Kapitalizmin çoklu krizlerden çıkış stratejisi olarak doğanın sermayeleştirilmesi[i]
Uğur Eser
Küresel kapitalizmin krizinin özel tarihsel niteliği bu dönemde öncekilerden farklı olarak çoklu krizler yaşamasıdır. Neoliberal kapitalist küreselleşme son kırk yılın sonunda dünya çapında benzeri görülmemiş sosyal eşitsizlik, ekolojik- iklim değişikliği krizi, siyasal kutuplaşma ve jeopolitik gerilim ile sonuçlandı. Wolfgang Streeck (2021)[1] küresel kapitalizmin beş sistemik bozukluğunun onun sonunu getirdiğini ileri sürmektedir : üretkenliği ve ekonomik büyümeyi sıçratan ileri teknolojiye rağmen yaşanan uzun vadeli durgunluk, finans sektörünün devasa büyümesiyle ortaya çıkan borçların büyümesi ve eşitsiz yeniden bölüşüm, özelleştirmeler yoluyla kamusal alanın yağmalanması, yasal ve yasa dışı faaliyetlerden elde edilen gelirlerin artmasıyla yaşanan yozlaşma ve ahlaki gerileme. Küresel sermaye ve işbirliği haline oldukları devlet aygıtları bir taraftan yaşanan çoklu krizlere çözüm bulmaya ve bu krizlerden çıkış için strateji geliştirmeye çalışırken, diğer taraftan bu stratejinin sürdürülebilirliğini sağlayacak siyasal koşulları sağlamaya, kısaca çoklu krizleri yönetmeye çalışıyor.
Dünya sistemi olarak kapitalizmin çoklu krizleri yaşadığı 21. yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuracak olan kriz muhtemelen ekolojik kriz olacak. İsviçre’nin Davos kentinde toplanan 54’üncü Dünya Ekonomik Formu (WEF) öncesi yayınlanan 2024 Küresel Riskler Raporu’nda küresel ekonomiyi yakın ve orta vadede tehdit eden doğa ve teknoloji kaynaklı en büyük on risk faktörü arasında ilk dört sırayı ekosistem çöküşleri, biyoçeşitlilik kaybı, aşırı hava olayları ve doğal kaynak yoklukları alıyor (World Economic Forum (WEF) (2024)[2]. Dünya’da ekosistemler çöküyor. Doğada kritik doğal eşikler aşılıyor, bir çeşit ekolojik sürdürülemezlik hali yaşanıyor. İklim değişikliği, su taşkınları, aşırı hava olayları, orman yangınları, kuraklık ekosistemdeki bozulmanın başlıca belirtileri. Ekosistemde canlıların populasyonları azalıyor, bazılarının nesli tükeniyor. Biyoçeşitlilik görülmemiş hızla azalırken, canlı türleri yavaş yavaş kayboluyor. Fosil yakıt kaynaklı enerji kullanımının neden olduğu küresel ısınma su baskınlarının, çölleşme, asit yağmurları pek çok çevre sorununun da nedeni. Atmosferdeki sera gazlarının artması nedeniyle küresel sıcaklığın yükselmesi, kutup buzlarının erimesi, bunun da dünyanın her yerinde iklimi değiştirmesi ve etkilerinin yayılması iklim krizine dönüşüyor. İklim değişikliği varoluşsal bir tehdit.
Avrupa Çevre Ajansı (EEA) (2021) iklim değişiminin yol açtığı aşırı hava olaylarının son 21 yıllık dönemde küresel ekonomiye maliyetini yaklaşık 16 trilyon dolar olarak belirtiyor. AB üyesi ülkelerinin (AB-28) 1980 ile 2019 yılları arasında iklimle ilgili değişimlerden doğan ekonomik kayıplarını 446 milyar Euro olarak hesaplıyor (www.eea.europa.eu).
Dünya ekonomisi şimdiki büyüme temposunu sürdürürse küresel ısınmada bu eşiğin çok daha önce aşılacağı, yüzyılın sonunda 3 derecelik bir düzeye çıkılacağı tahmin ediliyor. Bilim insanları dünyanın 2030’lu yıllarda küresel ortalamada muhtemelen 1.5 santigrat derece iklim eşiğinin aşılacağı uyarısını yapıyor. Nitekim, Birleşmiş Milletler çevre raporları, Uluslararası Enerji Ajansı’nın Küresel Enerji İncelemesi 2021 raporu, Dünya Bankası, OECD, UNCTAD ve iklim bilimcilerin son raporları sıcaklık artışını önlemek için 2050’de sıfır karbon salımı hedefine ulaşmanın güç olduğuna işaret ediyor. Ulusal olarak belirlenmiş Niyet Beyanlarına, Yeşil Mutabakat bildirisine ve verilen taahhütlere rağmen küresel ısınmanın azaltılmasında başarı sağlamanın zor olacağı ve iklim hedeflerine ulaşılamayacağı anlaşılıyor.
Ekosistemdeki çöküşün sosyo ekolojik ve siyasal sonuçları da var. Kapitalizmin finansallaşmasının tetiklediği küresel ekonomik krizin yol açtığı eşitsizlikler sürerken, ekosistemden kaynaklı sorunlardan dolayı gelir kaybı yaşayan, işsiz kalan, yaşam koşulları değişen bir çok insan yaşadığı yeri terk ediyor. İklim göçleri pek çok ülkede sosyo ekolojik bir göç krizi yaratıyor. Dünya Bankasının (2023) tahminine göre, 2050 yılında iklim kaynaklı mültecilerin sayısı 140 milyonu geçecek gibi görünüyor. Artan yoksulluğa bağlı olarak hızlanan insan hareketliliği ve kitlesel göç dalgaları siyasi iklimi de etkiliyor, siyasi kutuplaşma artıyor, göçmen, mülteci karşıtlığını, ırkçılığı körüklüyor, iç barışı bozuyor ve sosyal patlamalara yol açıyor. Ekolojik kriz siyasi alanı istikrarsızlaştırınca bir demokrasi krizine dönüşüyor. Devletler önünü alamadıkları krizleri ancak daha baskıcı, otoriter toplumsal denetim sistemleriyle (güvenlik yasaları, savunma harcamalarındaki artışlar vb.) yönetebiliyor.
**
Belirtmek gerekir ki, tarihsel kapitalizm hedefi olan sonsuz sermaye birikimini sürdürebilmek ve bunun için genişlemek ve büyüme mecburiyeti olan bir sistem. Büyüme kapitalizm için bir zorunluluk. Kapitalizm her zaman sermaye birikimi ve büyüme (piyasaların sürekli genişlemesi) ile ilgili olmuştur. Kriz dönemlerinde sermaye birikimi- büyüme durağan haldeyken doğal kaynaklar ve verimliliği artıran teknolojiler kapitalizm için her zaman krizden çıkış yönünde çözüm olmuştur.Varlığını sürdürmesi özel sermaye birikiminin (yüksek miktarda artı değerin yeniden yatırıma yönlendirmesinin) başarılmasına bağlı. Büyüme olmaz ise sistem durgun bir duruma sürükleniyor. Sermayenin birikmediği ve ekonomik büyümenin durduğu bir sistem artık kapitalizm olmaktan çıkıyor. İşsizlik ve yoksulluk artıyor, borçlar birikiyor ve ödenemiyor. Büyümenin durması (uzun süren durgunluk) sermaye birikiminin (kar oranlarının) sürekliliği önünde bir engel oluşturuyor. Bu durumda birikimin sürekliliği ( artı değerin yeniden yatırılması yoluyla sermayenin yeniden üretimi) ancak insan emeğinin (uzun çalışma saatleri ya da daha fazla insan çalıştırmak şeklinde) ve doğanın sömürüsüyle sağlanabiliyor. Büyümenin durması toplumsal taleplerin karşılanmasını, nüfusun beslenmesini, borçların ödenmesini imkansız kılarak kapitalizmin ve liberal siyasetin- demokrasinin istikrarsızlaşmasını da beraberinde getiriyor.
Tarihsel kapitalizm asıl hedefi olan sonsuz sermaye birikimini sürdürebilmek için coğrafi olarak genişlemeyi ve sermaye için karlı alanlar arayışını sürdürmektedir (Stoll, 2024)[3]. Sermaye bunu yeni metalaştırma biçimleri yaratarak ve daha önce nüfuz edemediği ekonomik, sosyal, beşeri ve doğal alanlara girmek yoluyla gerçekleştirmektedir. Krizler sermayenin devasa boyutlarda değer kaybına yol açtığında, tek çıkış yolu sermayenin sınırsız birikimini (yeniden üretimini) mümkün kılan, büyümesini engelleyen her türlü sınırlamadan- değer kayıplarından kurtulmak için, daha önce nüfuz edemediği ekonomik, sosyal, gündelik hayatın her alanına girmesidir. Sermaye bunu birikim krizine girilen dönemlerde çok farklı sermaye formları ile yapmış ve her şey metalaştırıldığı ve parasallaştırıldığı için birikim- büyüme sürecinin devamını sağlamıştır. Harvey’in (2015) işaret ettiği gibi sermayenin sınırsız birikim ve büyüme arzusu doğal kaynakların aşırı kullanımı, doğal yaşam ortamlarının hızla bozulması gibi ekolojik- çevresel sorunlara yol açsa da, kapitalizm uzun geçmişinde krizleri bu sayede çözmeyi başarabilmiştir[4].
Ancak ikinci dünya savaşı sonrasında “büyük hızlanma” olarak adlandırılan hızlı büyüme döneminin yakıtı olan fosil enerji kaynakları artık sermaye birikimini ve büyümeyi kesintisiz sürdürebilmeyi sağlayamıyor. Üstelik sürekli sermaye birikimi dürtüsü, endüstriyel üretimdeki artış ve hızını kesmeyen şehirleşme atmosferdeki karbondioksit birikimini hızlandırarak insan ve doğa arasındaki metabolik ilişkiyi bozmuş durumda. 2008 finans krizi patlak verdiğinde küresel ekonominin merkezindeki ülkelerin uzun bir yavaş büyüme dönemine girmesi ve fosil enerji kaynaklarına dayalı uzun vadeli büyümenin son bulması yeni enerji teknolojilerine olan ihtiyacı açığa çıkardı.
Fosil kaynaklara dayalı büyüme modeli yaşanan ekolojik krizin temel nedeni. Sınırsız ekonomik büyüme doğal kaynakların ve biyoçeşitliliğin tükenmesi pahasına gerçekleşiyor.Büyümeye bağımlı kapitalist sistem doğal kaynakları büyük bir hızla tüketiyor ve atık üretiyor. Fosil enerji kullanımına dayalı ekonomik büyüme ile ekolojik kriz arasındaki ilişkiyi gösteren ampirik kanıtlar da bu tezi doğruluyor. Ekonomik büyümenin bugünkü biçiminin sürdürülmesi ve doğal kaynakların aşırı kullanımının önlenememesi halinde doğal hayatın tahribatı kaçınılmaz olacak, krizin ekolojik bir yıkıma, bunun da bir uygarlık krizine dönüşmesi önlenemeyecek (Başkaya,2016)[5] . Skidelsky ve Skidelsky’nin (2014) belirttiği gibi geri döndürülemez iklim krizi bizim “ekonomik büyümeyi, hatta belki bizim bildiğimiz uygarlığı acilen terk etmemizi” gerektiriyor[6]. Çözüm, Nancy Fraser’in (2022) sözünü ettiği, kapitalizmin insan ve doğayla arasında kurduğu ilişkiyi sorgulamaktan ve kapitalizmin sürekli kriz üreten “ekolojik çelişkisi”ni kavramaktan geçiyor[7].
**
Büyümeyi kesintisiz sürdürebilmek için kapitalizmin tek dayanağı günümüzde yeşil ve dijital teknolojiler. Enerji alanında yaşanan yeşil dönüşümün temelinde dijital teknolojik devrim yatıyor. Bir zamanlar birbirinden ayrı ve farklı işlevleri olan bu iki teknoloji artık birbirine yakınsıyor ve tamamlıyor (Pitron, 2023)[8]. Kapitalizmin tarihsel gelişimindeki ekonomik dönüşümler bilgi teknolojileriyle yeni enerji sistemlerinin kesiştiği süreçte gerçekleşiyor. Yeşil teknolojilerin (rüzgar türbinleri, elektrikli araç bataryaları, güneş enerjisi panelleri) ve sanal ağ tabanlı radikal dijital teknolojilerin (otomasyon, yapay zeka teknolojileri, 3 D yazıcı vb.) kapitalizme dayanıklılık kazandırması ve krizden çıkarması bekleniyor. Bu iki alandaki gelişmelerin daha önce görünmeyen bir “yeşil enerji bolluğu” yaratacağı ve yeni sanayi sektörlerini harekete geçirerek yeni pazarlar yaratacağı, yeni iş ve istihdam alanlarına yol açacağı savunuluyor (Greenfield,2017; Rifkin, 2014)[9]. Teknoloji sayesinde (özellikle ileri malzeme teknolojilerinde) yüksek bir verimlilik sağlanacağını, bu yolla metaların üretiminde doğal kaynak ihtiyacının kalkabileceğini, hatta bilgi teknolojilerinde ve yeşil teknoloji alanındaki gelişmelerin ekonomik büyümenin sonsuza kadar sürdürülmesinin yolunu açtığını dahi savunanlar var.
Yeni yeşil enerji teknolojilerinin temel kaynakları ise bu teknolojilerin üretiminde kullanılan ve yer altından/kayaçtan çıkarılan kritik- nadir toprak elementleri. Sayıları yaklaşık otuz olan bir küme oluşturan kritik toprak elementleri arasında, sanayi de kullanıldığı alanlar olarak öne çıkanlardan,Lityum akıllı/cep telefonlarında kullanılan pillerin/bataryaların hammaddesi olarak, Kobalt cep telefonu ve bilgisayarlardaki lityum- iyon bataryalarda, hibrit araçlar ve otomotiv sektöründe ve açık deniz (off-shore) rüzgar türbinlerindeki çok güçlü elektro mıknatısların üretiminde kullanılıyor. Grafit pil, nano teknolojilerin, elektrikli arabaların imalatında, Germanyum fotovoltaik paneller, optık fiberlerin imalatında, Galyum yarı iletkenlerin üretiminde, İndiyum elektronik çipler, LCD ekranların üretiminde, Berilyum uzay sanayi ve nükleer enerji üretiminde, Tungsten robotik sanayinde kullanılıyor…. Elektrikli motorlar sayesinde hiç petrol ve kömür kullanmadan (elektrik bataryalarına bağlı ve elektronik mıknatıslarla manyetik alan yaratarak) yüksek hızlı tren, otomobil ve uzay araçları üretilebiliyor. Rüzgar türbinleriyle, fotovoltaik güneş panelleriyle rüzgar ve güneş ışınları elektriğe dönüştürülebiliyor. Elektrikli diş fırçasından, tasarruflu ampullere, motorlu testerelere ve gökdelenlerdeki asansörlere kadar imalat süreçlerinde kullanılan kritik/nadir metaller (kimyasal, optik, kataliktik özellikleriyle) temiz elektrik enerjisi üretmeyi mümkün kılıyor….
Ne var ki, dijital ve yeşil teknolojiler hiç de masum değil. Dijital ve yeşil teknolojiler imalat süreçlerinde büyük miktarlarda nadir toprak elementlerinin çıkarılmasını gerektiriyor. Yenilenebilir temiz enerjiye geçiş (rüzgar türbinleri, güneş panelleri, elektrikli bataryalar) için gerekli malzeme ihtiyacını sürekli artırıyor, yer altından çıkarılan nadir bulunan metallere olan talebi sürekli yukarıya çekiyor[10]. Geçmişte uzun süredir üç temel enerji kaynağı olan petrol, kömür ve gaz tüketiminin 2035 yılına kadar çok yavaş artması beklenirken, nadir toprak elementlerinin (metaller ve minerallerin) tüketiminde olağanüstü bir artış yaşanması ve ülkelerin bu elementlere bağımlılığının artması bekleniyor. Termik- güneş ışınlarından elde edilen enerji ile çalışan güneş panelleri ve elektrik bataryaları ile çalışan otomobillerin, imalat sürecinde geleneksel imalat süreciyle karşılaştırıldığında, daha çok enerji tükettiği ve çevresel etkilerinin çoğu kez ihmal edildiğini gösteren bulgular var[11].
Kısaca yeşil teknolojilerin ekolojik sicillerinin hiç de temiz olmadığı anlaşılıyor. Daha temiz bir dünya/ekosistem için elzem olan bu metallerin, aynı zamanda ekosistemi kirletmesi, daha yeşil bir dünyanın onu kirleten metallere bağlı olması kapitalizmin büyük paradoksu. Bu metallerin topraktan çıkarılması ve ayrıştırılmasının ancak çevreyi kirleten yöntemlerle mümkün olması ve atıkların çoğunun geri dönüşümlerinin mümkün olmaması ise yeşil enerji teknolojilerinin “karanlık yüzü”nü oluşturuyor (Pitron, 2023).
Öte yandan daha çok nadir toprak elementinin çıkarılması, yani küresel madencilik faaliyetlerinin artması ve doğanın kaynak olarak görülüp sermayeye dönüştürülmesi anlamına geliyor. Yenilenebilir enerji teknolojileri daha yaygın hale geldikçe, elektrikli araç kullanımı artıp elektrik şebekelerinin modernizasyonuna geçildikçe kritik- nadir metallere talepteki artış küresel şirketlere uzun vadeli yüksek karlı bir yatırım fırsatı sunuyor.
Yeşil ve dijital teknolojilerin büyüsüne kapılan ekolojik iktisatçılar büyüme modellerine doğal sermayeyi dahil ederek ekonomik büyümenin sürdürülebilmesinin koşullarını aramaya çok önce başladılar (England, 20009)[12]. Doğayı kaynak olarak görüp sermayeleştirmeyi öneren bu iktisatçılara göre, ekonomik büyümenin uzun vadede sürdürülebilmesi için doğal kaynaklar da dahil, zenginlik sağlayan beşeri, sosyal tüm varlıkların değerinin (servet muhasebesiyle)ölçülmesi ve değerlendirerek (fiyatlandırarak) ekonomiye kazandırılması gerekli. Çoğunlukla az gelişmiş ülkelerin topraklarında bulunan doğal kaynakların (nadir toprak elementlerinin) ancak küresel piyasaya entegre edilip finansal bir varlığa dönüştürüldüğünde ve bir piyasa malı gibi “doğru” (rekabetçi) fiyatlandığında gerçek değerini bulacak (McKinsey, 2021)[13]. İklim değişikliği ve biyo çeşitlilik kaybı gibi ekolojik sorunlara çözüm (karbon depolamayı artıran, sera gazı emisyonlarını önleyen) Doğal İklim Çözümleri (NCS) projeleriyle sağlanacak. Bu teze göre NCS projeleriyle doğaya yatırım yapmadan iklim değişikliği sorununu çözmenin bir başka yolu yok. Doğayı sermaye formunda kavramsallaştıran ve kapitalizmin piyasalaşma ve metalaşma mantığını doğanın tamamına yaymayı amaçlayan uluslararası kuruluşlar bunu küresel ısınma kaynaklı iklim değişimine bir çözüm olarak sunmaktadır[14].
Sermayenin doğaya ve emeğe yönelik stratejileri neoliberal kapitalizmin 2000’lerdeki üçüncü evresinde yeni nesil neoliberal politikalarla uygulamaya konulmuştur. 2000’li yıllarda yaşanan durgunluk ve karlı yatırım alanlarının azalması (aşırı birikim sorunu), sermayenin bu sorunu özelleştirme, mülksüzleştirme, finansallaşma, doğal sermaye yatırımları ve dijital teknolojiler yoluyla yeni metalaşma biçimleri yaratarak çözmeye yöneltmiştir. Doğal sermaye stokunun sürdürülebilir büyüme için gerekli olduğu tezi ise Washington Uzlaşması politikalarını takviye etmek amacıyla 2000’li yıllarda küresel finans krizi sonrasında ortaya atılmıştır. Böylece doğa, “doğal sermaye” formunda meta olarak bir birikim- büyüme stratejisi halini almış, sermayenin doğaya el koyma süreçlerini hızlandıran etkide bulunmuştur. O zamana kadar piyasa dışında ( dışsal) tutulan doğaya, “ekosistem ürünleri” adı altında fiyatlandırılarak bir değer biçilmiş ve varlık piyasalarında işlem görerek hızla sermayeleştirilmiştir. Böylece bir taraftan doğayı- ekosistemi koruyor görünürken, diğer taraftan doğal kaynaklara yatırım yoluyla sermaye birikimi ve ekonomik büyümenin kesintisiz sürdürülmesi olanaklı hale gelmiştir.
Günümüzde Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, Dünya Ekonomik Forumu ve Avrupa Çevre Ajansı gibi uluslararası kuruluşlar ekosistem hizmetlerinin parasal değerinin belirlenmesinin ve doğaya yapılacak yatırımların onu koruyacağını günümüzde güçlü biçimde savunmaktadır. Doğal kaynakları potansiyel bir parasal değere sahip varlıklar (asset) olarak gören çevre iktisatçılarından da kuramsal destek alan bu kuruluşlar doğanın- ekosistemin sermayeleştirilmesini önermektedir. Doğanın sermayeleştirilmesinin arka planında iklim değişimi sorunlarını piyasa ilişkileri içinde çözme ve sermayeye yeni karlı alanlar açarak kapitalizmin birikim-büyüme sorunlarını çözme arzusu yatmaktadır. Kapitalizmin birikim ve metalaşma dürtüsü günümüzde çok geniş bir alanda sürmektedir.
**
Bu süreçler devletlerin onayı olmadan kuşkusuz gerçekleştirilemezdi. Devletler bu sürece yakın tarihte bir çok iklim araştırmasının ve iklim konferans raporlarının bulguları ve artan ekolojik protestolar mevcut küresel düzenin sürmesinin ekolojik olarak sürdürülemezliğini ortaya çıkarınca dahil oldular. Fosil yakıtlarla desteklenen ekonomik büyümenin sonuçlarını görmezden gelmek giderek zorlaşınca devletler dünya ekonomisini fosil yakıtlardan arındırmayı, sera gazı salımını sınırlayarak iklim kriziyle mücadeleyi öncelikleri arasına aldılar. Özellikle küresel finans krizin ardından yaşanan Büyük Durgunluk sonrasında birikmiş sermayeleri değer kaybına uğrayan ve pazar kaybı yaşayan enerji ve finans şirketleri krizin önüne geçmesi ve karlı yeni yatırım alanları bulması için devletlere baskı yapmışlardır. Geçmişte uzun süredir fosil yakıt kullanımını teşvik eden devletler ve bu teşviklerden olağanüstü kazanç sağlayan şirketler her yıl düzenlenen iklim konferanslarını ve panelleri kendilerini çevre açısından aklamak (greenwashing) için kullandılar. İklim değişimi ve çevre kirliliği ile mücadele doğrultusunda bir çok rapor hazırlayıp, neoliberal devletlere önerilerde bulundular. “Yeşil Enerji”, “Yeşil Büyüme”, “Yeşil Mutabakat”, “Yeşil Dönüşüm” çağrıları yapan devlet, şirket ve uluslararası düşünce kuruluşlarının bu çabaları kapitalizmin ekolojik çelişkisini çözmeye yöneliktir. Günümüzde yeşil sektörlere yatırım ve doğayı ekonominin içine çekerek sermayeleştirme iklim değişikliği ile küresel mücadelenin bir parçası haline gelmiştir.
Bu çağrılar günümüzde devletler tarafından yeni bir birikim- büyüme stratejisi ve yeni sanayi politikası olarak sunulmaktadır. Doğal kaynak kullanımında verimliliği iyileştiren yeşil ve dijital teknolojilerin iklim krizini çözmeye yardımcı olacağına dair görüşler çoğu ülkede kamu politikalarına temel oluşturmaktadır. Artık yeni sanayi politikaları doğal sermaye, yeşil enerji yatırımlarını da içermektedir. Neoliberalizmin krizine bir tepki ya da kapitalizmin yaşadığı çoklu krizden çıkış stratejisi olarak tasarlanan yeşil sanayi politikaları gelişmekte olan ülkelere yeni bir kalkınma paradigması olarak önerilmektedir. Son yirmi yılda doğanın kaynak olarak görülüp sermayeye dönüştürülmesi ve neoliberal politikalarla özel şirketlerin hizmetine sunulması sürdürülebilir kalkınmaadına yapılmaktadır.
Günümüzde kapitalizm bu yolla ekolojik- çevre sorunlarını büyük bir işkolu haline getirmiş ve kendine özgü bir ekosistem yaratmıştır. Yeşil yeni sanayi politikalarıyla ekonomide stratejik sektörlerin güçlendirilmesinin yanı sıra, yatırımlarını daha az karbon salımı yapan sektörlere kaydıran yeşil dönüşüm (doğal sermaye) şirketleri iklim finansmanı fonlarıyla teşvik edilmektedir (World Bank,2021)[15]. Fosil yakıt desteklerini azaltmayı hedefleyen devletler, stratejik önemi olan sektörlerde (elektirikli araç bataryaları, güneş enerjisi panelleri vb.) şirketlere doğal sermaye yatırımları için uygun yatırım ortamını hazırlamakta ve (şirket kurtarma, kemer sıkma, ucuz emek ve kurumsal teşviklerle sermaye aktarımının yanı sıra) yeşil teknoloji (green tech) şirketlerine yenilenebilir temiz enerji destekleri altında muazzam miktarda kamu kaynağı aktarmaktadır.Genişleyen ve karlı bir pazara dönüşen dijital teknoloji sektörünün yanı sıra, doğayı kaynak olarak kullanan yeşil teknoloji şirketlerine aktarılan kaynaklar ekolojik bir toplum yaratmaya değil, iklim değişikliğinden kazanç sağlamaya yöneliktir. Devletlerin yasal düzenlemelerle yerli ve yabancı enerji ve maden şirketlerine sağladıkları teşvikler bu şirketlere uzun vadeli yüksek karlı yatırım fırsatı sağlamaktadır. Devletlerin yeni yeşil sanayi politikaları kapsamında sermayeye sağladığı teşvikler (yeşil sübvansiyonlar, arazi, finansman destekleri vb. ) birikim sürecinin kesintisiz sürdürülmesine yöneliktir. Karbon salımını azaltan yenilenebilir, temiz, düşük karbonlu enerji kaynaklarına ve yeşil sanayilere yatırımların finansman kaynağı (2030’de 30 trilyon doları bulması tahmin ediliyor) küresel enerji ve finans sermayesi için oldukça karlı bir yatırım alanıdır.
Harvey (2015) sermayenin devletlerle birlikte ekolojik söylemler üzerinden çevre dostu rolüne soyunarak yüksek kazançların kaynağı olan yeşil yatırım projelerinin toplum refahını artıran projeler olarak sunulmasını “ yeşil aklama” (greenwashing)olarak adlandırmıştır[16]. Çoğu zaman bu aklama enerji kullanımında verimliliği artıran dijital tabanlı yeşil teknolojiler üzerinden yapılmaktadır. Nitekim günümüzde sermaye, emek süreçlerinde ve doğada var olan tüm maddi sınırlamaları sadece coğrafi genişlemeye giderek, üretim mekanlarını kaydırarak, emek piyasalarını esnekleştirerek, yeni ve ucuz hammaddelere erişimi sağlayarak, yeni kullanım değerleri yaratarak ve yeni pazarlar arayarak, hayali- sanal sermaye yaratarak değil, yeni dijital teknolojiler geliştirerek ve doğal kaynakları- ekosistemi sermayenin sömürüsüne açarak aşmaktadır.
Doğayı karlı bir yatırım alanı olarak gören küresel sermayenin (gıda, ilaç, maden şirketlerinin) ve ulusal sermayenin farklı fraksiyonlarının (enerji, maden, inşaat ve endüstriyel tarım da dahil) merkezi devlet ve yerel yönetimlerle aralarında kurdukları simbiyotik ilişki ağları bu süreçte kilit rol oynuyor. Doğanın ve enerji kaynaklarının sermayeleştirilmesi ve bu yolla talan edilmesi ve sömürülmesinin doğru kavranabilmesi ve bütünlüklü bir değerlendirmenin yapılabilmesi için bu kaynakların küresel ve ulusal sermaye birikim süreçleri ve kalkınma-sanayileşme stratejileri içindeki yerine bakmak gerekir.
Devletler fosil enerji şirketlerine sağladıkları mali destekler ve yerli ve yabancı bu şirketlerle kurdukları simbiyotik ilişki nedeniyle, aslında bu şirketlerin sorumlusu olduğu ekolojik –iklim krizinin parçasıdır, krizin oluşumunda suç ortağıdır. Birikimin bu koşullarını sağlayan devlet biçimi günümüzde otoriterleşen neoliberalizmdir. Kamu hizmetlerini piyasalaştıran, özelleştiren, doğal kaynakları bir yatırım-girişimci alanı olarak gören, ücretleri baskılayarak çalışanları güvencesizleştiren, gelir ve kaynakların dağılımını şirketler lehine bozan neoliberal devletler iklim krizinden de sorumludur. Neoliberal kapitalizm insanlık ve doğa için gerçek bir varoluşsal risk oluşturuyor. Magdoff ve Wıllıams’ın (2021) sözleriyle “ neoliberalizm yeryüzünden silinmeden kapitalizmin ekolojik krizi yok edilemez”[17].
[1] Streeck, W (2021) Kapitalizm Nasıl Sona Erecek?, Tellekt.
[2] World Economic Forum (WEF) (2024), Global Risk Report 2024.
[3] Stoll, M (2024) Kar, Kapitalizmin Tarihine Ekolojik Bakış, Ayrıntı yayınları
[4] Harvey, D (2015) On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu, Sel yayınları.
[5] Başkaya, F (2016) Bir Başka Uygarlık İçin Manifesto, Yordam kitap.
[6] Skıdelsky, R ve E. Skıdelsky (2014) Ne Kadarı Yeterli? Para Sevgisi ve İyi Yaşam Mücadelesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları.
[7] Fraser, N (2022) “Sermayenin iklimleri”, Bayındır, D ve Yıldırım, M (2022) der. Ekoloji, Bir Arada Yaşamın Geleceği, Tellekt, 47-89.
[8] Pitron, G (2023) Nadir metaller savaşı, enerji geçişinin ve dijitalleşmenin karanlık yüzü, Çev: Alp Tümertekin, T. İş Bankası Yayınları.
[9] Greenfield, A (2017) Radikal teknolojiler, gündelik hayatın tasarımı, epos yayınları. Rifkin, J (2014) Üçüncü sanayi devrimi,İletişim yayınları.
[10] Cep telefonlarında ( batarya, elektronik parçalar, ekran, kasa içerisinde) ortalama kırk ( Lityum, bakır, cobalt, nikel vb.) kadar metal bulunuyor. Bir savaş uçağında (gövde, kanat, iniş takımı, kokpit camı, elektronik sistemler vb.) çok daha fazlası yer alıyor.
[11] Dijital ekonominin küresel iklim değişimi üzerindeki etkisini ele alan UNCTAD 2024 Dijital Ekonomi Raporu, dijitalleşmenin küresel sera gazlarının yüzde 1 ile yüzde 3’ünden sorumlu olduğunu ortaya koyuyor.
[12] England, R. W (2000) “Natural capital and the theory of economic growth”, Ecological Economics, 34 (3), 425-431.
[13] McKınsey Global Institute (2021) “Why ınvesting in nature is key to climate mitigation”, https://www. mckinsey.com, January 25, 2021.
[14] World Bank (2018) The Changing Wealth of Nations, Building a Sustainable Future, Washington DC,World Bank; Internatıonal Finance Corporation (IFC) (2020) How Natural Capital Approaches Can Support Sustainable Investments and Markets, Dıscussıon Paper, October 22, 2020.
[15] World Bank (2021) The Economic Rational to Invest in Nature, June 30,2021. https://www. worldbank.org/en/topic/natural-capital , erişim, 22.02.2024
[16] İklim krizinin yıkıcı etkilerini sınırlamak için Azerbeycan’da (Bakü) düzenlenen 2024 BM İklim Değişikliği Konferansı’nın (COP 29) 11 Kasım’da açılış konuşmasını yapan (ve bu kaynakların Allah’ın bir lütfu olduğunu savunan) Devlet Başkanı İlham Aliyev, ülkesinin karbon salımı hakkındaki haberleri “Batı’nın yalan haberleri” olarak eleştirmiş. Zirvenin başlıca fosil yakıt ülkesi olarak bilinen ve bu kaynakların üretimini gelecek on yılda üçte bir oranında artırmayı planlayan bir ülkede düzenlenmesi büyük çelişki. Azerbeycan yetkilisinin İklim Zirvesini yeni fosil yakıt anlaşmaları için kullandığı görüntüler (insan hakları örgütü Global Witness tarafından hazırlanan video kayıtları, e-postalar), ünlü aktivist Greta Thunberg’in işaret ettiği gibi, fosil yakıt ülkelerinin iklim zirvelerini kendilerini çevre açısından aklamak (greenwashing) ve fosil yakıt yatırımları için nasıl bir fırsat olarak kullanabildiklerini gösteriyor (https://www.bbc.com/turkce/articles/ cp9z4kg8jemo, 8 kasım 2024).
[17] Magdoff, F ve C. Wıllıams (2021) Ekolojik Bir Toplum Yaratmak, Devrimci Bir Dönüşüme Doğru, Efil yayınevi.