Cuma , 13 Aralık 2024

ORHAN PAMUK

A. Ömer Türkeş

2024 Kış döneminde A. Ömer Türkeş ile gerçekleştirdiğimiz 8 haftalık, Cumhuriyet Romanında Tarihi, Siyaseti, Toplumu, İnsanı İle- Cumhuriyet Yılları seminer dizimizin 8 . haftasında, Orhan Pamuk’un ‘Veba Geceleri’ adlı eserini konuştuğumuz seminer için hocamızın gönderdiği metindir…

1952 İstanbul doğumlu olan yazar, Ortaeğitimini Robert Kolej’de tamamladı(1970). Yüksek öğrenimi için İstanbul Teknik Üniversitesi’ne başladıysa da, İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Yüksek Okulunu bitirdi (1977). Burada yüksek lisans eğitimi de yaptı. Edebiyat dünyasına, Milliyet roman yarışmasında birinciliği Mehmet Eroğlu ile paylaştığı “Karanlık ve Işık” romanıyla 1979 yılında katılan Orhan Pamuk, meslek olarak yazarlığı seçen az sayıda romancımızdan bir tanesi.

Orhan Pamuk 2006 Nobel Edebiyat ödülünü kazanması -romanları kırktan fazla dile çevrilmiş, yayımlandığı ülkelerde büyük ilgi görmüş, Türkiye’de ve Dünyada daha önce de pek çok ödüle değer bulunmuş bir yazarın kariyerine bir de Nobel eklemesi- sürpriz değildi. Ödülün birgün  Orhan Pamuk’a verileceği Avrupa edebiyat çevrelerinde ne zamandır konuşuluyordu zaten. Yazarların ve ürünlerinin aldıkları ödüllere göre değerlendirilmesini hiç sıcak bakmamakla birlikte -Nobel ödülü ve ödül müessesesinin geneline ilişkin muhalefet şerhimi de saklı tutarak- Orhan Pamuk’un edebi kariyeriyle bu ödülü hak ettiğini söyleyeceğim.

Orhan Pamuk’a Nobel ödülü verilmesi üzerine Türkiye’den yükselen tepkiler, ödülün Türk milletine verilmiş bir ceza olarak algılanması elbette edebiyatla değil siyasi duruşlarla ilgiliydi. Aklın yerine ideolojik refleksleri koyan, haklılığının teminatını öfkesinde bulan bu anlayış, Batılı olmak isterken Batının taşrası durumuna düşmüşlüğün hıncını, “vasat”ın iktidarını sergiliyordu…

.

Batılılaşma adı verilen ama daha baştan gecikmişliğin kabulü anlamına gelen Batıyı modelleştirme düşüncesinin Osmanlıdan başlayarak Türk toplumunu ve Türk edebiyatını yönlendirdiğini biliyoruz. Sürecin sonucu, Dünya edebiyatı karşısında kendisini edebiyat taşrasına hapsolmuş gören bir edebiyat, Batının “büyük” romanlarına, “dev”klasiklerine hayranlık duyup kendi edebiyatını küçümseyen  bir okuyucu kitlesiydi. Aslında sadece bize has bir durum değildi bu; geç uluslaşmış ve Batıyı model almış ülkelerin Dünya kültürüyle kurdukları ilişkili her zaman çelişkili ve çatışmalıdır. Milan Kundera, “Perde” adlı deneme kitabında bu ikircikli durumu kendi ülkesi Çekoslavakya özelinden incelerken, “taşralıların” dünya kültürüne verdikleri büyük değerin sonuçta bir taşra terörüne dönüştüğünü anlatır. Kendisini kültürün taşrasında görenler için Dünya kültürü yabancı bir şey gibi, başlarının üstündeki uzak, erişilmez bir gökyüzü, kendi ulusal edebiyatlarıyla pek ilgisi olmayan ideal bir gerçeklik gibi algılanmaktadır. Taşralı ulus, “yazarının kafasına sadece kendine ait olduğu inancını sokmuştur. Bakışlarını yurt sınırlarının ötesine dikmek, uluslarüstü sanat alanında meslektaşlarına katılmak iddialı bir tavır ve kendi insanlarını küçümsemek olarak kabul edilir.”  Hiçbir yazar ya da sanatçıya taşralılık döngüsünü kırma izni verilmeyecek, böyle bir mekana hapsedilmişlik mutlak bir kader gibi benimsenecek, kendi kaderini tayin etmek iradesiyle sürüden ayrılmak isteyense linç edilecektir. Taşralılar ekonomik ve politik açıdan metropol karşısında kendilerini sürekli tehdit altında görürler. Ekonomik ve politik meseleler edebiyat alanına tercüme edilir ve bu muhafazakar tutum ahla-ki olarak kolaylıkla haklı gösterilir. Bir eserin bütün anlamı ülkesinde oynadığı role indirgenmiş, yazara muğlak bir ulusal çıkar savunuculuğu görevi biçilmiştir.

Franz Kafka “Günlük”ünde aynı çatışmayı dile getirikenDünya kültürünün kenarında kalmış kültürlerde edebiyatın “edebiyat tarihinin meselesi” olmaktan çok “halkın meselesi” olduğunu işaret edecektir. Kalka’ya göre; “Büyük edebiyatlarda olup biten ve bir binanın olmasa da olur bodrum katını oluşturan şey, küçük edebiyatlarda tam bir aydınlık içinde cereyan eder; orada geçici bir kalabalığın toplanmasına neden olan şey, burada bir ölüm kalım meselesi haline gelir.” Edebiyatın ancak politik sloganlar üreterek, resmi tarihi güzelleyerek, romanı bir kurtuluş ve kuruluş destanına çevirerek, tektipleşmeyi kabullenerek popülerleştiği bir  ülkede; edebiyatın edebiyat dışı otoritelerce değerlendirildiği, estetik gerçekliğin toplumsal gerçekliğe dolaysızca tercüme edildiği bir ülkede edebiyatın hala önemli bir faaliyet sayılması, edebiyatın içeriğiyle toplumun ortak “iyi”sinin eşitlenmesinden, eleştirel mesafenin yitirilmesindendir. 

ROMANLARI

Nobel Ödülü kazanan en genç yazarlardan birisi olan Orhan Pamuk’un yazarlık kariyeri 1982’de “Cevdet Bey ve Oğulları”nın yayımlanmasıyla başladı. 1979 yılında Milliyet Roman yarışmasında birincilik ödülü kazanmasına rağmen ancak 1982’de kitaplaşan bu romanını klasik bir anlatım tarzıyla yazmıştı Pamuk. Bir ailenin Osmanlı’nın son yıllarından 1970’e kadar gelen ‘üç kuşaklık’ hikayesini anlatan “Cevdet Bey ve Oğulları”, okuyucunun fazla ilgisini çekmemekle birlikte dönemin eleştirmenleri tarafından beğenilmişti. Romanın düşük satış rakamları yıldırmadı Pamuk’u. İkinci romanı “SessizEv”de(1983) anlatım tekniğini değiştirmiş, bilinç akışı ve iç monologlara, psikolojik tasvirlere ağırlık vererek modernist bir biçimi denemişti.  1984 Madaralı Roman Armağanı’nı kazanan “Sesiz Ev”, Pamuk’un yabancı bir dile çevrilen ilk kitabı oldu. Yayımlanmasının hemen ardından 1991’de Fransa’da  Prix de la Découverte Européene Ödülü’nü aldı. Bu iki romanında kimlik sorunları göze çarpar. Üçüncü romanı “Beyaz Kale”(1985) ile postmodern dünyaya –biçimsel olarak- adım atan Pamuk, Doğu-Batı karşıtlığı ve kimlik sorununu çarpıcı bir hikayeye dönüştürecekti. Postmodern anlatımın imkanlarından yararlanan ama özneyi tarihselliği ve belleği ile ortaya koymasıyla modernist izlekleri sürdüren “Kara Kitap”(1990) ve “Yeni Hayat”(1994) Pamuk’u Türk edebiyatının zirvesini taşıdılar.

BENİM ADIM KIRMIZI (1998)

Artık herkesin haberi olmuştur. Orhan Pamuk’un son romanı çıktı. 1994 yılından beri kitap yayınlamamıştı yazar. Okuyucuların ona olan beklentisi yoğundu. Henüz piyasa çıkmadan, yazarın okuyucuya kitaptan pasajlar okuduğu ortamlara ilgi umulanın üzerindeydi. Pamuk ve İletişim yayınevi, yalnız edebi ortama değil, pazara da hitapeden bir biçimde cevapladılar bu beklentiyi. İlk baskısı elli bin adet olan “Benim Adım Kırmızı”nın, Türkiye’de gelmiş geçmiş en çok satan roman unvanını alacağından hiç kuşkum yok. Ayrıca, kaliteli bir ürünün ticari başarı gözetilerek sunulması ve gelir getirmesi, edebiyat/sanat sektörünün canlı bir pazar olması kötü birşey değil. Doğal olarak yazar da, iletişim ve medya dünyasının pazardaki etkilerini düşünerek, bu günlerde TV kanallarının, dergilerin ve gazetelerin kültür/sanat köşelerinde sık sık karşımıza çıkacak, kendi ağzıyla, romanında ne anlatmak istediğini ifade edecektir.

Buraya kadar işin reklam ve pazarlama kısmındaydık. Biraz da satın aldığımız metanın ne olduğuna bakalım. Yine bir tarihsel roman ver elimizde. Kişisel olarak, tarih ve roman arasındaki ilişkinin, tarihi, bir fona, ilgi çekici bir motife dönüştüren, tarihi kişilikleri yağmalayan kolaycı tarzını hiç sevmedim. Bu açıdan bakıldığında, Türk romanının konu ile ilişkisi, Avrupa’lı çağdaşlarından daha tutarlı ve seviyeli bir çizgide duruyor. “Benim Adım Kırmızı”, benzer bir biçimde, tarih ile ilişkisini yerli yerine oturtarak yazılmış. Orhan Pamuk, metnini tarih ile zenginleştirirken, geçmişi metalaştırmıyor. Bu geçmişin bildik olay ve karakterlerinden kopya çekmiyor. Öyküde olup bitenlerin, yazarın izini sürdüğü kavramların, sözü edilen tarihsel dönemle organik bağları var.

1591 yılındayız, resmi tarihin adlandırmasıyla Osmanlı devletinin “Duraklama Devrinde”. Sokollu’dan hemen sonraki, Viyana kuşatmasından az önceki yıllarda. Geleneksel Osmanlı sisteminin çöktüğü bu dönemde ekonomi iflas etmiş, tımar sistemi işlemez olmuş, Anadolu, Celali isyanlarından soluk alamaz hale gelmişti. Bu tarihsel arka plan önemsiz görünse de, aslında, nakkaşların düştükleri ekonomik sıkıntı nedeni ile kabul ettikleri iş ile ilişkisi açısından canlı bir unsur oluyor. Romanın, bir solukta özetlenmesi mümkün olmayan öyküsü işte bu fon üzerine kurulu. Ya da, herkesin kendi okumasına göre anlatacağı bir dolu paralel öyküsü var demek daha doğru olur. Kara, Şeküre, Hasan arasındaki aşk ve tutkuyu öne çıkaranlar olacağı gibi, Nakkaşlar arasındaki çekişme ve cinayeti ilk sıraya koyanlar da az olmıyacaktır. Veya, bunun sanatsal yaratım üzerine bir metin olduğunu söylemek mümkün. Bu sanatsal yaratımlar üzerinden kurulan Doğu/Batı kimliği sorunsalını da umutmamak gerekiyor. Reel politikten bakarsak, bir ilerici-gerici çatışması algılaması bile yapılabilir. Ama, roman bütün bunların aritmetik toplamı değil. O, çok daha fazlasını, yazarın, edebiyatın/yazının sınırlarını zorlamasını ifade ediyor. Orhan Pamuk, roman anlayışını bir roman olarak ifade ediyor aslında.

Her bölüm bir karakterin bilincinden, bakış açısından anlatılıyor. Bu karakterler arasında ölü, ağaç, köpek, para, şeytan, renk, yazarın kendisi, nakkaşlar, Şeküre ve Kara var. İnsanoğlu dışındaki canlı ve cansız varlıklardan derlenmiş karakterlerin, bir metin içinde dile getirilmesi daha çok masallarda, çocuk kitaplarında, fantazi türlerinde görülür. “Ciddi edebiyata” giren en önemli ölü karakteri ise, Orhan Pamuk’un tarzına yakın bir yazarın, Faulkner’in “Döşeğimde Ölürken” romanındaki ölüydü. “Benim Adım Kırmızı”daki ölü motifinden, yazarın, romanı zaten bir kurmaca, fantazi gerçeklik dışı bir etkinlik olarak ele aldığını anlıyoruz. Kitabın hemen başlarında “hiç köpek konuşur mu diyorsunuz. Ama öte yandan ölülerin konuştuğu, kahramanların bilmedikleri kelimeleri kullandığı bir hikayeye inanıyor gözüküyorsunuz” diyen Orhan Pamuk, okuyucusu ile yapacağı sözleşmenin şartlarını belirliyor. Artık, dil ve kavramlar özgürdür. Romanda kullanılan dilin ve kavramların, o tarihsel döneme uygun olup olmadığı önem taşımaz.

Post-edebiyat janrlarından metin metaforu yerini nakış sanatına bırakmış, ama metin içinde iç içe geçmiş metinler ve gizli kitap motifleri hala varlığını sürdürüyor. Öyle ki, bu metni Kara mı, yazar mı, yoksa meddahın anlatıları mı tamamlıyor belli değil. Yine aynı roman akımında, en çok da Borges metinlerinde sorgulanan, uslup tartışması, bu romanın temel sorunlarından bir tanesi. Borges Tron öyküsünde, “Trön dünyasında hiç bir yazar kitabına imza atmaz” der. Orhan Pamuk’ta da, usluplu olmak boş bir böbürlenme; “uslup ve imza merakı çirkinlik ve tamahkarlıktır”. Hiç bir usta nakkaşın eserine imza atmadığına, her eserin geçmişteki ustaların çizgilerine ulaşma amacıyla oluşturulmasına vurgu yapılıyor. Söyleşilerinden anlaşılacağı gibi Orhan Pamuk, romanını bu anlayışla yazdığını açıkça ifade etmiş. Uslup sorununun son 250-300 yılda sanat tarihi tarafından dayatılan bir mesele olduğunu söyleyen yazar, uslup sorununu, sanat ürünlerini ve sanatçıları kategorileştirme, satabilme gayretiyle oluşturulmuş geçici bir buluş olarak niteliyor. Metinlere göndermeler konusunda da açık sözlü. Kendisini, kitabi, başka metinlerle beslenenen, dahası kitaba tapınan birisi olarak sunuşu, tıpkı Borges’te olduğu gibi, metin alıntılarını ve metinlere göndermeleri meşrulaştırıyor.

Roman, Polisiye türden hoşlananlar için de güzel bir süpriz. Gerçi yeni tarihsel romanların çoğunluğunda esrarengiz bir kurguya rastlıyoruz, ama, Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanından bu yana, polisiyenin kurallarını bu denli iyi kullanan bir metin ile hiç karşılaşmamıştık. “Benim Adım Kırmızı” da, olaylarla değil, dil üzerinde sürdürülen bir katil avı var. Katil, metin içinden bizlere kendisini anlatıyor, okuyucunun düşünce tarzını alaya alıyor, nakış sanatı üzerine düşünceleri ile işlediği cinayetler arasında bağlantılar kuruyor. Olası dört aday var, padişahın gizli kitabını işleyen dört nakkaştan bir tanesinin suçlu olduğunu biliyoruz. Eğer, polisiyeleri, katili tahmin etmeyi onur sorunu sayarak okuyanlardansanız, her bir nakkaşın konuşmasını çok dikkatli okuyun, çünkü, onların anlattıkları içinde bir yerlerde serpiştiriliyor ipuçları. Klasik polisiyenin amatör detektifi, mantıklı bir cinayet nedeni bularak üç gün içinde olayı çözmek zorunda. Zamandaki zorunluluk, öykünün temposunu da arttırıyor. Ayrıca, eski İstanbul’un karanlık sokakları, terkedilmiş evler, surdipleri gibi mekanlarda geçen atmosferi ile, gerilim unsurlarını da sürekli canlı tutmuş yazar.

Orhan Pamuk, nakkaşlık üzerinden sanatın geneline, oradan edebiyata göndermeler yapıyor. Kendine dönen, kendisini tartışan bir roman okuyoruz. Bir manifesto gibi, kendi yazılış nedenini, uslubunu, kurallarını anlatıyor bize. Metinde, “nakışta asıl konunun güzel genç kızın deği nakkaşın tutkusu olduğunu” söyleyen usta, ya da  “ben ağacın temsili değil manası olmak istiyorum” diyen ağaç gibi, “Benim Adım Kırmızı” romanı da yazmanın anlamı olmaya soyunuyor. Pamuk, anlatısının sınırlarını zorlamış. Soyut kavramları, görüntüleri kelimelerle tasvir ederken, bir resmin her ayrıntısı, onun cümleleri ile canlanıyor beynimizde. Böylelikle, bir alandan diğerine, resimden yazıya, yazıdan okuyucunun algısına, temsile geçiyoruz. Görme ve bilme üzerindeki görüşlerle, Berger’in “Görme Biçimleri” kitabındaki;  resim, sunum, algı, gören, gösterilen üzerine yaptığı anlatılar arasında benzerlikler çok açık. Nesne, kavram ve temsili üzerine kurulu metafor, romanın sonunda Orhan Pamuk’un, Ranlı şair Sarı Nazım diye tanıttığı Nazım Hikmet’in, “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin” diye başlayan şiirine yaptığı gönderme ile daha iyi ortaya çıkıyor.

Yazarın da söylediği gibi, bu roman en çok kendisine ait. Kendisinden bir şeyler anlatırken kendisi ile dalga geçen ince bir mizah anlayışı var Orhan Pamuk’un. Mesela, para için yapılan sanatın bir yandan aşağılanması, öte yandan nakkaşın, en çok kazanan olduğu için en usta kendisinin olduğunu düşünmesi, aklımıza hemen, ilk paragrafta ele aldığım, romanın ticari sunuluşunu, Pamuk’un aldığı rekor telif ücretini getiriyor. Roman sonunda, kendisini, annesinin ağzından “Şevket’i kötü, beni olduğumdan güzel ve edepsiz anlatmışsa, sakın inanmayın ona, hikayesi güzel olsun diye kıvırmıyacağı yalan yoktur” diye tarif eden yazar, yazmanın ve yazma keyfinin kişiselliğinin altını iyice belirginleştiriver. Elbette, yazarının keyif aldığı her metin, okuyucuda benzer bir biçimde sonlanmaz. Ama, erotizmin, eşcinselliğin, cinayetin, yaratma tutkusunun, zamanın, paranın, doğu-batı karşıtlığının yerli yerinde kullanıldığı bu roman, okuyucuya da aynı keyfi vermekte hiç sıkıntıya düşmemiş.

“Yüksek edebiyat” söz konusu olduğu zaman, nedense popülerleşme ve satış rakamlarına pek iyi gözle bakmıyoruz. Ama, bana göre, çok satmalı bu roman. Çünkü yalnızca Orhan Pamuk külliyatı içerisinde değil, post-modern edebiyat genelinde ayrıcalıklı bir yere oturacak denli başarılı. Aslında “başarılı” sözcüğü de çok uygun değil; çok keyifli, sürükleyici, her ayrıntısı incelikle tasarlanmış, dili bir nakkaş tarafından örülmüşçesine zarif bir roman “Benim Adım Kırmızı”. Şimdi Orhan Pamuk’un, iki yıl sonra tamamlıyacağına söz verdiği yeni kitabını merakla beklemeye başlayabiliriz….

KAR (2001)

Türk diliyle yazılan romanın günümüzde en tanınan ve en çok satan ismi Orhan Pamuk, -1990 yılında başlattığı gelenekle- dört yıllık bir aradan sonra edebiyat dünyasının heyecanla beklediği yeni kitabını yayınladı. 100 binlik ilk baskıyla satışa sunulan “Kar”, hikayenin merkezine oturan siyasi meselelerle önümüzdeki günlerde siyasi alanın bütün kesimlerinden alacağı tepkilerle gündemi belirlemeye aday…

Orhan Pamuk’un yazarlık kariyerinin dünya edebiyatının belli başlı türleri ve akımları ile bir hesaplaşma arzusuyla ilerlediğini söylenebilir. Bu türler arasında siyasi roman eksikti sadece. İşte “Kar” bu eksikliği gideriyor; belki şaşırtıcı olabilir, ama “Kar” bir siyasi roman..!

Düşünce suçundan dolayı oniki yıldır Almanya’da sürgün olan şair Ka, Türkiye’ye döner dönmez -islamcılar, kürt guruplar ve devlet partileri arasında sıcak bir kavgaya aday olan belediye seçimlerini izlemek ve genç kızların intihar nedenlerini araştırmak amacıyla- bir dizi röportaj için Kars şehrine gelir. Aslında bir aşkın ardına düşmüştür o; aşkının nesnesi olabilecek kadının –İpek’in- Kars’ta yaşadığını öğrendiği için kabul eder gazetenin teklifini. Ancak Kars’a geldiğinde bambaşka duygu ve düşüncelere dalacaktır. O, ağır ağır ve hiç durmadan yağan karın altında sokak sokak, dükkan dükkan bu hüzünlü ve güzel şehri ve insanlarını tanımaya çalışırken, islami kesimin efsaneleşen ismi Lacivert’in de kentte olduğu dedikoduları ve türbanlı kızları okula almayan eğitim enistitüsü müdürüne düzenlenen suikastle birlikte Kars’taki gergin hava iyice tırmanır.

Yolları kapatan kar nedeniyle dış dünyadan kopan Kars’ta, gezginci tiyatrocu Sunay Zaim, arkasına bir kaç ordu görevlisini de katarak kolay bir darbe yapar. Darbe bir tiyatro gösterisi sırasında –provakatif yöntemler sonuna kadar kullanılarak- gerçekleşir.  Bütün bu kıyamet içerisinde –her nedense olayların içinde aktif rol oynayan- Ka ise mutluluğun peşindedir. Ne var ki, Ka’nın sevgilisi İpek, Ka’nın yine solculuk günlerinden arkadaşı olup zamanla –kişisel anlamda- kurtuluşu siyasal islamda bulan Muhtar’ın eski karısı, türbanlı kızların önderi Kadife’nin ablası ve Ka’nın kaldığı otelin sahibi –otelden dışarı adım atmayarak dış dünyayı sadece pasif biçimde izleyen- eski tüfek Turgut Bey’in kızıdır. Ve hepsinden önemlisi, mutluluğu yakalamak için, Ka önemli bir sırrı çözmek zorundadır; üstelik karın dinmesine az bir zaman kala…

Bir simülasyon denemesi

“Bir kasabada, Türkiye’nin küçük bir modelini yaratmak; Türkiye’nin tarihinde olan şeyleri bir tiyatro havasıyla yeniden canlandırmak, biraz Çehov’un yaptığı taşra hüzünlerine girmek istiyor ve bunun için uygun bir şehir arıyordum” diyor kendisi ile yapılan bir söyleşide Orhan Pamuk. Gerçekten de, roman biçimsel olarak Kars’ta geçiyor, ama Kars bir model; Türkiye’nin bir simülasyonu sanki. Aydınlar, Kemalistler, sağdan ve soldan radikal siyasi guruplar, Kürtler, şeyh efendiler ve devletin gizli, açık her türden görevlileri, tarihsel kimlikleri ile birlikte bir araya getirilmiş. Ne var ki Kars’ın mekansal özelliklerini, doğasını, mimarisini, insanlarını “şey”leştirmemiş Pamuk; bütün bunları “Kar” romanın en güçlü anlatım öğeleri olarak kullanmış. Zaten romana edebi bir tad veren de görselliğindeki zenginlik.

“Kar, kitabı çepeçevre kuşatan, kahramanları birbirine bağlayan, onları aynı dünya içerisinde tutan, kitabun şiirselliğini sağladığı gibi kahramanın yazdığı şiir kitabını besleyen de o, yani kitabın ana kraliçesi kar.” Üstelik eğer iz sürmeyi seviyorsanız, bir kar tanesi üzerine yerleştirdiği şiirler aracığı ile Ka’nın duygu ve düşüncelerine daha kolay ulaşabilirsiniz. Bu karlı atmosfer içerisinde yalnızlık ve yabancılık duygularıyla dolaşan Batı zihniyetli –solcu- şairin, Rus romanlarında okuduğumuz aristokrat aydınları hatırlattığını söyleyerek, Pamuk’un amacına ulaştığını eklemeliyim. Bir başka gönderme de Kafka’ya yapılmış sanki. Onun –Türkçe’de yanlış ve yaygın bir kullanımla “Ka” olarak telaffuz edilen- “K”sını, bu kaotik ve irrasyonel kent atmosferinde yabancılaşmış ve şaşkın biçimde dolaşan kahramanına “Ka” adını vererek yeniden canlandırmış. Doğrusu “Şato” ya da “Dava” ile yalnızlık, yolunu şaşırmışlık, arayış, saçma yaşamın doğallığı gibi temasal benzerlikler azımsanacak gibi değil “Kar”da. Ancak bütün bu göndermelerdeki özgünlüğü de vurgulamak gerekiyor.

Murat Belge’nin belirttiği gibi Orhan Pamuk, Türkiye’de anlatı türüne “mimari” bir biçim katmıştır. Romanları, işlevsel olarak birbirine karşılıklı bağımlı ögelerden titizlikle inşa edilmiş binaları andırır. Bu ögeler birbirlerini destekler ve yansıtır, kusur-suz bir düzenleme içinde birbirlerini açıklar ve yorumlarlar. Sarkan hiçbir şey yoktur, gelişigüzel ya da yapısal bir işlevi olmaksızın bütüne yerleştirilmiş herhangi bir taş, tuğla bulunmaz. Kitabın bütünsel planı da içindeki oluşturucu ögelerin bir açıklamasıdır. İşte “Kar”da da bu biçimsel estetiği koruyor ve hatta bir adım öteye taşıyor Pamuk. Siyasi gurupların mevzilenişi, insan kaderlerindeki kesişmeler, kendisinin ortaya çıktığı ve Ka’nın izini sürerek Almanya’ya ve Kars’a yaptığı yolculuklar, bir tür yer değiştirme, hep aynı mimari planın parçaları… Yazarın Orhan Pamuk olarak adını gizlemediği ve hikayenin akışı içerisinde ortaya çıkıp olup bitenler ve hikayenin daha sonraki gelişmeleri hakkında bilgiler verdiği anlatım tarzı da -her zamanki- gibi hiçbir yerde aksamıyor.

Romanın bir başka önemli göndermesinin Cevat Fehmi Başkurt’un “Buzlar Çözülmeden” adlı tiyatro oyununa yapıldığını söylemek mümkün. “Kar”ın içinde de(shfi190) bir kez adı anılan bu oyununda Başkurt, yine karlarla kaplı bir Anadolu kasabasında –yolların kapanması ile- yönetime el koyan delilerin, kasabanın zalimlerinin hakkından nasıl geldiğini anlatırken, o yılların “kurtarıcı aydın” ideolojisini sergilemişti. Orhan Pamuk da doğa koşulları nedeniyle dış dünya ile bağları kopan bir kentteki darbeyi anlatıyor, ama o Batılı liberal bir yazar olarak darbeci bir kurtuluştan yana değil; aslında siyasi alanın hiçbir renginden memnun da değil, kendi ifadesiyle “Kar”, “bambaşka bir siyasi roman olma iddiası taşıyor. En önemli özelliği de hiçbir biçimde bir görüşün temsilciliğini yapmaması.”

Siyasi meselelere gelince…

Doğrusu bir yazarın hiçbir görüşün temsilciliğini yapmayan ve meseleleri “tanrısal” bir konumdan yansıtan bir metin yazılabileceğini iddia etmesi şaşırttı beni. Bu yazı özelinde ideoloji bahsini tartışmak yersiz olacağından, temsiliyet meselesine kısa bir değerlendirme yapmakla yetineyim: “Kar”daki siyasi ve toplumsal tesbitler, 80 sonrası kültürel ikliminde serpilip gelişen, “yükselen kendi hayat standartlarının garantiye alınmasını Türkiye’deki ekonomik düzelmenin ve demokrasinin tek ölçütü olarak gören”, ideolojilerin sonunun geldiğine sevinerek -steril bir toplum hayaliyle- aynı coğrafyayı paylaştığı yoksul ya da belli değerleri hala savunan insanlara oryantalist bir mercekten bakan, ancak Batıyı biricik model alan bu düşünsel koordinatların –her nasılsa- siyasal ve ideolojik değil, ama akılcı, gerçekçi ve evrensel olduğuna inanan “Beyaz Türkler”in dünya görüşleriyle birebir uyumlu. Merkezine insanları ve kimlikleri koyarak siyasi alana ilişkin hayli iddialı bir genel değerlendirmeye soyunan “Kar”, ne yazık ki bilgi eksikliğinin ve bakış açısındaki Batı merkezciliğin bütün zaaflarını taşıyor.

Uzak tarihi geçmişe Kars mimarisi ile –evlerin Rus, Ermeni, Rum geçmişlerine ve bu evlerde daha önce yaşayan söz konu kültürel kimlikli insanlara dair bilgileri ekleyerek- dikkat çekecek bir sıklıkta değinen ve çok kültürlülüğe bir göz kırpan Pamuk, Cumhuriyet tarihini de olaylar ve kişiler üzerinden katmış metnine. Yakın bir dönemde geçmesine rağmen bu dönemin siyasi meselelerinin tarihsel köklerine de inmeyi hedeflemiş. Mesela, bugünkü türban sorunun arkasındaki tarihsel geri planı ve Cumhuriyet’in ideolojisini sergilemesi açısından 1930’larda gözyaşları arasında sahnelenen “Vatan Yahut Çarşaf” oyunu ile onun kavgalara neden olan  bugünkü versiyonu “Vatan Yahut Turban”ı simgesel bir karşılaştırma için kullanmış. 

Soldan ve sağdan –Orhan Pamuk gibi- Nişantaşı’lı olduğu gerekçesiyle “burjuva çocuğu” eleştirisi alan Ka, bazı zaaflarına rağmen romanın en olumlu, en duyarlı, en masum kişisi olarak resmedilirken, aynı zamanda 1980 sonrası Türk romanında anonimleşen “mutsuz” insan tipininin de bir tekrarı, açıkçası bir stereotip..! Son yirmi yıldır edebi metinlerde boy gösteren neredeyse bütün kişi ve karakterler –orta sınıf aydın tipleri- engellenmiş, bastırılmış, çevresindeki toplumdan bunalmış bireyler halinde öne çıkıyor ve yoksulları edebiyatın ilgi alanı dışına itiyorlar. “Ka için yoksulluk, avukat baba, ev kadını anne, şeker kızkardeş, sadık hizmetçi, mobilyalar, radyo ve perdelerin oluşturduğu Nşantaşı’ndaki kendi orta sınıf hayatının ve “ev”in sınırlarının bitip dışarıdaki dünyanın başladığı yerdi…. Kars yolculuğun, çocukluğunda bıraktığı sınırlı bir orta sınıf yoksulluğuyla karşılaşmak için çıktığı bile söylenebilir” cümleleri ile Orhan Pamuk’un mekan olarak Doğuyu seçtiği bu romanında yoksulluk meselesini derinleştireceğini düşünmüş ve heyecanlanmıştım, ama “Kar”da da yoksullar çarçabuk buharlaşıyor, ekonomik sorunlar klişeleşiyor ve siyasi alan metnin üzerine bütün ağırlığı ile çöküveriyor. Pamuk da siyasi romanı siyasi söze ve sloganlara indirgemiş. Oysa Doğudaki yoksulluğun basit bir anlatısı bile “Kar”dan daha keskin ve derin bir siyasi eleştiri taşıyabilirdi.

Romanda türbanlı kızlar, radikal islamcılar ve solcular hakkında yapılan değerlendirmeler üzerine söylenebilecek çok şey var.  Roman, radikal islamı ve türban meselesini tarihselliği içerisinde yansıtmak fikriyatından yola çıkmış gibi görünmekle birlikte, Pamuk en çok Marksist solu eleştiriyor, daha doğrusu bir eleştiri yok; kesinleşmiş hükümler var. Bir kere, darbenin liderinden darbecinin tetikçi ve işkencesisine, Refah partinin ezik başkan adayından radikal islam savaşçısı Lacivert’e kadar herkese –hiç gerekmediği halde- bir devrimci geçmiş yakıştırılmış. Özellikle darbeciler üzerinden yapılan sola ilişkin değerlendirmeler kaba ve sığ. Ama en çiğ bölüm, Ka ile Muhtar’ın Almanya’daki solcuları “yad” edişlerinde ortaya çıkıyor; şeriatçı Hayrullah Efendi’nin cemaatine katılan Mahmut, bir zamanlar sol için girdiği kavgalardaki hırsla, şimdi Almanya’da hangi camiye hangi cemaat hakim olacak kavgalarına karışmış… Kilise vakfının sağladığı yardımlarla yaşayan bir Süleyman sıkıntıdan Türkiye’ye dönüp hapse girmiş… Hikmet, şöförlük yaparken esrarengiz bir şekilde öldürülmüş… Fadıl, Nazi subayından dul kalmış bir kadınla evlenip pansiyon işletiyormuş… Teorik Tarık, Hamburg’taki Türk mafyası ile çalışıp zengin olmuş… Sadık, bir kaçak işçi çetesinin elebaşısıymış… Ruhi, bir pastırmalı pizza çeşidinin reklam deneğiymiş… Almanya’daki siyasal sürgünlerin en mutlusu Ferhat ise PKK’ye katılmış, milliyetçi bir heyecanla Türk Hava Yollarına saldırıyor, Türk konsolosluklarına molotof kokteyli atıyor ve bir gün yazacağı şiirleri hayal ederek Kürtçe öğreniyormuş. “Muhtar’ın tuhaf bir merakla sorduğu başka bazı isimleri ise Ka ya çoktan unutmuştu, ya da küçük çeteler katılan, gizli servisler için çalışan, karanlık işlere giren pek çokları gibi yok olduklarını, kaybolduklarını, büyük bir ihtimalle sessizce öldürülüp bir kanala atıldıklarını işitmişti”.(sf 62)

Sol değerlendirmeleri 80’lerden bu yana duymaya alıştığımız basit kriminal içerikli söylemlerden öteye gitmez ve solcu tipleri karikatürleşirken, Orhan Pamuk, türbanlı kızların iç dünyalarına ilişkin tasavvurlar üretmekten de imtina etmemiş. Mesela, örtülü kızları ikna etmesi için Ankara’dan gönderilen “dudakları, saçları boyalı, başı açık, moda dergilerindeki gibi çok şık, aslında çok da sade” kadın türbanlı kızları etkileyebiliyor. “Soruları bazılarımızı ağlatmasına rağmen aslında onu sevmiştik de… Kars’ın pisliği, çamuru ona bulaşmamıştır inşallah diye düşünenlerimiz vardı” diyor bu türbanlı kızlardan birtanesi ve şöyle sürdürüyor konuşmasını; “ne zaman başımı açıp saçlarımı ortaya döküp insanlar arasında gezineceğimi hayal etmeye çalışsam, kendimi bir iknacı kadın olarak görüyorum. Ben de onun gibi şık olmuşum, ince topuklu ayakkabılar, onunkilerden açık elbiseler giyiyorum. Erkekler bana ilgi gösteriyor. Bu hem hoşuma gidiyor, hem utanıyorum.”(sf 124) Yazar onların böyle düşünebileceğini söylemiyor, bizzat onların ağzından aktarıyor “çağdaş” giyime ve erkek bakışlarına duydukları ”özlemi”. Buradaki içten konuşma yöntemi, tarafsızlık iddiasındaki bir romana yakışmadığı gibi, -beğenelim ya da beğenmeyelim- birtakım değerlere bağlanan ve inançları için bedel ödemeyi göze alan insanlara karşı hakkaniyetli de olmuyor doğrusu.

Yazarın fon olarak uzak tarihi seçtiği ama yine bugünün meselelerini tartıştığı metinlerindeki tadı, yakın tarihi tartışmaya açtığı “Kar” da bulamıyoruz. Çünkü kendi geçmişimizin de bağlandığı bir tarihi hatırlamak; kendimiz, bir yakınımız ya da tanıdığımız, sevdiğimiz veya hiç hoşlanmadığımız insanlarla, yani bildik hayatlarla yüzleşmek anlamına gelir. Hafızalarımızda canlılıklarını koruyan böyle yakın tarihsel dönemlere ilişkin bahisler açıldığında, eleştiri yalnızca edebi/estetik alanla sınırlı kalmaz, metnin içinde yeralan olaylar, insanlar ve siyasi ilişkiler de tartışmaya/beğeniye/yargıya konu edilir. Zaman zaman seslerin yükselmesi, işte bu bildikliklerden, yaşanmışlıklardan ve yan tutmalardandır. Çünkü tarihsel romanın, ele aldığı tarihsel dönemle birlikte dış dünyadan gelen bir modeli, böyle temel bir dış gerçekliği; bu dış gerçekliği okuma eylemi içinde hep karşımızda tutma gibi bir özelliği vardır. Bu dış gerçekliği sezinlememek, ne kadar boş ve belirsiz biçimde olursa olsun, gerçek bir nesne tasarlamamak mümkün değildir; siyasi/tarihsel romanı okurken kurduğumuz yapı, karşılaştırmayı içerir, varlıkla ilgili bir tür yargıyı içerir.

Pamuk, Bahtinci bir anlayışla yazılan ve “herkesin sesinin sonuna kadar çıktığı bir roman” olarak niteliyor “Kar”ı, ne var ki bu sesleri dolaysızca aktarmak için duymuş olmak da gerekmez mi? Onun kulağına gelen sesler değil, söylentiler ve dedikodular olmuş, boşlukları ise hayalleri doldurmuş… Karslı müslüman gence “Kimse uzaktan bizi anlayamaz… Kendilerini akıllı, üstün ve insancıl görmek için bizim gülünç ve sevimli olduğumuza, bu halimizle bize sevgi duyabildiklerine inanmak isteyeceklerdir” dedirterek, son sayfada üstü kapalı da olsa bir açık kapı bırakıyor Orhan Pamuk, ancak bütün bu yazıya dökülenlerden sonra hiç de ikna edici olmuyor. “Kar”, bu sevdiğimiz yazarın kariyerinde bir aşama değil, bir iş kazası ne yazık ki…

MASUMİYET MÜZESİ (2008)

Beklenen roman okuyucuyla buluştu. 2001 yılında yayımlanan “Kar”dan bu yana yeni bir roman yayımlamayan Orhan Pamuk, uzun bir süredir üzerinde çalıştığı “Masumiyet Müzesi”ni geçtiğimiz günlerde tamamladı. Nobel ödülünü kazanmasının ardından yayımlanması bu romanla ilgili beklentileri daha da yükseltmişti. Ve söz konusu beklenti romanı/yazarı manşetlere elbette taşıyacaktı.

Geçtiğimiz hafta “Masumiye Müzesi”ne odaklanan medyadan yansıyan haberleri okumuşsunuzdur. Öyleyse, yüzbinlik ilk baskıyla dağıtılan kitabın yakında ikinci baskıya gireceğini, romanda anlatılan hayatı canlandıran bir müzenin hazırlandığını, romanın 592 sayfa, 3071 paragraf, 140366 kelimeden ve 150’den fazla karakterden oluştuğunu, hikayenin Yeşilçam melodramlarının kalıplarını kullanan bir aşkı anlattığını ve hatta hikayenin ana akışını biliyorsunuz. Çeviri haklarının otuzun üzerinde dilde yayımlanmak üzere satıldığını, ilk çevirinin bu ay içinde Almanya’da yine yüzbinlik ilk baskıyla yayımlanacağını da duymuşsunuzdur. “Kara Kitap”ın kahramanı Celal Salik’in, “Kar” romanının kahramanı Ka’nın, “Cevdet Bey ve Oğullar” romanınının merkezindeki Cevdet bey ailesinin, “İstanbul Hatıralar ve Şehir”den tanıdığımız Pamuk ailesinin ve hatta bizzat Orhan Pamuk’un kendisinin de roman kişileri arasında yer aldığına dikkatiniz mutlaka çekilmiştir.

Yazar ve okuyucuyu bütünleştiren bu ayinin maddi ve manevi anlamda getirdiği hareketlilik, edebiyat ve kitap alemini yaz mevsimin durgunluğundan bir anda çıkardı. Sevindirici. Gelgelelim, üzerinde bu kadar konuşulan bir roman hakkında eleştiri yazmayı güçleştiriyor; hele ki, kısa bir zamana ve az sayfaya sığdırmak zorunluluğu varsa. Yine de deneyelim…

Kader Ağlarını Örer

Ağırlıklı olarak 1975 ile 85 arasında geçen ama 85’ten 2005’e kadar süren bir hikaye anlatılmış “Masumiyet Müzesi”nde. Yani 30 yıllık süreyi kapsayan bir aşk hikayesi bu.  Tipik bir Yeşilçam kalıbı kullanmış Pamuk. Esas oğlan Kemal, Nişantaşılı, tekstil zengini Basmacı ailesine mensup, 30 yaşında, tahsilli, yakışıklı bir adam. Esas kız Füsun ise çok genç, çok güzel, ama yoksul. Kemal’in uzaktan akrabası. Aslında pek akrabası sayılmaz; Kemal’in annesinin ifadesiyle hısım oluyorlar. Füsun üniversiteye giriş imtihanını kazanamamış, biraz vakit geçirmek, biraz da para kazanmak için, Nişantaşı’nda bir butikte çalışıyor.

Kemal, Sibel isimli, kendi gibi iyi aileden, zengin bir kızla  nişanlanmak üzere.  Kız Fransa’da tahsil görmüş, nisbeten modern fikirli. Yani, eğer evlilik kesinse evlilik öncesi ilişkiye karşı değil. O ilişki de kuruluvermiş müstakbel çift arasında. Kısacası Kemal ve Sibel için mutlu bir hayatın kapıları aralanmış gibi. Ne var ki, “kader ağlarını örmüştür”. Kemal, Sibel’e hediye almak için girdiği butikte Füsun’la karşılaşacak ve romanın asıl hikayesi başlayacaktır. Kemal ve Füsün arasında cinsellikle şiddetlenen yakıcı aşk, bu aşkın etrafındaki herkesin hayatını derinden sarsmak üzeredir…

Füsun’u sevmesine rağmen Sibel’le görkemli bir törenle nişanlanır Kemal. Kalbi kırılan Füsun Kemal’le ikişkisini kesmiş, izini kaybettirmiştir. Ayrılık acısına dayanamayan Kemal, Sibel’le ilişkisini sürdüremez. Nişan bozulur. Sevinçlidir Kemal, Füsun’u bulup mutlu bir yuva kurmanın hayallerini kurmaktadır. Ama dedik ya, “kader ağlarını örmüştür” bir kere… Kemal Füsun’u bulduğunda şaşkınlığa uğrayacaktır. Bu kısa zaman aralığında, film işlerinde çalışan sinema aşığı bir gençle evlenmiştir genç kız. Kocasına aşık olmamakla birlikte gururu ve onuru boşanıp Kemal’in kollarına atılmasına engeldir. Tuhaf bir hayat başlar Füsun’ların evinde. Kemal, bir aile dostu gibi, neredeyse her akşam Çukurcuma’daki evde, Füsun’un anne ve babasının da dahil olduğu aile ortamının konuğu olacak, küçük mutluluklarla yetinecektir. Dile kolay, ayrılmalarından sonraki tam sekiz seneyi Kemal abi sıfatıyla geçirecek, her şeyin yoluna girdiğini sandığı bir anda, yolları bir kez daha o meşum ağlara dolanacaktır… .

Aşk Romanı mı?

Sadece iki aylık bir yakınlaşma anının hayaliyle, başka bir kadına bakmaksızın tam sekiz yıl geçiren bir roman kahramanını anlamakta genç kuşaklar zorlanabilirler. Duygusal eğitimlerini Yeşilçam sinemasının ve ona ilham veren popüler aşk romanlarının anlattığı hikayelerle tamamlayan kuşaklar için böyle bir derviş sabrı hiç yadırgatıcı değil. Mesela savaş ve göç nedeniyle zorunlu olarak ayrılan iki sevgilinin özlemlerini gidermek için bir çay bahçesinde senede bir gün de olsa buluşarak taşıdıkları aşkı hikaye eden “Senede Bir Gün Geliyor” aklıma. Geçen haftaki yazımda edebiyatın öğretilen bir şey olduğunu söylemiştim. Aşk da öyledir. Ritüellerle, şarkılarla, filmlerle, romanlarla öğrenilir. Genel geçer tek bir tarifi yoktur. Tarihe, topluma, o toplumun sınıf ve katmanlarına, kültüre göre değişir. İnsanlar aşklarını kendileri yaşarlar, ne var ki toplumsal ve tarihsel süreçlerce belirlenmiş bir biçimde yaşarlar.

Söylemek istediğim -siyasal, külütürel ve ideolojik belirlenmişliği nedeniyle- aşkın bir yalan olduğu değil. Aşkın anlatılarla yayıldığını, beslendiğini ve belirlendiğini düşünüyorum. İnsanlar kendi aşklarını bile –hislerine tercüman olan- anlatılarla anlarlar. Kimisinin aşkını arabeskler anlatır kimisininkini bir şairin dizeleri. Hangi aşkın daha derin, daha yüce ya da daha şiddetli olduğunu tartışamayız, ama aşkınızın anlatıcısını ve anlatısını seçtiğinizde bir kültürel kimliğe yerleşmeniz kaçınılmazdır.

Pamuk’un anlattığı aşk Cumhuriyet Türkiyesi’nin modern muhafazakar karakterinden kaynaklanan bir aşk türü. 20.yüsyılın başlarında Batıyla-Doğa arasında melezlenerek hayat bulmuş, çoğaltıla çoğaltıla, nesilden nesile aktarıla aktarıla benimsenmiş, yüceltilmiş, cinselliği neredeyse dışarıda bırakıp sadakati öne çıkarmış bu aşk türü de –şimdi biraz tuhaf görünmekle birlikte- aşkın ta kendisidir. Başka bir coğrafyada gözlemleyeceğimiz aşk türlerinden ne daha az ne daha çok gerçektir/kutsaldır/duygusaldır.  Ve her aşk türü gibi onu üreten toplumsal tarihle içiçe geçmiştir. İşte bu içiçe geçmişlik sayesindedir ki, Orhan Pamuk “Masumiyet Müzesi” romanında bir aşkı anlatırken bireylerden toplumsala sıçrayarak 70’li yılların Türkiye’sine temas etmekte hiç zorlanmıyor. Aşk ve cinsel özgürlüklerle birlikte her türlü hak ve özgürlük talebinin baskılandığı, modernliğin biçimsel olarak alımlandığı, teknoloji ürünü eşyaların hayret ve hayranlık uyandırdığı, sosyetenin komikleştiği, yoksulluğun bugünkü kadar dehşet uyandırmadığı, henüz çocuksu çağlarını süren bir Türkiye’deyiz. 

Pamuk’un bütün romanlarında değindiği Batılılaşmak meselesi, aşkın ve cinselliğin yaşanma tarzıyla, “Masumiyet Müzesi”nde de çıkıyor karşımıza. Ama asıl öne çıkan tarih ve bellek. Orhan Pamuk, “toplumun saklı hafızasında hayal gücü sayesinde yaptığı yolculuklarda edindiği tanıklığı toplumun şimdisine sunmayı, böylece bu toplumu geçmişiyle ‘konuşma’ya, diyaloğa sokmaya çalışan, bu yolla toplumu unuttuğu, kapattığı anılarını yeniden düşünmeye zorlayan bir yazar. Zamanın ve belleğin izini sürüyor. Şimdi gerilerde kalmış bir aşkı, o aşkı sarmalayan eşyalarla, evlerle, sokaklarla, vapur düdükleriyle, siyasi olaylarla, sinemayla, müzikle yeniden canlandırıken toplumsal hafızanın üstünü açmaya ve bilinç altının, dolayısıyla saklı geçmişin tanıklığını yapmaya soyunuyor. Öyle ki, roman kahramanın aşkını ebedileştirmek için bir müze kurma fikri ve müzede sergilenecek eşyaların toplanma süreci hikayenin en temel noktası. Böylelikle belleğin dinamikleriye, sakladıkları ve biriktirdikleriyle, nasıl biriktirip nasıl eksilttiğiyle yüzleşiyoruz.

En çok eşyalar taşıyor geçmişin yükünü. Füsun’la mutlu zamanlarının çok gerilerde kaldığında, o anların hatıralarını, renklerini, dokunma ve görme zevklerini kendisine o mutluluğu yaşatan Füsun’dan çok daha sadakatle saklayan eşyalara bağlanıyor Kemal; 

“Merhamet Apartmanı’nda biriktirdiğim eşyaları elime alma_dan, yalnızca onları bir kere görmekle bile Füsun ile geçmişimi_zi, akşamlan sofrada oturuşumuzu artık hatırlayabiliyordum. Eşyalarla, porselen bir tuzluk ya da köpek biçiminde bir terzi mezurası ya da korkutucu bir konserve açacağı ya da Füsunla_rın mutfağından hiç eksik olmayan Batanay marka ayçiçek yağı şişesi ile birleştirdiğim tek tek anlar, yıllar geçtikçe hafızamda sanki geniş bir zamana yayılıyordu. Merhamet Apartmanı’nda biriken eşyatara, tıpkı izmaritler gibi baktıkça Füsunların evin_de sofrada otururken yaptıklarımızı tek tek hatırlardım.”

Roman kahramanı Kemal’in müze kurmaktaki maksadı, topladığı eşyaları, kap ka_çağı, incik boncuk ile elbiseleri ve resimleri sergileyerek, yaşa_dığı yıllara bir anlam verebilmek, zamanı mekana dönüştürmek. Onun müzesiyle yapmak istediğini gerçekleştirense yazar Orhan Pamuk olmuş; her biri 70’ler Türkiye’sinin atmosferini simgeleyen kişi, eşya, olay ve duygulardan derlediği “Masumiyet Müzesi” romanıyla bir tür müze bekçiliği yapıyor sanki. Kahramanın belleğinde dolanan anılar salt bireysel bir tarihi yansıtmıyorlar. Hatıralar, eşyalar ona aitse bile, Kemal’in belleği bireysel bir bellek değil. O anıları toplum içinde edinmiş, onları toplum içinde hatırlamış, ve konumlandırmıştır Kemal. Onun belleği diliyle, edebi metinlerle, İstanbul’un semtleri, sokakları ve evleriyle, eşyalarıyla bu toplumun imgelemini kuruyor.

Romanın başlarında 70’lerin yüksek sosyetesi öne çıkmakla birlikte, melodram kalıbı dediğimiz zengin delikanlıyla yoksul kız arasındaki aşk, Pamuk’a İstanbul’un her kesimine açılma imkanı sağlamış. Elbette imkanı kendisi yaratıyor Pamuk.

Kayıp Zamanın İzinde

Tam bu noktada Orhan Pamuk romanlarındaki kusursuz kurgudan söz açabiliriz. 590 sayfalık romanın her parçasını birbirine bağlayan bu kurgu sayesinde, taklit ettiği melodramların saçmaya varan rastlantısallıkları, onun hikayesinde nedenselliğe dönüşebiliyor. Kişiler, eşyalar, isimler, hemen her şey o bütünlüğün bir parçası. Mesela Merhamet Apartmanı ismini açıklarken romanın temel meselelerinden pek çok şeye değinivermiş;

 “1934’te Atatürk’ün bütün Türk milletine soyadı almasını şart koşmasından sonra, İstanbul’da yeni yapılan pek çok binaya ai_le adları verilmeye başlanmıştı. O zamanlar İstanbul’da sokak adları ve numaraları tutarlı olmadığı ve tıpkı Osmanlı döne_minde olduğu gibi, büyük ve zengin aileler, içinde hep birlikte oturdukları büyük konaklarla, binalarla özdeşleştirildikleri için hu yerindeydi. (Hikâyemde sözünü edeceğim pek çok zengin ailenin kendi adını taşıyan bir apartmanı vardır.) Aynı yılların bir başka eğilimi, binalara yüce ilkelerin, değerlerin adlarını vermekti; ama annem yaptırdıkları apartmana “Hürriyet”, “İna_yet”, “Fazilet” gibi adlar verenlerin, aslında bütün hayatlarını bu değerleri çiğneyerek geçirmiş kişiler arasından çıktığını söy_lerdi. Merhamet Apartmanı’nı, Birinci Dünya Savaşı sırasında şeker ticareti yapan karaborsacı yaşlı bir zengin, vicdan azabıyla yaptırmaya başlamıştı. Adamın apartmanını vakfedip gelirini lakirlere dağıtacağını anlayan iki oğlu (birinin kızı ilkokulda sı_nıf arkadaşımdı), babalarının bunadığını doktor raporuyla ka_nıtlayıp onu düşkünler evine atmışlar, binaya el koymuşlar, ama çocukluğumda benim tuhaf bulduğum adını değiştirme_mişlerdi.”

Popüler aşk romanlarında ya da Yeşilçam melodramlarındaki yatay hikayelemeciliğin yerini “Merhamet Müzesi”nde Orhan Pamuk’un dikey üslubu alıyor. Sadece cümle yapılarından, titizlikle seçilmiş sözcüklerden, süslü sözlerden söz etmiyorum. “Çok önemli, duygusal içeriği yoğun bir konuyu aşırı yalın, serinkanlı, duygusuz bir dille anlatmak da bir uslup tavrıdır.” Kemal’in bugünden geriye, yani anlatıcılıktan olayları bizzat yaşamış kişiye gidip gelen sesi, anıların yapısına uygun bir şekilde, kimi zaman donuk kimi zaman coşkulu ifadelerle verilmiş. Orhan Pamuk, kahramanının psikolojisine nüfuz ederek zamanda bir geriye bir ileriye, nedenden sonuca ve tekrar nede_ne gidip gelirken onun iç çatışmalarını teşhis ediyor, ayrıntılandırıyor ve açıklıyor. Bir tek anlatıcıya ait iki benlik durumu kullanmış. 70’lerdeki Kemal’in duygu ve düşüncelerini açıklayan ve yorumlayan ses 2000’leri yaşayan Kemal’e ait (aslında Orhan Pamuk’a ait). Ancak anlatıcı Kemal ile anlatılan (olayları yaşayan) Kemal arasında niteliksel bir fark var. Bu farkı üslubuyla ortaya koyuyor Pamuk. “Kayıp Zamanın İzinde”de Proust’un yaptığı gibi, “incelikli zihinsel sözdağarcığı, bağımlı cümlecik üslubu, psikolojik güdülere aşırı ilgi, yer yer ironik öz-alıntılar ve son olarak imgeci ve teorik izahlara başvurulması; bunların hepsi de anlatan benliğin deneyimleyen benliğe bilişsel üstünlüğünü vurguluyor”.

Evet, gerek anlatıcının konumu gerekse de üzerinde durulan temalar açısından “Masumiyet Müzesi”nin Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde”sini çağrıştırdığını söyleyeceğim. Dorrit Cohn, “Şeffaf Zihinler” adlı incelemesinde belirtmişti; “cehalet, kafa karışıklığı ve hayaller dünyasındaki bir geçmiş benli_ğe dönüp bakan kolay anlaşılır bir anlatıcı: Proust bu tür geriye dönüşlü zihinsel anlatının en iyi uygulayıcısı olduğu gibi, aynı zamanda en bağlı savunucusuydu da.” Nitekim  “Yakalanan Zaman”da şöyle konuşturur kahramanını Proust; “İnsan bir şey deneyimler ama ne deneyimlediği hani şu ışığa tutmadan önce bir siyahlıktan başka hiçbir şey göstermeyen negatifler gibidir ve bunlara da ters taraftan bakmak gerekir. Aklın süzgecinden geçirilmediği müddetçe ne olduğunu bilemeyiz. Ancak o zaman, bunu ışığa tutup aklileştirdikten sonra kişi hissettiği şeyin şeklini şemalini ayırt edebilir, ama edene kadar da akla karayı seçer”

Kemal de geçmişi bizzat deneyimlediği halde kimi anlamları bugün yeni yeni çözebilen, değerlendiren, bunun için akla karayı seçen bir karakter. Giriş cümlesini hatırlayın; “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum”. Tıpkı müzeleri ilk kuran kolleksiyoncular gibi, Füsun’u hatırlatan ilk parçaları toplarken yap_ığı şeyin nereye varacağını hiç düşünmemiştir. Aslında bir izleyici ve kaydedicidir Kemal; kamera gözü önce sevgilisine odaklanır, sonra sevgilisinin yaşadığı mekana, sevgilisinin sevdiklerine, çevresine, sonra sokağa ve toplumun geri kalan kesimine çevrilir. Kaydettiklerini hikaye etmekse yıllar sonra Orhan Pamuk’a düşecektir. Biz ise bir kez daha Proust’a döneceğiz; “gerçek yaşam, en sonunda keşfedilen ve aydınlatılan yaşam, dolayısıyla gerçekten yaşanan tek yaşam, bu yaşam edebiyattır.” Kemal de Marcel gibi geçmişin ancak anlatı yoluyla gerçeklik haline geleceğine inanmıştır. Melodramları vazgeçilmez kılan “Hayatım roman” klişesi bir kez daha iş başındadır.

Okuyucu için değer verdiği bir yazarın yeni bir romanı yayımlandığında düş kırıklığı yaşama korkusu her zaman vardır. Pamuk’un Nobel ödülü sahibi sıfatıyla tamamladığı ilk romanı olması “Masumiyet Müzesi”nden beklentileri daha da arttırmıştı. Korkulan olmadı. Kitabın daha ilk sayfalarında rahatlayacaksınız. İyi bir konu yakalamış Pamuk. Her zamanki titiz işçiliğiyle iyi hikayelemiş. “Masumiyet Müzesi”, Pamuk’un roman kariyerinin en üst sıralarına oturacak nitelikte. Ancak benim için birincilik hala “Benim Adım Kırmızı”da…

KAFAMDA BİR TUHAFLIK (2014)

Sadece kazandığı Nobel Edebiyat ödülü ile değil 62 dilde 13 milyona varan kitap satışıyla da Türk edebiyatını dünyaya tanıtan bir yazar Orhan Pamuk. 1982 yılında“Cevdet Bey ve Oğulları” romanıyla başlayan saygın edebiyat kariyerini planlı bir şekilde, inatla, ağır ağır inşa etti. Elbette geniş bir okuyucusu da oluştu. “Beyaz Kale”sinden bu yana, edebiyattan ziyade siyasi husumetlerden kaynaklanan “satıyor ama okunmuyor” tarzındaki sataşmalara rağmen Pamuk’un yeni bir romanının yayımlanacağı haberi okuyucuların ilgisini uyandırmaya devam ediyor. İlginin yanı sıra merak, heyecan, düş kırıklığı yaşama korkuları da var. Özellikle “Masumiyet Müzesi”nde bu duyguları yaşamıştım. Neyse ki korkulan olmamış, kariyerinin en iyi örneklerinden biriyle çıkmıştı karşımıza. Altı yıllık uzun bir aranın ardından “Kafamda Bir Tuhaflık”la buluştu okuyucusuyla.

İki romanın yayımlanma tarihleri arasındaki zaman farkı uzadıkça beklentiler artıyor. Başyapıt bekenmese de hiç değilse yazarın kariyerinde yükseklere yerleşecek bir roman okuyacağını umuyor okuyucu. Ne var ki “Kafamda Bir Tuhaflık” benim açımdan düş kırıklığı oldu. Kurgu ve bakış açısında yenilik arayışlarından söz edilse bile, romanın bütününde “Cevdet Bey ve Oğullar”ında, “İstanbul, Hatıralar ve Şehir”de, “Masumiyet Müzesi”nde işlenen temalara “Kar”ın liberal ideolojisi eklenerek elde edilmiş bir “potbori” havası hissettim.

Mevlut’u tanıdınız mı?

Kitabın yayımlanmasından bu yana geçen sürede roman hakkında yayımlanan haber, yazı ve röpörtajlar sayesinde hikaye hakkında bilgi sahibi olmuşsunuzdur. Bu nedenle özet üzerinde fazla durmaya gerek yok. Zaten kitabın başında en kısa özeti yapıyor Orhan Pamuk; “Boza satıcısı Mevlut Karataş’ın hayatı, maceraları, hayalleri ve arkadaşlarının hikâyesi ve 1969 ile 2012 yılları arasında İstanbul hayatının pek çok kişinin gözünden anlatılmış bir resmidir.”

Gerçekten de romanın iki ana kahramanı var; İlki Mevlut, ikincisi İstanbul. Ancak iki hikaye birbirinden bağımsız sayılmaz; Mevlut’un kırk yıl boyunca bozacılıktan tutun da elektrik tahsildarlığına kadar türlü işlerde çalışırken İstanbul da şekilden şekile giriyor, hızlı bir değişime uğruyor. İstanbul’un değişimini önceki romanlarında farklı veçheleriyle ama genellikle üst orta sınıfların penceresinden izlettirmişti Pamuk, “Kafamda Bir Tuhaflık”ta manzarayı genişletiyor; lümpen proleter diyebileceğimiz bir roman kahramanı üzerinden gecekonduları da dahil etmiş hikayesine… Böylelikle Mecidiyeköy’ün, Tarlabaşının, Gezi mahallesinin gecekondularına, Anadolu’dan çıkıp gelmiş gecekondu insanlarına, günübirlik işlerle karınlarını doyuranlara, gündelik hayatlarına, kadınların çilesine, başlangıçta mütevazi olduğu halde kentsel değişimle birlikte büyüyen hayallerine dokunuyor. 

Hikaye Mevlut üzerinden ilerlediğine göre söze onunla başlayalım. Belli ki kahramanını çok sevmiş Pamuk. Röportajlarından anlaşılacağı üzere bozacılarla görüşmeler yapmış, işin inceliklerini öğrenmiş, altı yıl boyunca Mevlut’u içinde taşımış. Öyle ki “artık Mevlut ben olmuştum” diyecek hale gelmiş. Yazarla karakteri arasındaki çakışmayı gerçekten de fark edebiliyoruz. Bir farkla; Orhan Pamuk Mevlut olmuyor, Mevlut Orhan Pamuk’a benziyor. Elbette giysileri, sırığı, kovaları, boza hakkındaki bilgileriyle bir tam bozacı o. Dış görünüşün temsili eksiksiz.  Gelgelelim temsil etmekle bir varlığın tıpkısının aynısını resmetmek ya da fotoğrafını çekmek aynı şey değil. Bir edebi metni ele aldığı dönemin giyim kuşam tarzını, görgü kurallarını, toplumsal hayatını, şimdi icra edilmeyen iş kollarını ne kadar eksiksiz resmettiği için övemeyiz. Bu bilgilere toplumsal ya da kültürel tarih çalışmalarla kolayca ulaşıyoruz.  Tarihsel dekor ve kostümler ya da doğru tarihi bilgiler romanın ancak malzemesidir. Edebiyatla bilim arasında bir fark olmalıdır ve bu fark edebiyatın tarihi yaşantıyı ve o tarihin insanlarını canlandırma gücüdür. Mevlut’un hakikati görünüşüyle birlikte zihinsel ve ruhsal durumunun gösterilmesiyle mümkün olabilirdi. “Kafamda Bir Tuhaflık”ta bu gösterimi inandırıcı bulmadım. Bunun en önemli nedeni Orhan Pamuk’la kahramanı arasındaki mesafenin kaybolması. Mevlut’u “birey” haline getirmek için ne denli uğraştığı -açıklamalarından- anlaşılıyor; “yoksul ama tamamen değişik, özel bir hikâyesi olan bireyi anlatmak istiyordum. Yoksullukta birey olmama durumu vardır ya o ikisini yan yana getirmek istemiyordum. Bilakis Mevlut herkesten çok birey olsun, kitabın en birey bireyi Mevlut olsun; en çok o işlensin. Benim için entelektüel çaba oydu. Bir kahraman yazayım, en gelişmiş birey o olsun ama en az özelliği olan da o olsun.”

Kısacası karakterini çok zorlamış. Farklı, eşine hiç rastlanmayan bir karakter yaratmaktaki ısrarı Mevlut’un tuhaflığına dönüşmüş. Ama işlevsiz bir tufaflık değil; Orhan Pamuk’un bahşettiği kimliği sayesinde okuyucunun kolaylıkla yakınlaşacağı, sınıfsal farklılığına rağmen kendisini özdeşleştirebileceği bir karaktere dönüşüyor Mevlut. Kadın erkek ilişkilerine bakışı, çocuklarına olan sevgisi, kızlarını okutmaya verdiği önemle alışılageldik erkek kimliğinin de dışına çıkıyor. Doğruluğu, dürüstlüğü, mesleğine bağlılığı bir yana, aşk hikayesi ile, daha doğrusu karısına karşı yavaş yavaş büyüyen aşkı ile seveceksiniz Mevlut’u.

Tarih ve Müze

Yaklaşık kırk yıllık bir süreci yayılan hikayede özellikle tarihsel olayları belgeselci bir tutumla, “tarafsız” bir gözle aktarmayı tercih eden Orhan Pamuk Kültepe-Duttepe mahallerine indirgenerek basitleştirlmiş  sağ-sol çatışmasını, 71 ve 80 askeri darbelerini, sokak çatışmalarını, dinci-laik karşıtlığını hikaye aralarına serpiştirmiş. Yeri geldiğinde 6-7 Eylül olaylarından, Ermeniler ve Rumlardan da söz etmeyi ihmal etmemiş. Hatta söz etmek için sözü bilhassa dolandırmış. İşin kötüsü istediği etkiyi uyandırmıyor. Her şey ayrıntıda kalıyor. “Kafamda Bir Tuhaflık”ta tıpkı “Masumiyet Müzesi”nde yaptığı gibi, bir kez daha gündelik hayat tarihçiliğine yönelmiş, yoksulluğun karakteristiğini ortaya çıkaracak eşya bulmanın zorluğundan olmalı, bu kez müzesinde olgular ve olaylar yığılı. Elbette nesneler mesela eski model otomobiller ya da Tamek domates ketçap, Lux sabun reklamları, Küçük Ev, Dallas gibi TV dizileri de var. Ama yetmiyor; atmosferini hissetmediğimiz geçmiş müzedeki nesneler gibi donuk ve cansız.

Merkezinde gecekonduların tarihsel dönüşümü olmasına rağmen romanda tarihsel hatalar da bulmak mümkün. Mesela 65 seçimleri sonrasını anlatırken; “Seçimden sonra bir imar affı çıkacağı söylentisi üzerine hazine ve orman arazilerinin üzerinde yoğun bir kaçak inşaat faaliyeti başlamıştı” demiş ve devam etmiş; “Gecekondu dikmeyi hiç aklından geçirmeyenler bile şehrin kenarlarındaki tepelere gidip, bu yerleri denetleyen muhtarlardan, onlarla ortak, kimi eli sopalı, kimi silahlı ve kimi siyasi örgütlerden bir arsa alıp en ulaşılmaz, en  ücra, en olmadık yerlere evler yapıyorlardı.” Cümlenin muğlaklığı ve bozukluğu bir yana, sözü edilen tarihlerde -henüz kurulmamış, faaliyete geçmemiş- siyasi örgütleri gecegecekondu satışlarıyla ilişkilendirirken belleğin ihanetine uğramış Pamuk. Önemli değil deyip geçebilirsiniz ama tarihe ve mekana özellikle vurgu yapan bir romanda görmek istemediğimiz türden, zamanları birbirine karıştıran hatalar bunlar.

Orhan Pamuk, romanın kurgusunun bir yenilik olduğunu söylüyor. Yenilik birinci tekil anlatıcı ile klasik romanın üçüncü tekil şahıs anlatımının bir araya getirilmesinde. Üçüncü tekil şahıs anlatısını ise Mevlut’un bakış açısına yakın bir perspektiften yapmış. Ancak burada da Mevlut’ten ziyade Orhan Pamuk’un sesini duyuyor, yorumlarını dinliyoruz. Haksızlık etmeyelim, arada bir Mevlut’a  yakınlaştığı oluyor anlatıcı sesin ama romanın bütününde Orhan Pamuk kendisini hiç geri çekememiş. “Kar”da da aynı sorunla karşılaşmıştık; “herkesin sesinin sonuna kadar çıktığı bir roman” yazmak için yola çıkan Pamuk, ne Kar”da ne “Kafamda Bir Tuhaflık”ta başkalarının sesini duyuramıyor.

Mevlut gibilerin çok daha basit ama çok daha derin ve hakiki canlandırmalarıyla doludur Türk romanı. Orhan Kemal’in gecekondularında, Sait Faik’in kenar mahallelerinde, Sabahttin Ali’nin köy ve kasabalarında nice yoksul bireyler bulursunuz. “Kafamda Bir Tuhaflık” ne Türk romanı ne Orhan Pamuk’un kariyeri açısından bir yeniliğe ya da aşamaya karşılık geliyor; en iyi yanı o yazarları ve romanları hatırlatması.

KIRMIZI SAÇLI KADIN (2016)

Orhan Pamuk, “Kafamda Bir Tuhaflık”ı 2014 yılında yayımlamıştı. Sadece iki yıllık bir aranın ardından yeni romanı “Kırmızı Saçlı Kadın”ı da tamamladı. Okuyucuları açısından bir süpriz olabilir ama sürenin kısalması -Orhan Pamuk’un kariyeri ve deneyimi göz önüne alındığında- şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, okuyucusunun karşısına bu kariyere hiç yakışmayacak bir romanla çıkması..

Her yazarın inişleri ve çıkışları olabilir. Hiç bir yazardan birbiri ardına başyapıtlar üretmesi beklenmemeli. 80’lerden bu yana Orhan Pamuk’un iyi, hatta çok iyi romanlarını da okumuştuk, vasat ve kötü olanlarını da… Kendi hesabıma, “Kar”ı ve “Kafamda Bir Tuhaflık”ı sevmemiş, olumsuz yargılarımı belirtmiştim. Ancak her ikisi de belli bir düzeyin üzerinde, ciddiyetle tartışılması gereken romanlardı. Ne yazık ki “Kırmızı Saçlı Kadın” için aynı şeyleri söyleyemiyorum; apar topar kotarılmış, malzemeleri üstüste yığılmış, Pamuk’un liberal dünya görüşünün, Türkiye ve modernizm tezlerinin taşıyıcılığına memur edilmiş bu roman, tam bir hayal kırıklığı.

Büsbütün haksızlık etmeyelim. Romanın yetmiş beşinci sayfaya dek süren ilk bölümü -parlak olmamakla birlikte- kendisini rahatlıkla okutur mahiyetteydi. Bu bölümü kısaca özetliyorum;

Bir delikanlı yetişiyor..

Yazar olmak isterken jeoloji tahsil edip müteahhitlikte karar kılmış kırbeş yaşındaki bir adamın, Cem Çelik’in ağzından dinliyoruz hikayeyi. 2015 yılındayız. Cem, 30 yıl öncesine, 1985’e dönüyor, hatırlıyor, hatırladıkça olayların içine daha çok girerek hayatı boyunca kendisini şekillendiren baba-oğul ilişkilerini sorguluyor…

Bir kaç kez hapse girmiş, işkence görmüş solcu bir babanın oğludur Cem. Babasının ansızın ortadan kaybolmasına ilişkin anıları canlıdır. Ne var ki, babasının son gidişi öncekilere benzemez. Cem, lise birinci sınfıtayken babasız kalır. Ekonomik sıkıntıların bastırmasıyla yaz aylarında çalışmak zorunda hissedecektir kendisini. İlk yaz bir kitapçıya girer ve edebiyat dünyasıyla tanışır. Yazar olma düşleri kurmaya başlar. Ancak sonraki yaz başka bir işe girecek, hayatı bambaşka bir yöne evrilecektir.

Yevmiyesi yüksek olduğu için bir kuyucunun yanında çalışmaya heveslenir Cem. Kuyu, Istanbulun Avrupa yakasında, şehrin dışında, 6000 nüfuslu Öngören kasabasına onbeş dakikalık bir mesafedeki bir fabrika arazisinde açılacaktır – hem de en eski, neredeyse yüzlerce yıl öncesinden kalma, insan gücüne ve az buçuk araç gereçe dayanan bir yöntemle…

Sanatında gelenekten gelen bilgiyi ve felsefeyi barındıran kuyucu Mahmut Usta, bir baba gibi sahip çıkar delikanlıya. Babasının hiç yapmadığı gibi onunla ilgilenir, “her gece, televizyondaki belirsiz, hatta soluk bir görüntüden, gün boyunca karşılaştıkları bir dertten, bir hatıradan yola çıkarak” -çoğu kurandan alınma- sonuna bir hisse katılmış hikayeler anlatır, ikide bir, “iyi mi”, “aç mı”, “yoruldu mu” diye sorar, arada bir de azarlar. Cem, babasından hiç görmediği bu şefkat ve yakınlıktan hem hoşlanarak, hem de ona kızarak ustasına bağlanacaktır.

Mahmut Usta ile ilişkisi önemli bir dönüm noktası ama delikanlının hayatını etkileyen asıl olay, Öngören’de otuzlu yaşlarda, kırmızı saçlı, çekici bir kadın görmesiyle başlar. Cem’in zihninde saplantıya dönüşecektir kadın. Mahmut Usta ise bir türlü çıkaramadıkları suyu fikri sabit haline getirmiştir. Ustasından gizlice kasabaya inip kadını görmek, ona yakınlaşmak için dolaşan genç adam, sonunda dileğine kavuşur; “O gece hayatımda ilk defa bir kadınla yattım. Çok sarsıcı ve çok harikaydı. Bir anda hayat, kadınlar ve kendim hakkında bütün düşüncelerim değişti. Kırmızı Saçlı Kadın bana kendimi ve mutluluğu öğretmişti”.

Ne var ki kuyuda vuku bulan kaza, Cem’in bu en mutlu yazını sona erdirecek, delikanlı suçluluk duygularıyla -kaçarcasına- terk edecektir kasabayı…

I.Bölüm sonuna geldik. II.Bölüm’de -yine kendi ağzından- Cem’in 87’den günümüze uzanan maceralarını dinliyoruz. Maceralar çok çeşitlenmiyor. Jeoloji bölümüne girmesi, evliliği, iş hayatı, zenginleşmesi ve sonunda yolunun bir kez daha Öngeren’e düşmesi…

Hikayeyi toparlamak ve sonlandırmak görevi ise III.Bölüm’de Kırmızı Saçlı Kadın’ın kendisine bırakılmış….

Kısa alt bölümlerle kurgulanmış, sahnenin sürekli değiştiği, hızıyla ve pastoral kır manzaralar tasvirleriyle çocuğun fiziksel ve ruhsal enerjisini yansıtan ilk bölümle romana iyi bir başlangıç yapmış Orhan Pamuk. Kuyucuların tutkulu çalışması, ustanın anlattığı masallar, hikayeler, Öngören üzerinden verilen kasaba atmosferi, çadır tiyatrosu, meyhane, ilk aşk, ilk cinsel deneyim, ileriki sayfalar için umut verici. Bütün bunlar bir yaz mevsiminde geçiyor ve 75 sayfada anlatılmış. II.Bölüm ise yaklaşık 25 yılı kapsıyor ama o da 75 sayfaya sığdırılmış. Yığılmış demek daha doğru bir değerlendirme. İlk bölümde sindire sindire yakınlaştığımız Cem’in hayatı, ikinci bölümde paldır küldür ilerliyor. İki bölüm arasındaki asimetriyi Orhan Pamuk belki de bilerek planlamıştır. Belki iki bölüm arasındaki dil farkı -dilin giderek kurulaşması- da plana dahildir ama planlanan ne yazık ki gerçekleşmeyebilir – tıpkı “Kırmız Saçlı Kadın”da olduğu gibi… II.Bölüm, II.Bölüm’ün taslağı olmaktan öteye gitmiyor; yeterince işlenmemiş, derinleşmemiş, olaylar, olgular, düşünceler birbiri ardına sıralanmış. Sonuçta roman tadı vermiyor. 

Bir dizi saplantı

Saplantıların ve rastlantıların romanı diyebilirim “Kırmızı Saçlı Kadın” için… Cem’in ve roman kişilerinin hayatları, kaderleri rastlantılarla örülmüş. Az sayfalık bir roman bu rastlantı bolluğunu taşıyamıyor. Kaderin cilvesi diyebileceğimiz rastlantılar, Orhan Pamuk’un Sophokles’in “Kral Oidipus” tragedyasıyla Firdevsî’nin “Şehname”sindeki “Rüstem ile Sohrap” hikayesindeki temaları kendi hikayesine katma isteğinden kaynaklanıyor. Bir Doğu efsanesi ya da eski Yunan’dan bir tragedya çok sayıda rastlantı barındırabilir, hatta rastlantı bilhassa gereklidir. Her ne kadar bu anlatıların mirasçısı olsa bile, bir romanda rastlantılar hayatın ortalamasını aştığında hikayeyi saçmalaştırır. Mitolojinin, tragedyaların hikayelerini, şablonlarını kopyalayan, melodramın gözüne vurup okuyucunun edebi beğenisinden ziyade duygularına seslenen romanlar -ya da filmler- yazılıyor elbette ama hemen hiçbirinde popüler kültürün sınırları aşılamıyor. Geleneksel anlatıların temalarıyla modern bir roman yazmak için önce bu temalarla günümüz insanı ve toplumunu anlamlı bir biçimde ilişkilendirmek sonra hikayeyi edebiyat zevki verecek bir biçimde kurgulamak ve yazıya dökmek gerekir.

Orhan Pamuk,  doğu kültüründen “Rüstem ile Sohrap” ve batı kültüründen “Kral Oidipus” seçimi simgesel; ama simgeselliğini bağıra bağıra ilan eder türde bir simgesellik. Kadim metinler aracılığıyla sözü donüp dolaştırıp bir kez daha doğu-batı meselesine bağlamış. Cem’in baktığı her yerde baba oğul çatışmasını aramasıyla Orhan Pamuk’un Türkiye’nin bütün sorunlarını doğu-batı sorunsalıyla açıklaması da saplantı hanesine eklenebilir. 

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Şark ve Garp meselesinin aslında pratik hayat içerisinde hallolduğunu, aslında meselenin münevverlerin kendi aralarında konuşmaktan vazgeçmedikleri bir meseleden ileri gitmediğini” çok yıllar önce söylemişti. Bir zamanlar “Doğu-Batı ayrımı üzerine iki dakikadan fazla konuşan herkes saçmalamaya başlıyor” diyen ise Orhan Pamuk’un kendisiydi. Doğru ve -“Kırmızı Saçlı Kadın”da açıkça ortaya çıktığı üzere- Orhan Pamuk’un kendisi için de geçerli bir tespit. Üstelik Doğu-Batı meselesini liberalizmin iflas etmiş paradigmayla kuru bir ideolojiye indirgemiş. Tezlerin yavanlığını örneklemek için romandan sadece bir alıntı yapmak istiyorum; “Ben kitaplara meraklıydım ama her modern Türk gibi Şehnâme’yi, Rüstem ve Sührab’ı bilmiyordum”… 

Romanı okurken bu türden pek çok örneğe rastlayacaksınız. Tam bu noktada, alıntılanan ifadeler karakterlerin görüşünü yansıtır, yazarı bağlamaz diyebilirsiniz ama Orhan Pamuk’un söyleşisinde dillendirdiği düşünceler roman karakterleriyle birebir uyumlu. Örnekliyorum. Bu alıntı Cem’den; “İranlılar, Batılılaşma yüzünden geçmiş şairlerini ve efsanelerini unutan biz Türkler gibi değiller diye düşündüm. Özellikle şairlerini unutmazlar”. Şimdi okuyacağınız alıntıysa Orhan Pamuk röportajından; “İran medeniyetinin çok güçlü bir geleneği var. Tanıdığım İranlılar şairlerini okur, Ömer Hayyam’ı, Mevlana’yı bilir. Biz edebi geleneğimizi değiştirmeye karar verdik. Açıkça da söyledik. Bu büyük bir unutmaya yol açtı”.

Orhan Pamuk romanlarının en büyük zaafı da bu; yazarla kahramanı arasındaki mesafenin kaybolması. Bu nedenle romanlarında hep aynı karakterin maceralarını okuyoruz.  Hepsinde aynı erkek tipi; bakan ama farkedemeyen, hayat acemisi, naif, kırılgan, hülyalı…    

Pamuk’un Kemalist modernleşme ile aynı saflarda yer aldığını düşündüğü Türkiye devrimci hareketine yönelik eleştirilerine yabancı değiliz. “Kırmızı Kadın”da biraz daha kabalaşmış. 12 Eylül sonrasında Türkiye devrimci hareketine yönelik içerden ve dışarıdan eleştirilerde, kadın-erkek ilişkilerindeki tutuculuğun, yaşanmamış/yasaklanmış cinsellik iddasının  önemli bir yeri vardı. “Kırmızı Kadın”daki dokundurmalar tam da bu türden. Üzerinde duracak derinlikten yoksun olmaları bir yana, bazen dili de sürçüyor, cümleleri bozuluyor. Bakın solcu bir kadını nasıl konuşturmuş; “Bizimkilerin arasında kalınca, tıpkı Osmanlı zamanında İran’la savaşa gidip hiç geri dönmeyen sipahilerin karılarına yapıldığı gibi bir süre sonra küçük kardeş ile evlendim.”…

Söyleşisinde, bu romanında “toplumu bir psikanalist gibi masaya yatırdığını” tevazu göstermeksizin kabul etmesinden anlaşılacağı üzere, Freudien analizleri seviyor Pamuk. Kendisini tekrar etmek istemiyorsa saplantılarının, yukarıdaki cümlesindeki dil sürçmesinin Freudien analizini yapmalı. Ama daha önemlisi, eskinin “tezli roman”larından daha derin bir roman yazmak istiyorsa eğer, ideolojik göz bağlarından kurtulup bu ülkede olup bitenlere daha yakından bakmalı. “1970’lerde insanlar sokaklarda sinek gibi ölürdü. O daha da kötüydü diyebilirim. Şimdi Cumhurbaşkanı “Vatan haini” diye bağırıyor. Ama hiç olmazsa sokakta ölen yok” diyen Orhan Pamuk, tarihin en kanlı, en vahşi dönemini yaşadığımızın, Reyhanlı’da, Suruç’ta, Ankara’da yüzlerce cana mal olan bombaların, Sur’da, Cizre’de haftalardır süren sokak savaşlarının farkında değil. Farkındalık eksikliği demiyorum, Orhan Pamuk’unki bu topluma ilişkin farkındalık yoksunluğudur ve bu andan sonra yazarın bu topluma söyleyecek sözü de yoktur.

“Ne kadar berbat bir toplumda yaşıyor olursan ol bireysel mutluluğun önemli olduğunu söyleyebilme hakkına sahibim” diyor aynı söyleşisinde. Öyleyse, Kayahan şarkısıyla uğurlayalım Orhan Pamuk’u; “Sana sevdanın yolları, bize kurşunlar”!..

VEBA GECELERİ (2021)

Orhan Pamuk, yeni romanı ”Veba Geceleri”nde 20.yüzyılın başında hayali bir ada olan Minger’in, “Veba anarşisi” denilen başıbozukluk günlerini anlatıyor; “kişisel duyguların ve kararların tarihi belirlediği küçük bir ülkenin hikâyesini”…

“Veba Geceleri”nde üstkurmaca tekniğini kullanmış Orhan Pamuk. Romanın anlatıcısı -sonda kendi hikayesiyle bir roman kişisine dönüşecek olan- Tarihçi Mîna Mingerli. Bu tarihi roman ya da romanlaştırılmış tarih kitabını neden kaleme aldığını “Giriş” yazısında “bütün samimiyetiyle” şöyle ifade ediyor;

“Doğu Akdeniz’in incisi Minger Adası’nın yaşamındaki en yoğun ve en sarsıcı altı ayı anlatırken, çok sevdiğim bu ülkenin tarihini de hikâyeme kattım. 1901 yılındaki veba salgını sırasında adada olup bitenleri araştırırken, bu kısa ve dramatik sürede kahramanların öznel kararlarını anlamaya tarih biliminin yetmeyeceğini, bunların roman sanatının yardımıyla daha iyi anlaşılabileceğini hissettim ve bu ikisini birleştirmeye çalıştım.”

Veba Anarşisi

Roman boyunca sıklıkla araya girecek, olaylar hakkında yorumlar yapacak, kanıtlar gösterecek, açıklamalara bulunacak olan Mina Hanım’ın -Padişah V. Murat’ın üçüncü kızı Pakize Sultan’ın ablası Hatice Sultan’a yazdığı mektuplara dayalı- tarihi romanı 1901 baharında, İstanbul’dan Çin’e doğru yol alan Aziziye gemisinde başlıyor. Padişah II. Abdülhamit’in emriyle İstanbul’dan çok özel bir görevle Çin’e seçkin bir Osmanlı heyeti götüren geminin iki önemli yolcusu daha var; Abdülhamit yeni evlendirdiği yeğeni Pakize Sultan ile kocası Damat Doktor Nuri Bey. Kısa bir süre sonra “tarih sahnesi”ne çıkacak olan Kolağası Kamil ise Pakize Sultan’ı korumakla görevli.

İzmir’e uğradığında iki esrarengiz yolcu biner gemiye; Osmanlı İmparatorluğu’nun sağlık başmüfettişi, namlı kimyager ve eczacı Bonkowski Paşa ile yardımcısı Rum Doktor İlias. Özellikle salgın hastalıklar konusundaki üstün başarılarıyla tanınan Bonkowski Paşa ve yardımcısını Minger’e indiren gemi yoluna devam eder.

Osmanlı’nın 29. Vilayeti Minger, Girit ve Rodos aralarını arasında konuşlanmış küçük bir ada. Yarısı müslüman, yarısı gayrı-müslim olan üzere 80 bin kişinin yaşadığı adanın başkenti Arkaz ise 25 bin nüfusa sahip küçük ama çok güzel bir şehir.

Bonkowski Paşa’nın Minger’e gönderilme nedeni, duyulmasını önlemek için büyük çaba gösterilen veba hastalığının ortaya çıkması. Vali Sami Paşa, hastalık haberinin ve alınacak sıkı tedbirlerin adada karışıklık yaratacağından, ayrılıkçı bir isyanı başlatacağından endişeli. Karantina ilanı gerek adalıların belleğinde bıraktığı kötü anılar, gerekse de ticari endişeler nedeniyle her kesimi rahatsız ediyor. Bu nedenle Bonkowski Paşa’nın gelişinden başta Vali olmak üzere hiç kimse memnun değil. Ne var ki Minger’de salgın gerçekten başını alıp gitmiş durumda.

Bonkowski Paşa işe koyulur ama çok geçmeden bir cinayetin kurbanı olacaktır. Onun yerine, o sırada İskenderiye’de bulunan Doktor Nuri atanır Minger sağlık müfettişliğine. Aynı zamanda Bonkowski Paşa cinayetini çözmesi de beklenmektedir kendisinden; “Haşmetmeab tıpkı Sherlock Holmes hikâyelerinde olduğu gibi Bonkowski Paşa’nın gerçek katilinin cinayetin ayrıntılarına bakarak, delillere dayandırılarak bulunmasını” istemektedir.

Romanın bundan sonraki 450 sayfasında yine Aziziye Vapuru ile Minger’e dönen Doktor Nuri, Pakize Sultan ve muhafızı Koloğası Kamil’in zor koşullar altında yeni bir hayat kurmak için verdikleri mücadeleyi okuyacağız: Türk ve Rum aslında Hristiyan ve Müslüman çatışmasının körüklenmesi, türlü komplo teorisi, fırsatçılık, karaborsa, adaletsizlik, işkence, keyfi hapis uuygulamaları, terk edilen evlerin yağmalanması, ailelerini kaybeden çocukların kurdukları çeteler, darağaçlarında sallanan cesetler…

“Anarşi, sahipsizlik ve devletsizlik ortamı içine” düştüklerini kısa zamanda anlayacaklar ve Minger tarihini değiştiren olaylar dizisini hiç hesapta yokken tetikleyeceklerdir…

Sherlock Holmes bile çözemez

Pandeminin başladığı 2021 yılı Mart ayında salgın hastalıkların edebiyata yansımasını anlatan bir yazı hazırlamıştım. Hastalık ve salgınların insan zihninde bıraktığı izler dünyanın dört bir köşesinde büyük eserler çıkarmıştı ortaya. Yeni corona virus salgınıyla ilgili romanları kısa sürede okuyacağımızdan hiç kuşkum yoktu. “Veba Geceleri”nde anlatılanlar bir yüzyıl öncesine ve veba illetine dair olsa bile bir salgın sürecini anlatması açısından bizim edebiyatımızda pandemi sonrası yazılmış ilk roman olma özelliği taşıyor. 540 sayfalık hikayenin salgının verdiği esinle yazıldığını söylemiyorum elbette. Salgından çok önce kurgulanmış “Veba Günleri”, salgından sonra gözden geçirilmiş, Pamuk beş yıldır yazdıklarını son bir yılda yeniden yazarak günümüzle ilişkisini güçlendirmiş. Bu sayede siayasi tarihin farklı evrelerini birbirine bağlamayı ve “muazzam bir pratikler, beklentiler, duygular, umutlar, hayaller ve yorumlar alanını -akla ha_yale sığmayacak kadar bereketli, girift, bulanık, sancılı ve çapraşık bir alanı- soruşturmaya açmayı” başarıyor. .

Veba deyince akla Albert Camus’un “Veba”sının gelmesi kaçınılmazdır. Camus, varoluş meselelerine, felsefi sorgulamaya açılmak için salmıştı veba illetini Oran kentinin üzerine. Pamuk’un niyeti farklı; vebanın yarattığı kaotik bir ortamda, hayali bir adada, “bir millet uyanıyor” mitini canlandırmış. Canlandırma kelimesi teşbih değil; hayali Minger adasını insanlarıyla birlikte gerçekten de canlandırıyor. Evler, sokaklar, vilayet ve telgrafhane binaları, tarihi Arkaz Hapishanesi ve zindanları, eski zaman eczaneleri ve diğer mekanlar bir Bosch resminde görebileceğiniz titizlikle işlenmiş Minger tablosuna. 

Sadece mekanlar da insanlar da yer alıyor bu tabloda. Muktedirler ön sıradalar ama minger halkı da ihmal edilmemiş; memurları, şeyhleri, işşiz güçsüzleri, berberler, aktarlar, şerbetçiler ve diğer meslek erbablarıyla minger ahalisi, dükkanları ve mesleki alet edavatlarıyla hayat buluyorlar. Meczuplarını da unutmayalım. Pamuk her bir karakterin hakkını gözeterek, kısa da olsa bir hayat hikayesi bağışlamış. Sonuçta zamanın ve mekanın ruhunu barındıran bir atmosferle kaplamış hikayesini.

Daha önce iki çok etkileyici tarihi roman yazmıştı Pamuk; “Beyaz Kale” (…) ve “Benim Adım Kırmızı”. “Veba Geceleri”nde daha yakın ve daha somut bir tarihi ele alıyor.  Romanın geri planında Batı karşısında her anlamda çok geride kalan Osmanlının çöküş sürecini, Osmanlı haritasının sınırlarının adım adım küçülmesini, ayrılıkçı isyanları, saray entrikalarını, evhamlı bir sultanın korku imparatorluğuna çevirdiği bir ülkeyi, tarihçi kadının ağzından uzun uzun anlatıyor Orhan Pamuk. Böylesi uzun tarihi açıklamalar risklidir. Hikayenin sarkmasına veya okuyucunun hikayeden kopmasına yol açabilir. Ancak “Veba Günleri”nde böylesi bir geri plan hikayenin tamamlayıcı unsuru mahiyetinde. Zira Minger adasında cereyan eden olaylar -padişahtan tutun da adanının büroklarından sivil halkına kadar bütün topluma yayılan karar ve refleksler- o tarihin bir ürünü. Aslında sadece “o tarih” demek yanlış; Pamuk, Minger’in veba ile kırılan altı aylık tarihine sığdırdığı olayları bu ülkenin yüzyıllık tarihinden esinlenerek, panoramik bir gözle, zamanları biribiriyle ilişkilendirecek şekilde kurgulamış. Tarihi ve siyaseti -biraz ironi ve parodi katarak- romanına çok iyi yedirmiş. Eklediği uydurma tarihi olaylar, uydurma tarihçiler, sahte kaynakçalar sayesinde hem ciddiyetle mizah hem de kurmaca ile gerçek birbirine karışıyor. Ama bu tarihle oynamak anlamına gelmemeli; tam da hayali ama bildik bir adaya yakışan tarzda bir tarih yazımı bu… 

Ele alınmayı, tartışılmayı hak eden daha pek çok ayrıntı var elbette ama bu yazı içerisinde hepsine değinmek mümkün değil. Roman kişilerini gerçek tarihi şahsiyetlerle eşitlemekten, Minger adası’nın neresi olduğu tartışmasından, Mingerin millici ve dincilerinden bilhassa uzak duruyorum.

Bir yazarın beş yıllık emeğinin ürünü olan 540 sayfalık bir romanı dört günde okumak, metine yedirilmiş bazı motifler, temaları, göndermeleri ıskalamamamıza yol açabilir. Ayrıca romanın barındırdığı pek çok motife, pek çok kişiye, kişiler arasındaki ilişkilere, aşklara, hüzünlere, esrarengiz cinayetlere de yer veremedim. Keşfetmeyi ve tat almayı okuyuculara bırakıyorum. Zira hem sürükleyici hem çok katmanlı bir roman “Veba Geceleri”. Kariyerinin en iyisi diyemem ama Nobel’i aldığından bu yana yazdığı en iyi roman olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Takvim

Mart 2024
P S Ç P C C P
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
25262728293031

timeline

Aylık

ÖZGÜR ÜNİVERSİTE YOUTUBE