Cuma , 29 Mart 2024

Lübnanlı diplomat Gassan Selame: “Dünyada yapısal bir değişim yaşanacak!”

Faik Bulut

Lübnanlı diplomat Gassan Selame: “Dünyada yapısal bir değişim yaşanacak!”

Onlarca yıldır alışageldiğimiz ve bildiğimiz dünya düzeninin bitişini gösteren çok sayıda emare var. Şu anda Yeni Dünya Düzeni’nin gayet ağrılı ve sancılı doğumuna tanık olmaktayız. Dolayısıyla yeryüzünde yüzeysel değil; derin yapısal ve niteliksel bir değişim yaşanacaktır. Ancak doğacak olanın ne olduğunu bizim görmemiz zordur.

Lübnan kökenli akademisyen ve diplomat Gassan Selame (Ghassan Salamé) 1951 doğumlu. Paris merkezli üç farklı yüksek okulda (Paris Üniversitesi, Paris III Sorbonne-Nouvelle ve Paris I Pantheon-Sorbonne’da) uluslararası hukuk, insan hakları, edebiyat ve siyaset bilimi konularında master yaptı. 2002-2003’te Kültür Bakanlığı yapan Selame, Birleşmiş Milletler (BM) teşkilatına bağlı birçok kurumda üst düzey görev yaptı.

Yabancı sivil toplum kuruluşları ile kâr amacı gütmeyen çok sayıda kurum ve kuruluşta da yer alan Selame’nin röportajı, Londra merkezli Suudi haftalık dergisi El Mecelle’nin 23-24 Şubat 2023 tarihli nüshasında yayınlandı. Biz de bu röportajdan uluslararası ve Ortadoğu’daki gidişata ilişkin kimi alıntılar yapacağız:

“Uluslararası sahnede, beni derinden endişelendiren üç ciddi gelişme var: İklim değişikliği, ekonomik krizler ve şiddet yani güç kullanımı… Soğuk Savaş’ın 40 yıllık döneminde 13 kez nükleer tehdit gündeme getirilmişti. Oysa Ukrayna’daki savaş boyunca her gün nükleer silahtan bahsediliyor. Bu son derece büyük bir tehdit ve tehlikedir. Nükleer silah sahibi ülkelere de sirayet edebilir bu söylem.

Öte yandan onlarca yıldır alışageldiğimiz ve bildiğimiz dünya düzeninin bitişini gösteren çok sayıda emare var. Şu anda Yeni Dünya Düzeni’nin gayet ağrılı ve sancılı doğumuna tanık olmaktayız. Dolayısıyla yeryüzünde yüzeysel değil; derin yapısal ve niteliksel bir değişim yaşanacaktır. Ancak doğacak olanın ne olduğunu bizim görmemiz zordur.

Esasında COVID-19 pandemisi sürecinde de uyarıda bulunmuş, dünyamız için “illetli, marazlı ve hasta” demiştim. Tahminimden daha kötü sonuçlara vardı. Dünya âlemin karşı karşıya kaldığı sorunlar çok boyutlu ve çeşitli, bazıları da tehlikelidir. Asıl soru şudur: “Dünya, politik ve ekonomik hastalıklarıyla yaşamak zorunda mıdır?

İklim değişikliği:

Yerkürenin ısınması sonucu sular buharlaşır ve kuraklık dört bir yana yayılır. Doğal değil, insanoğlunun müdahalesi ve marifetiyle iklim değişmektedir: Pakistan’da eşi görülmemiş su taşmaları, Çin’de sadece çeyreği yahut beşte biri kalabilmiş kurumakta olan göller, sıcaklık dalgalarının Almanya ve İngiltere gibi kuzey ülkelerini kaplaması vs.

İklim değişikliğinin salt bir varsayım olduğunu söylemek imkânsızdır. Ben, değişikliğin meydana geldiğine yüzde yüz inanıyorum. Ancak sorun bu noktadan ziyade siyasi alandadır. Madem ana sebep insanoğludur; devlet ve hükümetlerin bu konuya çare bulmaları gerekir.

Bu hususta gerek Kyoto protokolü, gerekse Paris Anlaşması sırasında kararlar alındı. Lakin külfetli olması nedeniyle uygulanmadılar. Belki bazı Avrupa ülkeleri, iklim değişikliğinin hızlanmaması için kimi tedbirler alabilir. Ne var ki diğer ülkelerin maddi imkânları buna yetmiyor. Kaldı ki kamuoyunun bir bölümü iklim değişikliği konusunda ikna olmadığı için, yetkililere baskı da yapmıyor.

Daha da önemlisi şudur: Olayın müsebbibi şirketler, alınan kararları uygulamıyor, icabında engelliyor veya engelleyecek lobileri finanse ediyorlar. Savaş ve benzeri sorunlar da iklim değişikliğini önleme çabalarını erteleyebiliyor. Mesela Almanya üç nükleer santrali kapatmak üzereyken, Ukrayna savaşı yüzünden Rusya Avrupa’ya verdiği doğalgazı kesince, Berlin yönetimi yeniden nükleer santral ve kömür kullanımını başlattı. Çin yeşil enerji alanında dünyanın yarısını üretebilirken, gelişkin ülkeler bu tür programlarını erteleyebiliyorlar.

Ekonomik kriz:

Bence küresel ekonomik kriz gayet ciddidir. Muhtemelen pandemi yüzünden aşırı derecede kısıtlama ve sınırlama yoluna gidildi. Artık görebiliyoruz, her ülkede oranı farklı olmasına rağmen kaygılandırıcı ölçüde enflasyon var. Beklenen ise canlanma ve gelişmede az buçuk daralmadır.

COVID-19 ile mücadelesinde “sıfır pandemi” tedbirlerini almaya yoğunlaşan Çin bile, ekonomisini helak etme noktasına getirdi. Yabancı yatırımlar son yıllarda yavaşlamaya yüz tuttu. En iyi ihtimalle mevcut yatırım hacmini geçemeyecektir. Bu demektir ki, daha yoksul ülkelere sunulan ve taahhüt edilen yabancı yardımlar eskisi gibi olmayacaktır.

Sonuçlarını Ukrayna Savaşı ile Pakistan’daki sel baskınları, Türkiye ve Suriye’deki son deprem sırasında gözlemledik. Örneğin BM’nin belirleyip talep ettiği “afet/facia yardımları” istenilen miktarda değil. Çünkü zengin ülkeler, daha önce taahhüt ettiklerini yerine getirmiyor, kimi zaman da pratikte gönderilen (para veya ayni yardım) miktarlarını kısabiliyor. Bu da devletlerarası ilişkilerde ve aynı devlet idaresindeki ülkede daha fazla eşitsizlik demektir.

Şiddet kullanımı-kuvvete başvurma:

Ukrayna Savaşı’nın birinci yıldönümünü idrak ettik. Aslında devletlerarası ilişkilerde şiddet kullanımına başvurmanın kural ve teamüllerin belirlenmesinin üzerinden beş veya altı yüzyıl geçmiştir. Bu hususta ciddi bir birikim söz konusudur. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte bundan böyle şiddet kullanımının istisna hale geleceği yolunda bir umut oluşmuştu. O sıralarda Yugoslavya, Orta Asya ülkeleri ve diğer yerlerde iç savaşlar-çatışmalar da yaşanıyordu. Ancak Gorbaçov döneminde gerçekleşen ABD-Sovyet zirvesinde varılan mutabakat sonucu bu tür yöresel çatışmaların önü alınabiliyordu.

Kanımca ABD’nin BM ile Güvenlik Kurulu tarafından belirlenen uluslar arası kural ve teamülleri hiçe sayıp ihlal ederek 2003’te Irak’a müdahale etmesi, dönüm noktası oluverdi. ABD, tarihi hasımlarından kurtulmak için o günün şartlarını kendi lehine görüp kullandı. İşte bu olay, son derece tehlikeliydi… BM eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın ifadesiyle, ABD’nin yaptığı, “gerekçesiz ve kanun-kural dışı bir savaştı.”

Bu kural ihlali, gerekçesiz ve kanunsuz şiddet kullanımı, diğer devletlerce de hayata geçirildi; Rusya Gürcistan, Kırım ve Ukrayna’ya girdi. Çin’in Tibet ve Hongkong’a muamelesi sertlik yönünde değişti. Orta ölçekli bir devlet olarak Türkiye Suriye, Irak ve Libya’ya müdahale etti; bazı Afrika ülkeleriyle Katar’da askeri üs bulundurdu. Orta ölçekli bir diğer devlet İran’ın boy gösterdiği Yemen, Lübnan, Suriye ve Irak’tan söz edilebilir. Bazı küçük ölçekli Arap devletleri de komşularına ve Afrika’daki farklı yerlere müdahale ettiler. Çad ile Ruanda bile Afrika’nın değişik bölgelerinde asker bulundurabiliyorlar.

Bu tür şiddet kullanımında ekonominin de rolü vardır. 1980 sonrası neoliberal ekonomi felsefesi gereğince dönemin İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ile ABD Başkanı Ronald Reagan gibi yöneticiler ticaret ve yabancı sermaye akışına yönelik kısıtlamaları iptal ettiler. Buna paralel olarak şiddet ve kuvvet kullanımını sınırlayan kurallar da ortadan kalkmış oldu. Ukrayna savaşı; Irak, Gürcistan, Kırım ile kimi Arap ve Afrika ülkelerinde kullanılan sınırsız şiddet zirvesine ulaştı. Özetle son 20 yılda başka ülkelere müdahale ve işgal âdet haline geliverdi ki, büyük endişe kaynağıdır.

Beyaz Adam’ın gerilemesi:

Batılı devletler, eski hegemonik güç değiller; gerileme sürecine girdiler. 1930 yılında Beyaz Adam, dünya nüfusunun yüzde 27’sini oluşturmasına rağmen yerkürenin yüzde 82’sine egemendi. Günümüzde dünyadaki nüfusun sadece yüzde 17’si kadar olup, yeryüzünün yüzde 30’unu denetleyebiliyor. Bu gerilemenin sebepleri arasında Çin ile Hindistan’ın ekonomik gücü de bulunuyor. Askeri müdahale kuvvetleri eski ölçekte değil. 500 milyonluk Avrupa, yabancı ülkelerde yalnız 30 bin kadar asker bulundurabiliyor. Yani İran kadar dış güce sahiptir.

Fransa’nın 7 bin-8 bin kadar dış askeri gücü, İngiltere’nin ise en iyimser tahminle 75 ile 80 bin arasında bir müdahale gücü vardır. Evet, ABD’nin elinde çok büyük kuvvet mevcuttur. Ancak ülkenin kamuoyu, yurtdışında uzun süreli asker bulundurmaktan hoşlanmamaktadır. Kaldı ki, ABD’nin küresel üretimdeki payı, 1945 yılında yüzde 48 iken, günümüzde yüzde 21’e düşmüştür.

Evet, Sovyet sisteminin çöküşünü izleyen 20 yıllık süreçte yeni güç dağılımı yaşanmaya başladı. Geçmişin küresel hegemonik süper devletleri, günümüzde İspanya ekonomisi ölçeğine inecek kadar gerilediler. Sadece devasa bir askeri güç kaldı ellerinde. Sovyet sonrası dönemde değişen güç ilişkileri ABD’nin lehine gelişti. Ancak zaman içinde Çin büyük bir askeri-ekonomik devlet olarak yükseldi, keza Hindistan ön plana çıktı.

Bir düşünün bakalım: Rusya, Çin, Brezilya ve Güney Afrika’dan oluşan BRICS grubunu bir araya getiren şey neydi? Aslında hiçbir şey! O halde batılıların şu ana kadar ortaya koydukları sistemin (modern devlet ve demokrasiler Avrupa’nın, BM ise ABD’nin fikriydi) giderek köhneleşip mekanizmanın bozulduğu söylenebilir. Peki, alternatifi nedir yeni uluslararası ilişkilerin?

Yükselen iki güç olarak Çin ile Rusya’nın otoriter (devlete büyük rol biçen ve ekonomi, kültürel ve toplumsal alanda kamu denetimine dayalı) sistem dünyaya egemen olabilir mi? Oysa insanlar aynı zamanda daha fazla serbestlik ve özgürlük istiyorlar. Onlara, “Tamam bitti artık; bundan böyle diktatörlük zamanıdır. Tek adam, tek parti yönetimi vardır!” diyebilir miyiz?

Teknolojinin de gelişmesiyle kendini ifade etme ve fikrini dile getirmenin araçları giderek çoğalmaktadır. Bunlar, toplumları küresel ölçekte yeni bir hayat (rahat ve özgür) tarzına doğru yöneltmektedirler. Irmak suları bile kendini tekrar etmez, akar gider. Soğuk Savaş anlayışının yaygın olduğu zamanlarda yüksek eğitimin bir parçası olarak bize şunu belletmişlerdi: “Süper devletler asla gerilemezler. Ne yapar eder, askeri güçlerini devreye sokmak suretiyle gerilemeyi durdururlar.” Bu fikir, o dönemde “yeni gerçekçilik” olarak tanımlanmıştı.

1980’lerde Rusya; Afganistan, Mozambik, Angola ve diğer Afrika ülkelerinde asker bulundurmuştu. ABD’deki Reagancılık (Reaganizm), bu yayılmayı önlemek üzere iktidara geldi. Yıllar sonra Sovyet süper devleti geriledi ve çöktü. Günümüzde ise köhnemiş süper devletler, kendilerinin öyle olmadıklarını (birbirlerine veya dünya kamuoyuna) kanıtlamak için güç kullanmakta tereddüt etmiyorlar.

Söz gelimi Rusya Milli Güvenlik Kurulu Başkanı Medyedev niçin ikide bir “nükleer silah kullanmakla” tehdit ediyor Avrupa’yı? 1950’lerdeki genel anlayışın tersine nükleer silah bir saldırı değil, savunma aracıdır. Demek istiyor ki: “Üstümüze gelip topraklarımıza girdiğiniz andan itibaren nükleer silah kullanırım.” Demek ki gerilemekte olan bir süper güç var karşımızda. Geçmişteki tahakkümcü hegemonik düzenin geri geleceğini, tekrar yaşanacağını ileri sürmek hezeyandır. O düzene itiraz edenler, yeni fikir ve araçlarla bunlara karşı çıkmalıdır.

Soğuk Savaş anlayışı, sadece nükleer silahlar yoluyla “denge” sağlamaktan ibaret değildi. Askeri alanda çatışmalar direkt değil, vekâlet yoluyla güç gösterisine dönüşmüştü. Vietnam, Angola, Mozambik, Kore, Ortadoğu’daki savaşlar buna örnektir. Ticari alanda “sen bana muhtaç değilsin, ben de sana” uygulaması vardı. Düşünün ki ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki yıllık ticaret hacmi 50 milyon dolar kadardı.

Daha da önemlisi sınırların değişmezliği statüko haline gelmişti. Kimse milli sınırları içinde başka bir siyasi varlık tahayyül etmek istemiyordu. “Bangladeş bağımsız olacak mı, bir Filistin devleti kurulacak mı, Kürtler devlet isterler mi?” Kimsenin umurunda değildi, bu tür sorular.

Gassan Selame

Soğuk Savaş kuralları bitti:

Yukarıda sayılan Soğuk Savaş dönemin dört kriteri artık yok. Çünkü sıkça nükleer silah üretimi ve kullanımından söz ediliyor. Süper devletlerden Çin ile ABD, Rusya ile Amerika arasındaki ticari-mali-ekonomik işlemler çok büyümüştür. Milli sınırlar ihlal edildiğinden delik deşik olmuşlardır. Ne Rusya “komünizm yurdu” ne de Amerika “demokrasi ocağı”dır.

Devletlerin arasında sadece vekâlet yoluyla değil, bizzat devletlerin katılımıyla da savaş yaşanmaktadır. Hatta devlet başkanları bile savaşın içindedirler. Mesela G.W. Bush’un Bağdat’taki Amerikan Birlikleri Komutanı ile birlikte olduğuna tanıklık ettim. Putin de şu anda Ukrayna’daki savaşın baş katılımcısıdır. Fransa, bazı Afrika ülkelerine direkt müdahale edebiliyor. Yani iç ve dış olmaktan çıkan savaşlar,  iç içe geçmiş vaziyettedir.

Öte yandan Çin ile ABD arasındaki ekonomi ağırlıklı mücadele son derece açık bir tarzda yürütülüyor. Sorun şu ki, küreselleşmeyi dünya âleme (bilhassa rakiplerine) öğretip dayatan ABD,  dünya ölçeğindeki bu rekabetten zararlı çıkmış olmasına ilişkin mağduriyet (gadre uğramışlık) hissine kapılmıştır.

New Yorker dergisi muhabiri metropoldeki 10 ayrı çarşıdan ürün alınca, şu sonuç çıktı: New York pazarlarında satılan her 10 üründen 9’u Çin malıydı. Çin’in bu gelişmesi Latin Amerika’daki Doğu Avrupa müttefiklerini köstekledi. Çin’in dünyanın fabrikası-imalathanesi konumuna gelmesi tabii ki ABD’ye yaramamıştır. Amerikalı “küreselleşmeyi öğrettiğim Çin, bu yöntemle beni çiğneyip geçti” fikrindedir.

Doğrudur Afrika, Çin’in en başarılı olduğu rekabet alanıydı ancak artık öyle değil. Çin’in o pazarlarda aradığı şey, hammadde idi. Gelgelelim bu ülkeler Çin’in arzuladığı hızla gelişemediler. Onun yardım edip yatırım yaptığı ülkeler, borçlarını ödeyemediler. Dolayısıyla Çinlilerin faaliyeti durgunluk aşamasına girdi. O kadar ki Türk inşaat şirketleri, Afrika genelinde Çinli benzerlerini geçtiler. Çünkü Türkiye’nin elinde Çinlilerde olmayan iki önemli koz vardı: İslam dini ve coğrafi yakınlık anlamında bölgecilik!

Örneğin Türkiye’nin bu kıtada 40 irtibat-bağlantı istasyonu bulunuyor. Acaba Rusya’nın elinde bu sayıda bağlantı noktası var mı? Rusya, uzun vadeli bir ilişki kurmak istiyorsa, elinde buna benzer bir jokerinin olması şarttır. Hâlbuki Rusya’nın evrensel ölçekte geçerli olabilecek bir ideolojisi yoktur ve başka topraklara müdahale etmesinin gerekçeleri de bulunmuyor. Buna mukabil Recep Tayyip Erdoğan, pekâlâ İslam kozunu kullanmakta ve bu gerekçeyle başka bölgelerde varlık gösterebilmektedir.

Farklı açıdan bakarsak Çin ile ABD arasındaki mücadele bir Soğuk Savaş değildir. Soğuk Savaş kriterlerine uymayan mevcut uluslararası ilişkiler ve kurallardan hareketle belirtirsek: “Devletlerarası ilişkiler korkunç şekilde bozulmaya müsaittir.”

Ukrayna savaşına ilaveten Çin’in Tayvan çevresinde ve hava sahasındaki manevraları, İran’ın bölgesel devletler ve ABD-İsrail ikilisiyle ile olan sürtüşmeleri henüz “kırmızı çizgi”yi aşmamış olmasına rağmen kapışma olmayacak anlamına gelmiyor. Rusya’nın NATO üyesi bir Avrupa ülkesine vurması halinde neler olacağı tahmin edilebilir. O halde Soğuk Savaş döneminden daha kötü ve beter bir ortamdayız.

Bir Alman dostum “light power” (hafif güç) kavramını bulmuştu. Ben de bunu epeyce kullandım. Sonradan ABD Harvard Üniversitesinden bir profesör bunu “soft power” (yumuşak güç) olarak tanımladı. Gelgelelim bu tanımlar, 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte hükümsüz kılındılar. Yerine “smart power” (akıllı/zeki güç) kavramı ikame edildi ki, sert ile yumuşak güç arasındaki bir konumu belirleyebilsin.

Japonya son 20-30 yılda ordusu ve stratejik silahı olmadığını fark etti. Almanya ise 23-27 Şubat 2022 arasındaki üç günde bunun farkına vararak ordu kurmaya ve silah üretmeye karar verdi. Kuzey Kore balistik füze denemeleri yapıyor.

Arap dünyasındaki durum:

Kaotik geçiş aşamasında “pek sancılı doğum” dediğimiz bir süreçteyiz. Ukrayna Savaşı ile birlikte ABD’nin petrol-doğalgaz üreten birçok ülkenin egemenlik ve güvenliklerini koruma yönünde çağrılar yapıldı. Fakat Amerikan Kongresi, bu hususta ayak sürümektedir. Buna mukabil Arap kurumlarında güçlendirme yok. Bunu idrak eden bölge ülkeleri, hem Çin, hem de Rusya ile ilişkilerini geliştirip sağlamlaştırma yoluna gitmekteler. Bunların asıl maksadı ABD ile daha derin ilişkiler kurabilmektir.

Tabii, her iki ülkeyle de siyasi ve ekonomik ilişkiler kurmak iyidir. Zira Çin, ilişki kuran ülkeden herhangi bir şey talep etmiyor, dayatmıyor. İdeal ve örnek bir ticari ortaklık kuruyor. Bu yanıyla olumlu bir gelişmedir. Diğer yanıyla bölge ülkelerinin şunu görmesi gerekiyor: Batılı devletlerin gerilemesi süratli değildir; bilhassa ABD’nin elinde güçlü ve gelişmiş silahları mevcuttur. Kendi toprakları dışındaki en büyük askeri ve ekonomik güçtür.

Doğrudur, bazı Körfez ülkeleri Çin ile Rusya’dan füze aldıklarında ABD şaşırdı. Bazıları da Türkiye’nin yaptığı gibi Rusya’dan S-400, S-300 füzesi ve savaş uçağı almayı düşünmekteler. Ancak Rusya’daki imalat çeşitliliği ABD’de olandan çok daha azdır. Nitekim silahlarının yüzde 70-75’ini Rusya’dan satın alan Hindistan bile Batı ülkelere yöneldi. Eminim birçok Arap yöneticisi şöyle bir hayal görebiliyor: “Keşke ABD bizi NATO kapsamına alarak ‘bu üyemize yapılan saldırı Amerika’ya yapılmıştır’ diyebilse!”

Arap dünyasına gelince; sosyo ekonomik açıdan üç aşamadan geçmiştir: Kendine yeterli ekonomi; 1973’te dışa açılma ve yurtdışına işçi gönderme ile zengin Petro-dolar yatırımlarına dayalı ekonomi; 2011 tarihinde başlayan halk ayaklanmaları (Arap Baharı) dönemi.

Toplumsal açıdan Arap ülkelerindeki yoksulluğun ana nedeni üç noktada yoğunlaşır: Üretim alanlarına yatırım yapılmaması; nüfus patlaması ve yurt dışında iş yapacaklara kapının kapatılması. Kapsamlı hizmet (sosyal devlet anlayışı) vermekten vazgeçen devlet, bu sektörleri özel şirketlere havale etmiştir. Onlar da sağlıklı bir ekonominin olmamasından ötürü, bu tür hizmetleri eksik sunmaktalar.

Son 20 yılda kırsaldan şehre görünmez göç dalgaları yaşandı. Şehirde iş ve ekmek yok; üstelik nüfus patlaması yaşanıyor varoşlarda. Netice olarak ahali ötekileştirilip bir kenara itiliyor. Bilhassa Arap ülkeleri ve Afrika’dan Avrupa’ya yönelen göçlerin nedeni de bu. Dolayısıyla bu göçlerin arkası kısa dönemde kesilmeyecektir. Karşılığında ise Avrupa’da ırkçı göç karşıtı kesimler güç kazanarak iktidara gelecek; silah ve polisiye yöntemlerle bunun önünü alma yoluna gideceklerdir.

Batılılar Libyalıya değil, bu ülkenin petrol ve doğalgazına önem verdiler. Mesut Barzani, IŞİD Kürdistan’a saldırdığında, kendisine silah yardımı diye Almanya’dan gönderilen roketlerin kullanım süresinin bittiğini söylemişti bana.

Şimdi de petrol-doğalgaz zengini S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt ve Katar devri başladı. Çin, ABD, Rusya ve Avrupa çıkar için bu ülkelere yöneldiler. Ukrayna Savaşı sürecinde Rus seçkini oligarklar gidip BAE’ye yerleştiler. Çünkü Arap Baharı sırasında da Körfez istikrarını koruyabilmişti. Evet, Araplar arasında Körfez’in itibarı arttı. Buna paralel olarak İran ve Türkiye’nin nüfuzu gelişti. İsrail ise Körfez camiasına giriverdi.

Bir noktada iyi sayılabilen bu gelişme, başka bir noktada olumsuz sonuçlara yol açabiliyor. Eğer, “yükselen güç” profili veren zengin S. Arabistan, BAE ve Kuveyt diğer Arap ülkeleriyle sürekli irtibat halinde olmazlarsa, gidişat sakat kalır. Çünkü Arap dünyasında da yeni saflaşmalar, ittifaklar ve bloklaşma eğilimleri hızlanıyor. Bu ise Araplar arası bütünlüğe zarar veriyor. Mesela İran sırf kendi adına değil; aynı zamanda Beyrut, Şam, Bağdat ve Sanaa adına da söz söyleyebiliyor. Keza Türkiye de Lübnan’ın kuzeyindeki Sünni kesim, Kuzey Suriye, Kuzey Irak, Somali ve Libya’da askeri-ekonomik varlığını gösterebiliyor. Hatta etkili bile olabiliyor.

Arap ülkelerinde sosyo kültürel düzlemde cemaatçilik ile toplumculuk arasında da ciddi çelişkiler yaşanmaktadır. Kısacası uzun ve çok sancılı bir sürece girmiştir ‘Verimli Hilal’. “Gelişmeler, ülkelerin bağımsızlığını azaltmakta, devlet yapısını tahrip etmekte ve toplumsal bünyeyi parçalamaktadır.”

Gassan Selame’nin dünya ve Ortadoğu’daki gelişmeleri anlatan fikirlerini böyle özetleyebildik. Dikkatle okuyup not almak, yeni fikirler edinip ufuk açmamızı sağlayabilir.

*gazetekarınca