Cuma , 29 Mart 2024

Pol Pot rejiminden İŞID örgütüne: Kan hiç durmadı – John Pilger

C3uAmerika Birleşik Devletleri (ABD) 37.Başkanı Richard Nixon’un (1969-1974) Danışmanı Henry Kissinger 1969 yılında Kamboçya’ya “masif” bir bombalama yapılması için verilen talimatı aşağıya iletirken “Hareket halinde olan herhangi bir şey üzerinden uçan her bir şey” bombalanacak diye açıklama yapmıştı. Mevcut Başkan Barack Obama Barış Nobel Ödülünü aldıktan bu yana Müslüman Alemine karşı yedinci savaşını sürdürüyorken ve Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın da zaten enkaz haline gelmiş Suriye’ye “amansız” bir hava saldırısı düzenleme açıklamasından sonra, adeta orkestra halinde işleyen histeri hali ve siyasilerin söyledikleri yalanlar Kissinger’ın kanla sonuçlanan açık sözlülüğü neredeyse nostalji haline geldi.

Kafası kesilerek kurban gidenlerin, bombalama sonucu bir alanı süslercesine ağaçlara ve tarlalara serpiştirilmiş insan bedeni parçalarının olduğu manzara, havadan gelen bu vahşetin insani boyutu üzerindeki sonuçlarının tanığı birisi olarak yine de insan hafızası umursamazlığına ve tarihi aymazlığa şaşmadım. Pol Pot rejimi ve rejimin gerilla teşkilatı Kızıl Kmerlerin iktidara gelmek üzere yükselişi geçtiği dönemiyle bugün Irak ve Suriye’de faaliyet gösteren İslam devleti/İŞID örgütü marifetiyle meydana gelen olaylar arasında çok fazla ortak yanı bulunduğuna dair bu alan uzmanlarınca örnekler veriliyor. Bu her iki organizasyon da sıradan küçük birer mezhep şeklinde siyaset sahnesinde boy gösteren Ortaçağ zihniyetine sahip acımasız yapılanmalardır. Yine bu her iki organizasyon da Asya’da faaliyet gösteren, Amerikan tasarımı mahşeri (apocalypse) yapılanma ürünü örgütlerdir.

Kızıl Kmerler hareketinin aslında nasıl bir hareket olduğu, liderlerin kimler olduğu, nasıl bir stratejiyi izlediği, ne gibi taktikleri uyguladığı ve militanların örgüte nasıl bir sadakatle bağlı oldukları konusunda belirsizlik vardı. Pol Pot rejimine göre Kızıl Kmerler hareketi “yoksul halk kesiminden gelen 5000 kadar silahlı gerilladan meydana geliyordu”. Nixon ve Kissinger yönetiminin B-52 bombardıman uçakları “operasyon faaliyet çerçevesi” dâhilinde uçmaya başladıkları zaman Batı Âleminin bu büyük şeytanı bile şansının bu kadar yaver gideceğini beklemiyordu. Amerikan güçleri 1969-1973 döneminde Hiroşima’ya atılandan bombadan beş kat daha güçlü bombayı Kamboçya kırsal kesimine bırakmışlardı. ABD güçleri bir yerleşim yerinden diğerine geçerken, yerlerde yatan cesetlerin bulunduğu bölgeleri ve enkaz haline gelen beldeleri yeniden bombalayarak yerle bir ediyorlardı. Havadan çok net olarak görüle bilen, krater bölgeleri etrafında adeta katliamdan kalan cesetlerden oluşan kolyeler meydana gelmişti. İnsanlara akıl almaz bir terör yaşatılıyordu. Eski bir Kızıl Kmer subayı katliamdan sağ kalanların meydana gelen manzara karşısında “nasıl da dona kaldıklarını, en az üç ya da dört gün boyunca, dilleri lal olmuş bir şekilde nasıl da etrafta dolaştıklarını tarif etmişti. İnsanlar dehşet içerisinde ve yarı deli halde, ne söylenirse inanmaya hazır hale gelmişlerdi. ABD güçlerinin bu tür icraatları nedeniyle Kızıl Kmerler örgütünün bölge halkından destek almasını daha da kolaylaştırmıştı”. Finlandiya başkanlığında kurulan bir Araştırma Komisyonu Kamboçya’da yaşanan iç savaş nedeniyle 600.000 kişinin öldüğünü açıklamış ve bombalama saldırısını “on yıllık soykırım döneminin” ilk aşaması olarak tarif etmişti.  Pol Pol rejimi siyasi faaliyetleri, Nixon-Kissinger yönetiminin başlattığı saldırıyı ABD lehine olacak şekilde sonuçlandırmıştı. Kamboçya’nın ABD bombardıman saldırılarına maruz kaldığı dönemde Kızıl Kmerler teşkilatı yüreklere korku salan 200.000 kişilik ürpertici bir ordu haline gelmişti.

IŞİD örgütünün de benzer geçmişi olup, yine benzer faaliyetleri görmeye devam ediyor. Araştırma yapan birçok bilim insanı Bush ve Blair ikilisinin 2003’te Irak’ın işgal edilmesiyle sonuçlanan çıkarması, o güne kadar cihatçılık geçmişi olmayan Irak ülkesinde en azından 700.000 kişinin ölümüne yol açtı. Iraklı Kürtler teritoryal egemenlik ve siyasi kimlik kazandılar; Sünni ve Şii Iraklıların birbirlerinden farklı sosyal sınıf aidiyeti ve mezhepsel inançları olmasına rağmen barış içerişinde yaşamlarını idame ettiriyor ve aralarında evlilikler de yaşanıyordu. Irak’ın işgal edilmesinden üç yıl öncesine kadar herhangi bir kaygı yaşanmaksızın Irak ülkesini boydan boya gezebiliyordum. Seyahat güzergâhım üzerinde, her şeyden önce, üzerinde yaşamakta oldukları toprakları ve zamanı, kadim bir medeniyetin mirasçısı sıfatıyla Iraklı olmakla gurur duyabilen insanları görüyordum.

Bush ve Blair yönetimleri kadim geçmişten gelen bu mirasın viran hale gelmesine yol açıp, yok etiler. Irak ülkesi şimdilerde cihatçılığın yuvası haline geldi. Pol Pot rejimi “cihatçıları” gibi El-Kaide örgütü de insanlara “şok uygulamak ve korku salmak” marifetiyle yapılan korkunç saldırılardan ve ardından yaşanılan iç savaştan doğan fırsattan faydalandı. CIA teşkilatı ve Körfez Monarşi yönetimleri Türkiye topraklarından işler hale getirdikleri gizli bir hattan üzerinden silah gönderme, lojistik ve finansal destek sağlama marifetiyle “İsyan eden Suriye’yi” IŞİD örgütüne daha büyük ödül olarak vermiş oldular. Bölgede bu gelişmeler yaşanırken, kaçınılmaz olarak, yabancı askeri destek de sağlandı. Britanya’nın eski bir Büyükelçisi Oliver Miles “Cameron Hükümetinin, Dış İşleri Bakanlığı ve M15, M16 teşkilatlarının sürekli bilgilendirmeleri sonucunda, İngiltere’nin izlediği Ortadoğu politikasında, özellikle Ortadoğu’da yaşan savaşlarda ve bölgedeki terörizm faaliyetlerinde Britanya’daki Müslüman Kardeşlerden eleman temini işin temel faktör olduğunu göz ardı eden Tony Blair hükümeti izinde gittiği anlaşılıyor.

IŞİD organizasyonu, Washington, Londra ve Paris’te Irak, Suriye ve Libya ülkelerinde yıkım yaratmak üzere gizli ittifaklar kuran, insanlığa karşı epik tarzda bir cürüm işlenmesini organize eden bir iradenin ürünüdür. Pol Pot rejimi ve Kızıl Kmerler gerilla teşkilatı gibi, IŞİD örgütü de uzak diyarlar ve kültürler arasında mesafeyi kaldırmak üzere önceden özenle tasarlanan faaliyetler sonucu, gerektiğinde satın alınabilen,  önüne geçilemez emperyal seçkin tabaka marifetiyle düzenlenen Batılı devlet terörünün mutasyona uğramış halidir. Bu kritik derecedeki gerçeğin üstünü örtmek üzere baskı uygulayabilen iradeyi suç ortağı yapan iktidar seçki tabakanın işlediği suçun günümüzde sözü bile edilemiyor.

ABD ve İngiltere güçlerinin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi yetkililerini bölgeden kaçırdıkları ve Irak halkı üzerine “cezalandırıcı” yaptırım uyguladıkları zaman olan – ironik bir şekilde Saddam Hüseyin yönetiminin içeride otoritesinin güçlendirildiği – Birinci Körfez Savaşından hemen sonra, Irak’ı saran soykırım olayları üzerinden 23 yıl geçti. Irak işgali Ortaçağda düzenlenen saldırılarda yapılan kuşatmaya benziyor. İngiltere Sanayi ve Ticaret Bakanlığı ilgili birimi 1999 yılı Christmas/Noel Bayramından hemen önce Iraklı çocukları difteri ve sarıhumma hastalığından koruyacak aşıların ihracatına sınırlama getirmişti.

Kullanılan jargon anlamımda, okul gereci kalemleri sıvı maddesinin daha güvenilir hale gelmesinde kullanılan klor, X-ray makinalarında kullanılan madde terkibinin bir bileşeni, “zayıflatılmış Uranyuma” bulaşmış, Güney bölgeleri savaş alanlarından gelen tozlarla bulaşan, daha önce bilinmeyen bir kanser türüyle mücadelede kullanılan, ortak kullanım özelliği bulunan ağrı kesicilerden vs. kaynaklı sorunlar nedeniyle modern bir devletin varlığını sürmesine karşı olma anlamında gerekli her bir şey  “bloke edilmişti”. Tony Blair Hükümeti döneminde Bakanlık Müsteşarlığı görevini yapan Kim Scott Howells bu konuya bir açıklama getirmişti. Howells “çocuk aşılarının kitle imha silahı olarak kullanılabilme özelliğinde olduğunu” ifade etmişti. Birçoğu Dış İşleri Bakanlığı ilgili birimleri tarafından manipüle edilen, Saddam Hüseyin yönetimini olup biten her şeyle suçlayıcı tarzda olup, Irak’tan gelen medya raporlardan yola çıkarak İngiliz Hükümeti de böylesi bir öfkeden uzak kalabilirdi.

Gıda Yardım Programı için petrol gelirinden düzmece bir “insani yardım”  tahsisatı ayrılarak her bir Iraklının bir yıllık yaşam süresi için 100 $ tahsis edilmişti. Bu tahsisat miktarının elektrik ve su ihtiyacı giderleri gibi bütün altyapı ve temel hizmetlerden kaynaklı giderler için ödenmesi gerekiyordu. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreter Yardımcısı Hans Von Sponeck “içme suyu eksikliğinin giderilmediği,  hasta kişilerin çoğun tedavi göremedikleri gerçeği ve günden güne artış gösteren travma vakaları olduğunu” söylemişti. Ve bütün bunları sanki kâbus gördüğünüzün bir işareti olduğunu “bir anlık düşünün”. Hiçbir şeyin bir hata sonucu olmadığını ve her şeyin aslında kasıtlı olduğunu… Daha önceki yazılarımda soykırım (genocide) kavramını kullanmak istememiştim, ancak, şimdi  kaçınılmaz olarak kullanmak gerekiyor. İnsana tiksinti verici bir durum. Von Sponeck Irak’taki BM Kordinatörü görevinden istifa etmişti. Aynı şekilde kıdemli ve seçkin bir BM görevlisi selefi Denis Halliday de daha önce istifa etmişti. Halliday’ın “soykırım kavramını karşılayan bir politik tanımlama: yani, bir

milyondan fazla insanın, çocuk ve yetişkinin fiili olarak öldürülmesine neden olan kasıtlı bir politika” şeklinde açıklamada bulunduğu konusunda bilgi edinmiştim.

Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) tarafından yapılan bir araştırma 1991 – 1998 dönemi arasında Irak’a uygulanan ambargo engelinin yüksekliğinden dolayı beş yaşın altında Iraklı çocuklardan 5000’i (“aşırı” bir rakam) öldüğünü gösteriyor. Bir Amerikan TV muhabiri ABD’nin Birleşmiş Milletler nezdindeki Büyükelçisi Madeleine Albright’e Irak’ta uygulanan politikadan dolayı Iraklıların “böylesi bir bedeli ödemesi reva mı?” sorusuna Albreight “elde edilen kazanç böylesi bir bedelin ödenmesini hak ediyor” karşılığı vermişti.

İngiltere yaptırım uygulamalarından sorumlu üst düzeyde kıdemli bir yetkili olan , “Mr. Iraq” lakabıyla bilinen, Carne Ross 2007’de Parlamento Seçim Komisyonuna yaptığı açıklamada ABD ve Birleşik Krallık hükümetlerinin Irak’taki bütün nüfusu aslında bir araç olarak kullandığı konusunu inkâr ettiğini ifade etmişti. Bir gazeteci olarak üç yıl sonra Carne Ross ile yaptığım bir röportaj sırasında, Ross’un yapılan olaylardan dolayı pişmanlık duyduğunu ve bu pişmanlık duygusunun da içini kemirdiğini görmüştüm. “Utanç duyuyorum” ifadesini kullanmıştı. Carne Ross bugün artık hükümetlerin nasıl da kamuoyunu hayal kırıklığına uğrattığını, hükümet güdümlü işbirlikçi medya kuruluşların yalan haberlerin yayılmasında ve aldatmacanın sürdürülmesinde nasıl da kritik bir rol oynadıklarını anlatan, (örneği nadir görülen) doğrucu Davut kişiliği olmuştur. “Uygulanmak istenen politikaya uygun düzmece istihbarat haberleriyle gazetecileri besliyorduk veya onları işlevsiz hala getirerek kontrol altına alıyorduk” ifadesini kullanmıştı. Geçen yıl, The Guardian gazetesinde çok ilginç bir haber başlığı vardı: “IŞİD örgütünün saldığı dehşete karşı harekete geçmeliyiz.” “Harekete geçmeliyiz” sloganı bireyleri yönlendirmek üzere hortlayan bir hayalet, enforme edilmiş hafızaya uyarı niteliğinde bir baskı, yaşanmış olguların yeniden hatırlatması, öğretilmiş dersleri gündeme getirme, hedef kişilerde istenilen yönde neden bir şeylerin yapılmadığı konusunda pişmanlık veya utanç duygusunu uyandırma” durumuna karşılık gelir. The Guardian gazetesinde yayınlanan söz konusu yazının yazarı; Tony Blair yönetimi döneminde, Irak konusunda sorumlu Dış İşler Bakanı olan Peter Gerald Hain. BM görevlisi Denis Halliday’in 1998 yılında Blair hükümetinin Irak’ta yaşanan acıdan birinci derecede sorumluluğu olduğunu kamuoyuna açıkladığı zaman Peter Hain BBC Newsnight programında “Saddam Hüseyin’i savunur tutum takınarak” konuyu istismar etmişti. Peter Hain,  2003 yılında, Tony Blair hükümetinin açıkça görülebilen yalanlara dayanarak, felakete uğramış Irak ülkesinin işgal edilmesine destek vermişti. İşçi Partisinin daha sonra düzenlediği bir konferans sırasında Irak’ta yaşanan olaylarda “İngiltere payının ikincil derecede bir faaliyet” olduğunu söyleyerek, İngiltere’nin Irak İşgalindeki rolünü reddetmişti.

Irak ve Suriye’de “soykırımla karşı karşıya kalanlara yönelik hava saldırısı, insansız hava araçları, askeri donanım” ve gerekli olabilecek başkaca teçhizatı talep edenin bizzat Peter Hain olduğu görüldü. Böylesi bir talep “kaçınılmaz olarak politik bir çözüm yolu” tercihi olacaktır. Peter Hain’in yazısı The Guardian gazetesinde yayınlandığı gün, belki de bir tesadüf eseri, Denis Halliday ve Hans Von Sponeck Londra’da oldukları için beni ziyarete geldiler. Görüşmemiz sırasında siyasi bir kişiliğin yalnızca insanı kahredici riyakârlığından değil, aynı zamanda, düzenlenen saldırıların durdurulması yönünde yapılan görüşmelerde, perde arkasında meydana gelen gelişmelerin neler olduklarına dair neredeyse açıklama getirilmeyen, sürdürülebilir istihbarat diplomasisinin olmayışından hayıflanıyorlardı. Kuzey İrlanda’dan Nepal’e kadar Dünya coğrafyası yelpazesinde, birbirlerini terörist veya kâfir olmakla itham edenler,  bir zaman sonra, aynı masanın etrafında karşı karşıya olduklarını gördüler. Aynı durum şimdi Irak ve Suriye konusunda da neden yaşanacak olmasın? Ancak, böylesi bir durumun yaşanması yerine, önceki dönem maceralarından kalan kanın daha kurumadığı bu topraklara gönderilen 30.000 askerin bölge insanlarına yaşatmış oldukları şiddetin daha fazlasını reçete olarak sunan David Cameron, François Hollande, Barack Obama ve bu liderlerin oluşturduğu “gönüllü koalisyon” cenahından gelen ruhsuz, neredeyse sosyopatik bir gereksizlik söz konusu. Bu liderler, potansiyel kıymetini göremedikleri  müttefikleri Suriye yönetimini  devirmek üzere o kadar istekli davranıyorlar ki, uyguladıkları şiddetten ve aptalca politikalarından hoşnut oluyorlar.

ABD-Birleşik Krallık istihbarat dosyasından sızan bilgiden anlaşılacağı gibi bu durum yeni de değil:

“Suriye’de yaşanan iç kargaşaya bir çözüm yolu bulmak üzere bölge insanına özgürleşme sağlayan faaliyetlerin kolayca yerine getirilmesinde kilit noktada bulunan bazı kişileri bertaraf etmek üzere özel bir çaba gösterilmesi gerekiyor. CIA hazırlık yaptı ve SIS/M16’da Suriye topraklarında bazı küçük çaplı sabotaj olayları düzenleyecek ve bazı baskın olaylarına destek verecek. Bölgedeki şahıslarla temas halinde işleyecek, ….sınır bölgelerinde korku salınması için….. gerekli olan bir faaliyet, sınır alanlarında çatışma olması müdahale yapılmasında bahane olarak kullanılabilir. CIA ve SIS/M16 tansiyonu artırmak için hem psikolojik ve hem de faaliyet alanında … kapasitelerini kullanması gerekiyor”.

Bu metin 1957’de kaleme alınmıştı, sanki daha dün yazılmış gibi. Emperyal âlem nezdinde önemli bir değişiklik olmadı. Fransa Dış İşleri Bakanı Roland Dumas 2013’te, “Arap Baharından iki yıl önce”, Londra’da bazı mahfillerce Suriye’de bir savaş çıkarılması planı yapıldığı bilgisini aldığını açıklamıştı. Fransız TV kanallarından LPC’nin yaptığı bir röportaj sırasında “size önemli bir şey açıklayacağım” diye sözlerine devam etti. “Suriye’de meydana gelen şiddet olaylarından iki yıl önce, başka bir iş münasebetiyle Londra’daydım. Üst düzeyde İngiliz yetkileriyle görüşme yapmıştım. Bana güvendikleri için olsa gerek Suriye ‘de bazı gelişmelerin olması için bir takım hazırlıklar içinde olduklarını söylediler….İngiltere yönetimi, Suriye’de bir isyan çıkararak işgal etme hazırlığını yapıyordu. Hatta o dönem Dış İşleri Bakanı değildim, yine de bana da katılmak isteyip, istemediğimi sordular….Bu operasyon geçmişe dayanıyor. Hazırlıkları yapılmış, önceden tasarlanmış ve planlanmış”.

IŞİD örgütüne fiili muhalifler; Batının şeytanlaştırmayla akredite ettiği Suriye, İran, Hizbullah ve şimdi de Rusya. Bu durumda engel olarak, Suriye isyancılarına desteği sevk eden NATO üyesi ve “müttefiki” olan Türkiye, CIA, M16 ve Ortaçağdan kalma yönetim zihniyetine sahip Körfez monarşileri görülüyor. Esad yönetimini devirmek üzerine kurullu politikası, uzun vadeye yönelik bölgesel hâkimiyet hırsı olan Türkiye’ye destek vermek, bölgede konvansiyonel büyük bir savaşın çıkmasına ve Ortadoğu’da muhtelif etnik devletlerin parçalanması anlamına gelir.

Müzakere edilmesi ve bir sonuca varılması zor olsa da, Ortadoğu labirentinden çıkmanın yegâne yolu ateşkes olduğu görülüyor; aksi halde Paris’te ve Beyrut’ta yaşanılan dehşet olayları tekrar yaşanabilir. Ateşkesin sağlanmasıyla, Ortadoğu’da yaşan şiddetin failleri ve gözetmenleri de – Amerikalılar ve Avrupalılar – “radikalleşmeden kurtulacak”, vatandaşları Müslümanlar da dâhil, üzerinde yaşadıkları topraklar her neresi olursa olsun, yabancılaşmış Müslüman topluluklarına karşı iyi niyet gösterilmesi olacak. İsrail’e gönderilen savaş malzemeleri durdurulmuş ve aynı zamanda Filistin devleti de tanınmış olacak. Filistin sorunu bölgede kanayan yara cerahatinin devamını saplıyor ve İslami radikalizmin yükselişe geçtiği konusunda sıkça kullanılan bahane oluyor. Usame bin Ladin bu konuya açıklama getirmişti. Aslında Filistin de bu kanayan yaranın deva bulmasını umut ediyor. Filistinlilere hakları verilirse, etraflarını saran dünyanın değiştirilmesine de başlanmış olur.

Kırk yıldan fazla bir zaman önce Nixon – Kissinger yönetimi Kamboçya’ya bomba atarlarken, bu ülkenin o zamandan beri bir türlü yakasını kurtaramadığı bir acı sağanağı da bırakmış oldu. Aynı durum Tony Blair – George Bush ikilisinin Irak’ta işlediği suç, NATO ve “koalisyon” güçlerinin Libya ve Suriye yaptıkları yıkım de için geçerli. Henry Kissinger, kusursuz bir zamanlama ile hiciv niteliğinde bir başlık olan “Dünya Düzeni” adlı kitabı piyasaya sürüldü. Kendisine şirin görünmek isteyen bir dergide yazar Kissinger “çeyrek yüzyıl boyunca değişiklik olmadan devam eden dünya düzenine şekil veren siyasi aktör” olarak tarif ediliyor. Kamboçya, Vietnam, Laos, Şili, Doğu Timur ve de bu tarz “devlet yönetimi” kurbanı olmuş diğer halklar Kissinger’ı nasıl tarif ederler, acaba? “Savaş suçlularını hafızamıza kaydettiğimiz ve kendi insanlık gerçeğimizi” inkâr etmeyi bıraktığımız zaman, öteden beri akan bu kan da kurumaya başlamış olacak.

 

Kaynak: http://johnpilger.com/articles/from-pol-pot-to-isis-the-blood-never-dried

 

Çeviren: Nizamettin Karabenk