: 92-93].

Bu tutumun, örneğin Mahmut Şevket Paşa’nın ağzında daha da netleştiğini görmekteyiz: ʹİki gün sonra da (28 Haziran 1909, yn), Almanya’nın İstanbul Büyükelçisi Miguel, Patrik III. Joachim ve Müşir Şevket Paşa arasında gerçekleşen ve İstanbul’daki Türk, Yunan ve yabancı gazetelerinin ön sayfasında yayımlanan dramatik toplantıyı Berlin’e rapor ediyordu. Konuyla ilgili asıl çarpıcı gerçek ilk kez bir Türk bakanın devletin en kalabalık azınlığının ruhani liderini bizatihi açık seçik tehdit etmiş olmasıydı: ʹKafalarınızı uçuracağız, hepinizi yok edeceğiz. Bu iş ya biz ya siz meselesi haline geliyorʹ (Fotiatis 2018: 93).

 

Felaket dönemleri, çaresizlikten dolayı, dini bağlılıkların güçlenmesine koşut olarak özellikle de Tanrının, Tanrı düşüncesinin sorgulandığı dönemlerdir aynı zamanda. Yesayan, bu durumu şöyle deneyimlemiştir: ʹVe o sırada öğretmen, kayıtsız kalan Meryem Ana’dan ve âciz kalan Çarmıh’taki İsa tasvirlerinden başını çevirip üçüncü ve son satırını yazar: ʹʹŞu an Allah yok!ʹ (s. 208). Benzer sözleri yıllar sonra Yahudi Soykırımı sürecinde Auschwitz-Birkenau Toplama Kampı’nın duvarlarında da görmekteyiz: ʹAuschwitz varsa, Tanrı yoktur!ʹ Sözlerin, Auschwitz’in hayatta kalan tanıklarından kimyager-yazar Primo Levi’ye ait olduğu söylense de, bunu doğrulayacak yeterli kanıta ulaşamadık. Biz yine de yazımızı, Primo Levi’nin söylediğini bildiğimiz sözleriyle bağlayalım: Bu oldu, öyleyse yine olabilir!

 

 

Zabel Yesayan: İstanbul Üsküdar’da, Zabel Hovhannesyan olarak 4 Şubat 1878 tarihinde dünyaya geldi. Eğitimine İstanbul’da başlayan Yesayan’ın ilk mensur şiiri 1895’te yayımlandı. Aynı yıl Paris’e gitti ve orada, Sorbonne’da, edebiyat ve felsefe dersleri aldı. 1902 yılında eşiyle birlikte İstanbul’a döndü. Kadınlara yönelik yazılar yazdı. 1915’te İttihatçıların Ermenilere yönelik saldırıları yoğunlaşınca önce bir hastanede saklandı, sonra da Bulgaristan’a kaçtı. Daha sonra Yesayan’ı, 1917’de Bakü’de, Ermeni mülteci ve yetimler için yardım toplama çalışmaları içinde görüyoruz. 1921’de Paris’e dönen Yesayan, 1933’te Sovyet Ermenistanı’ına yerleşti. Sovyetlerdeki ʹBüyük Temizlik’ döneminde tutuklandı. İttihatçıların 1915’te yapamadığını Stalinciler yaptı ve Yesayan 1942-43 yıllarında bilinmeyen bir yerde öldü. (Ayrıntılı bilgi için bkz.: Zabel Yesayan, Sürgün Ruhum s. 7-9, Aras Yayıncılık, İstanbul 2018)

 

 

Kaynaklar:

 

Zabel Yesayan, Yıkıntılar Arasında, Aras Yayıncılık, 2. Baskı, Eylül 2015 –  İstanbul

 

Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu İmge Kitabevi, 2. Baskı: Ocak 2002 – Ankara

 

Taner Akçam, Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması, İletişim Yayınları, 1. Baskı 2014 – İstanbul

 

Tamer Çilingir, Pontos Gerçeği, Belge Yayınları, Birinci Baskı Aralık 2016 –  İstanbul

 

Attila Tuygan (Derleyen), I. Dünya Savaşı ve Sonrasında Pontos Soykırımı, Pencere Yayınları, Birinci Baskı  Kasım 2016 – İstanbul

 

Meline Anumyan, Tanıma ve Telin – İttihat ve Terakki Yargılamaları (1919-1921 ve 1926), Pencere Yayınları, Birinci Baskı: Mayıs 2018 – İstanbul

 

Dido Sotiriyu, Benden Selam Söyle Anadolu’ya, Alan Yayıncılık, Yedinci Baskı: 1989 – İstanbul

 

Aydın Akyüz, Gecikmiş Bir Yüzleşme – Ermeni Soykırımı, Ceylan Yayınları, Birinci Baskı: Haziran 2015 – İstanbul

 

Yorgo Andreadis, Tamama – Pontus’un Yitik Kızı, Belge Yayınları, Mart 2012 -İstanbul