A.Ömer Türkeş
Latin Amerika yeni kuşak yazarlarının önemli temsilcilerinden olan Carlos Fonseca, “Post-yuppie, post-komünizm, post-boom, post-babyboom, kısacası bütün post eğilimleri” bünyesinde barındıran novisimo (en yeni) akımına yakın duran bir yazar. Post-modern formlar kullanıyor ama güncel ve tarihi gerçeklere sıkı sıkıya bağlı. Latin Amerika tarihininin ve kendi ülkelerinin kirli gerçeklerini deşmeyi, bellekleri zorlamayı, unutulanları hatırlatmayı ve yüzleştirmeyi hedefliyor.
Kosta Rikalı yazar ve akademisyen Carlos Fonseca 1987 yılında San José, Kosta Rika’da doğdu, Porto Riko’da büyüdü. Liseyi Porto Riko’da bitirdikten sonra ABD’ye giderek Stanford Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat öğrenimi gördü. 2009 yılında Stanford’dan mezun olan Fonseca, Princeton Üniversitesi’nde Latin Amerika Edebiyatı ve Kültürü üzerine doktora yaptı. 2014 yılında yayımlanan ilk romanı Coronel Lágrimasile eleştirmenlerden övgü aldı. 2016 yılında Guadalajara Kitap Fuarı’nda, 1980’lerde doğmuş en iyi yirmi Latin Amerikalı yazardan biri seçildi; 2017 yılında ise kırk yaşın altındaki en iyi otuz dokuz Latin Amerikalı yazarın sıralandığı Bogota39 listesine girdi. Ardından 2018 yılında, La lucidez del miope adlı deneme kitabıyla Kosta Rika’da Ulusal Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Eserleri The Guardian, BOMB, Art Flash ve The White Review gibi gazete ve dergilerde de yayımlanan Fonseca halen Londra’da yaşıyor ve Cambridge Trinity College’da ders veriyor. Hayvan Müzesi yazarın Türkçedeki ilk kitabı.
Yıkımı Görmek
Carlos Fonseca “Hayvan Müzesi” romanında 1970’lerde çıkılan bir yolculuğun, umutların, hayal kırıklıklarının, kayıpların ve büyük bir yıkımın hikayesini anlatıyor. Sadece bireysel değil küresel yıkım üzerine kurgulanmış çok merkezli, sorgulayıcı ve heyecan verici bir roman.
2006 yılında, Giovanna Luxembourg isimli ünllü bir moda tasarımcısının ölüm haberiyle başlıyor uzun yolculuğumuz. 40 yaşında ölen kadın anlatıcıyla aşağı yukarı aynı yaşlarda. Geride üç zarf bıraknış ve anlatıcının sanki zarflarda gizli hikayeyi takip ederek noktalamasını istemiştir. Aslında ne yapmak istediğini anlamasını arzulamaktadır.
Anlatıcı ve Giovanna Luxembourg arasındaki ilişkiyi anlamak için 1999’a, bu ikilinin karşılaşması anına gitmemiz gerekecek. Anlatıcı Karayipli bir müzebilimcisidir. Birgün Giovanna’dan bir davet alır: Ortak tutkuları olan hayvan dünyasındaki esrarengiz biçimler üzerine birlikte bir sergi açacaklardır. Sonra proje hakkında konuşmak üzere sürekli biraya gelirler, çeşitli konular, özellikle Latin Amerika Antropolojisi üzerine kapsamlı konuşmalar yaparlar. Ne var ki tuhaflıklarla dolu nice buluşmanın ardından proje yavaş yavaş sönmüş, Giovanna ve anlatıcı kendi yollarına gitmişlerdir. İşin doğrusu anlatıcı şimdi bile projenin tam olarak ne olduğunu kavramış değildir.
Tekrar 2006’ya, kadının anlatıcıya bıraktığı zarflara dönelim. İlk zarfta bir dizi fotoğraf, ikinci zarfta fotoğraflara ilişkin metinler, üçüncüsünde ise Giovanna’nın anlatıcıya yazdığı bir mektup yer alıyor. Fotoğraf ve metinler 1978’de kaybolan New York’un ünlü bohemlerini fotoğraflarını çekmesiyle tanınan Yoav Toledo’ya ait. İsrail’de başlayıp Güney Amerika’da noktalanan, içinde moda ikonlarıyla birlikte yanıp kül olmuş bir madenci kasabasının da bulunduğu resimler ve metinler bunlar… Fotoğrafta yer alan kadınlardan birisi Giovanna’yı andırıyor. .
Yoav Toledo’nun 1950’lerde İsrail’de başlayan, Avrupa’yı kısa bir ziyaretten sonra Amerika’ya sıçrayan, 1977’de New York’ta tanınmış bir fotoğraf sanatçısıyken aniden herşeyi geride bırakıp karısı ve küçük kızıyla Güney Amerika’ya doğru uzanan hikayesi. Gerisinde bir cennet arayışı var; “Eski idollerin hepsinin, Albert K.Owen’la Antonin Arnauld’un, beatniklerle Herman Hesse’nin ideallerini, doğum kontrol hapıyla Che Guevara’yı bir araya getiren ütopik koloniyi kurmak için yola çıkmışlar”…
Anlatıcı şimdi Toledo ailesinin yolunu izleyecek, artık kimsenin yaşamadığı madenci kasabasına kadar uzanacak ve Giovanna’nın hikayesini kendi hikayesine, onun arzularını kendi arzularına dönüştürmeye çalışacaktır…
Tam herşeyin açığa çıktığını düşündüğümüz sırada yeni bir hikaye yazılmaya başlanır. 2008 yılında Porto Riko’da, yoksulların işgal ettiği terk edilmiş bir gökdelende tutuklanan bir kadın hikayeyi bambaşka bir yola sürükler. Kadın Giovanna’nın annesidir ve mahkemedeki savunması otuz yıllık kayboluşa yepyeni bir anlam getirecektir…
“Her Sanat Eseri Yargıya Varır”
Romanın başında Arjantinli yazar Juan Jose Saer’den yapılmış bir alıntı var; “Bilinmeyen bir soyutlamadır. Bilinense bir çöl; oysa yarı yarıya bilinen, ufukta beliren, arzuyla sanrıyı birlikte titreştirmek için en mükemmel yerdir”
İşte bu fikriyattan hareketle -arzuyla sanrıyı birlikte titreştirmek için- anlattığı hikayeyi sürekli sis perdesiyne büründürmüş Fonseca. Öyle ki “bu hikayede aşikar olan bir şey varsa o da anlamın asla zamanında değil, ya hep fazlasıyla erken ya fazlasıyla geç çıkması.” Böylelikle Yoav Toledo ve ailesinin akibeti bir polisiye romana dönüşüyor. Elbette bir polisiye değil ama çok daha vahim suçları, insana, doğaya, sanat ve edebiyata karşı işlenmiş suçları barındırıyor.
Fonseca “Hayvan Mezarlığı”nı farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda farklı insanların merkezinde olduğu bölümler halinde kurgulamış. Ve her bölümde eşmerkezli çemberler çizerek merkezi temaları yineliyor. Her ne kadar doğrudan roman estetiğinin alanına girmese bile, New York’un kültürel dünyasından Güney Amerika’daki ekonomik çöküşe, adalet ve hukuk arasındaki çatışmaya, iktisadi krizlere dair temaların arkasında ciddi bir bilgi birikiminin yattığını da eklemek gerekir.
Mekan olarak farklı coğrafyalara yayılan ama dönüp dolaşıp benzer sorunlara vurgu yapan “Hayvan Müzesi” çok amaçlı, çok yönlü ve küresel bir roman. Fonseca, karakterlerini ve okurlarını oradan oraya sürüklemekte, bir konumdan diğerine atlamakta ama her seferinde ana hikayeyle bütünleşmekte çok başarılı. Çok sayıda kişi ve karaktere de aynı başarıyla hayat vermiş. Ama asıl başarısı çok katmanlı okumalar açılan entelektüel derinliği; “Subcomandante Marcos’tan W. G. Sebald’a, Marx’tan Walter Benjamin’e, Edward Hopper’dan Francis Alÿs’in yapıtlarına gizli açık göndermelerle okuru görünen ile gizlenen, yalan ile hakikat, hukuk ile adalet, sanat ile gerçek üzerine düşünmeye davet ediyor.”
Yoav Toledo ve ailesinin bozulmuş bir dünyadan kaçıp sığınacak bozulmamış bir yer arayışlarının hüznü, insanlığın büyük trajedisidir. Zira yolculukları “büyük gezginlerin harika klasik yolculuklarının bir nevi olumsuz tersi olan bir Latin Amerika yolculuğu”na dönüşecektir; Humboldt’in vahşi ve yüce bir Amerika imajını bulduğu yerde, çöplerle dolu harap bir doğanın imajını bulurlar. William Walker, devletin yokluğunu bulduğunda, her yerde devlet iktidarının kalıntılarını bulurlar. Franz Boas’ın bilinmeyenin doğasını bulduğu yerde, kendileri için uğursuz bir ayna buluyorlar. Ormanın hayallerdeki bahçeyle alakası yok; onlara çağdaş yüzünü göstermekte inat ediyor: enkaz halindeki sınır şehri yüzünü.” İşte bu yıkımın doğal tarihidir. Giovanna’nın annesi Kadın oradaki kıyameti, Kuzeyin kavrulmuş topraklarının buralara da uzandığını, uzun adaletsizlikler zincirini görmüş, birgün kızının da göreceğini ve onu affedeceğini düşünmüştür.
Anlatıcı Giovanna’nın ölümünden sonra sergilenen son sergisini ziyaret ettiğinde kızın annesini anladığını fark edecektir. Hele ki kollektif bir kimlik olarak Subcomande Marcos’tan yapılmış alıntıları fark ettiğinde; “bizi görsünler diye yüzümüzü kapatıyoruz; adımızı söylesinler diye adımızı reddediyoruz; geleceğimiz olsun diye şimdiyle kumar oynuyoruz; yaşamak için de… ölüyoruz”. Anlatıcı bu alıntıyı yine Marcos’un bir cümlesiyle tamamlayacaktır; “işte buradayız, gerçeklikte ölümle alay ediyoruz.”
Cenup
“Cenup” gerek kurgu ve biçim gerek açıdığı meselelerle “Hayvan Müzesi”ni çağrıştıran bir roman. Roman kahramanı Julio Gamba, geçirdiği beyin kanaması sonucu dil yetisini, sözcükleri kaybeden Aliza’nın, Arjantin’in kuzeyindeki Humahuaca’daki bir sanatçı kömününde yaşadığını ve elementlere adanmış roman dörtlemesinin yarım kalan son cildini Julio’nun tamamlamasını vasiyet ettiğini bu mektuptan öğrenir. Julio, çağrıya kulak verecek, Humahuaca kırsalındaki komüne ulaşacak, gençlik aşkının notlarını gözden geçirecek ve anlatılan hikayelerle hiç bilmediği tarihlere, olaylara, insanlara açılacaktır. Uzun bir felaketzedeler zinciridir aklında kalan.
Çok sayıda kişi, karakter ve hikaye barındıran çok katmanlı bir metin okuyoruz. Roman farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda, farklı insanların merkezinde olduğu hikayelerle ama merkezi temaları yineleyen eşmerkezli çemberler çizerek ilerliyor. Romanda gerçek tarihi karakterlere de yer vermiş ama rolleri birinci planda değil, onlar Latin Amerika tarihine yaptıkları somut etkilerle ve dönemin egemen ideolojilerinin temsilcileri olarak katılmışlar hikayelere. Ne yazık ki “Cenup”u oluşturan bütün hikayeler kederli. Tarihten gelen bir keder. Sömürgecilerin ve emperyalist politikaların yol açtığı yıkımlar, soykırımlar, kaybolan diller, dillerini ve tarihlerini savunmaya çalışan insanlar, bütün topluma yayılan hafıza kaybı. Romanda Guetamala askeri diktatörlüğünün yol açtığı şiddeti ve bellek kaybını açtığı Bellek Tiyatrosu ile göğüslemeye çalışan Juan de Paz Raymundo’dur. “Amaç geçmişi gömüldüğü yerden çekip çıkarmak,” diye açıklar tiyatrosunun mantığını. “General Ríos Montt’un askerlerinin hunharlığını ayrıntılarıyla anlatan yüzlerce tanıklığı dinlediğinde, yapılan zulmü kaydetmeye çalışan tarihçilerin, çatışmanın birçokları için taşıdığı anlamın en insani yanını unuttuğunu anlamıştı: Bir amaca hizmet etmeyen bütün anıları bastıran terör perdesinin ardında gündelik anılar yok olup gidiyordu (…) amaç köyün hafızasını adeta bir müzeymiş gibi yeniden oluşturmaktı”.
Geldiğimiz bu noktada toplumsal bellek yitiminden söz etmek istiyorum. Bu tarz romanları okuyup kendi karanlık tarihimizle bir kez daha yüzleşirken bir kuşağın imhasına, çıplak bir şiddete, adaletsizliğe, toplumun suç ortaklığına kadar uzanan suskunluğuna ve sonrasında insanları inkarcılığa sürükleyen bellek yitimine duyduğum hınç ve öfkenin hala dinmediğini anlıyorum. İnsan ruhunda derin izler bırakan bu türden duygulardan arınamamışlığımızın en önemli nedeni, geçmişle ilgili hatıraların bastırılmışlığında, geçmişle hesabın kapatılamamışlığında aranmalıdır. Fonseca’nın romanlarının çıkış noktası tam da budur.
“Geçmişle hesaplaşma” kavramı, Almanya’nın ve Almanların Nazi vahşetinin çok boyutlu yıkımıyla baş etme çabası gibi özgül bir bağlam içinde türemiş, evrenselleşmesi ise 1980’lerin sonlarında söz konusu olmuş. Sonuçta, “hangi dile nasıl bir karşılıkla aktarılmış olursa olsun, geçmişle hesaplaşma kavramı, ağır insan hakları ihlallerinin yoğun olarak yaşandığı diktatörlük yönetimlerinin ve/veya iç savaşların ardından, insan hakları değerlerine yaslanan bir toplumsal barış ve demokratik bir siyasal kültür inşa etme sorunu etrafındaki tartışma ve çalışmaların merkezine yerleşmiş”.
Bellek dinamikleri yaklaşımının bir diğer önemli varsayımı, bellek üzerindeki zamansal etkiyi, sosyal kimliklerin tarihselliğini ve bellek oluşumundaki aracı rollerin önemini vurgulamasıdır. Diğer bir deyişle belleğin pasif, manipüle edilir ve “öylece kalır” bir inşadan ziyade, zaman içinde değişen ve bunu birçok farklı aktörün, değişik bakış açıları ve motivasyonlar aracılığıyla gerçekleştirdiği bir süreç olarak görür. Bu noktada bedensel pratiklere dayalı anma törenlerine odaklanmış sabit bir bellek yapısökümünden ziyade, “anlatı” içine kodlanmış dinamik, değişken ve yorumsamacı bir bellek analizine odaklanır ve bu perspektif üzerinden tarih ve belleği birbirine bağımlı kavramlar olarak görür. Her iki kavram da “yazı” ile inşa edilmiş, “anlatısal” etkinlikler olarak kavranır. Ortak dilin bağlayıcılığıyla oluşmuş edebi metinler, şehirler, sokak adları, anıtlar, mezarlıklar, armalar, törenler, giysiler, yemekler ve belki sayamayacağımız kadar çok ortak “bellek mekanı/yeri” toplumun imgelemini kurar ve onun simgesel inşasına aracı olur
“Toplumun parçalanması ve toplumsalın çöküşü olarak da niteleyebileceğimiz bu sürecin önüne geçebilmek için, “negatif hatırlama”ya dayalı bir geçmiş politikasına, zulüm ve haksızlık pratiklerinin cezasız kalmamasını sağlayacak bir geçmişle hesaplaşma sürecine, başkalarının acısına bakma ve yasını paylaşma kültürünü inşa çalışmasına ihtiyacımız var.” Bu konuda romana büyük görevler düşüyor.
Fonseca’nın okuduğum her iki romanında da gerek kişisel gerek kollektif anlamda belleğin işleyişi ve bellek yitimi, giderek çürüme temaları önemli bir yer tutar. Kuşkusuz bunun kendi tarihiyle, Latin Amerika ülkelerindeki askeri diktatörlüklerin ve kirli savaşların yarattığı travmayla ilişkisi var. Buna ek olarak romanlarındaki karakterlerin gündelik hayatla sorunlu insanlar olduğunu görüyoruz. Geçmişle günümüz arasında içe daireler çizerek, yollarda tökezleyerek, belleğin yaralandığı tarihsel anlarda konaklayarak boğuntunun kaynaklarını araştırıyor. Bu yolculuk aynı zamanda belleğin çarpıtılmış ve dipsiz işleyişini çoğaltmanın bir biçimi. Ancak hakikati muğlaklaştırmıyor, güvendiğimiz, kuşku duymadığımız hakikati sorguluyor. Farklı zamanlardan farklı coğrafyalara sıçrayan, İsrail’den İspanya’ya, oradan New York’a, sonra Porto Riko’ya, Meksika’ya, Latin Amerika ormanlarına ve adsız, küçük bir maden kasabasına uzanan“Hayvan Müzesi” kuşkusuz küresel bir roman. Bütün bu seyehatlere ilişkin olay ve gözlemler tarih bilinci ile yoğurarak hikayeleştirmiş.
Fonseca’nın edebiyat üzerinden yapmak istediği -romanında hayat verdiği karakterler gibi- “adaletsiz bir geçmişin sırrını gömebileceği bir anıtmezar inşa etmek istemiş”. Latin Amerika’nın hala kanayan kesik damarlarının, istilacıların, içbirlikçilerin ve direniş kültürünün izlerini sürüyor.
Cenup’un anlatıcısı bütün bu karanlık süreçlere müdahil olmadığı ve direniş kültüründen nasibini almadığı için kendisini suçlayacaktır;
“Öykünün bütün kişileri arasında sahnede görünmeye yanaşmayan, korkarak saklanan tek kişi kendisiydi. Kendisine geçmişten gelen seslerle yüzleşince harekete geçme vaktinin geldiğini anladı”…
Fonseca yazdığı romanlarla direniş kültürüne katkıda bulunuyor; bu şaşırtıcı romanıyla siyasetten ekonomiye, modadan sanata, yıkımlarla ve adaletsizliklerle dolu insanlık tarihinin müzesini kuruyor. Tıpkı hikayedeki kadın gibi; kıyameti görmüş bir insanın, bu kıyameti yaratanlara karşı giriştiği sanatsal bir eylem…
Bütün olumsuzluklara, insani dramlara rağmen umutsuz değil; “cümlelerin hala var olduğu bir dünyanın kurtarılabilir bir dünya olduğunu düşündüm”
*2023 kış dönemi A. Ömer Türkeş ile yapılan ‘Çağdaş Dünya Edebiyatı seminer metnidir