Faik Bulut’un Psikiyatrist Fikret Zengin ile gerçekleştirdiği röportajın ikinci kısmı
Röportajın ilk bölümünde esas olarak “beyni geliştirme” yöntemleri ile beynin duygu ve düşüncelerle olan bağının az bilinen yanlarına değindik.
Şimdi de farklı psikolojik-psikiyatrik olayların tedavisine ilişkin görüşlerini sunacağız.
– Duygusal zehirlenme üzerinde çalıştığınızı duydum. Nedir bu duygusal zehirlenme?
Duygularımız, algılanmak için vardır. Onlar vasıtasıyla iç ve dış dünyamızda olup bitenlerin farkında oluruz. Ama duyguların fazlası hayatlarımıza hükmeder, gözlerimizi bulandırır, geleceğimizi veya enerjimizi çalarsa, bu durumda zehirli hale gelirler. Bizleri zehirlerler. Onları iyileştirmek istiyorsak, öncelikle çözüm bulmamıza kesinlikle yardımcı olmayacak olumsuz ve toksik duygulardan kurtulmaya hazır olmalıyız.
Birkaç örnek vermek istiyorum:
- İhanete uğradığımızda sinirlenmek ve öfkelenmek normaldir; ama birdenbire kızıp her şeyi kırıp dökmek, çok şeye zarar vermek doğru değildir… Bu, zehirli (toksik) bir duygudur.
- Kandırıldığımızda hayal kırıklığına uğramak normal tepkidir. Ama bir daha başkalarına asla güvenmemek doğru değildir.
- Bir hatadan sorumlu tutulduğumuzda utanmak normaldir. Ancak bir daha asla risk almamak doğru değildir. Bu toksik (zehirlenmiş, zehirli) bir duygu ve davranıştır.
- Bize yalan söylendiğinde şüphelenmek ve dikkatli davranmak normaldir. Bunu genelleştirmek ve genellikle başkaları hakkında hep çekinceli olmak doğru değildir.
- Korkulu bir olay yaşadığımızda, korkmak olağandır. Lakin bundan dolayı her şeyden korkup hiçbir şey yapmamak sosyal hayatı kısıtlar. Bu da toksik duygu ve davranış sonucunda oluşur.
- Biri bizi sevmediğinde reddedilmiş hissetmek normaldir. Fakat herkesin bizi reddedeceğini düşünmek doğru değildir. Bu toksik bir düşünce ve duygudur.
- Kaybettiğimizde veya hüsrana uğradığımızda oyalanmak bir süre için olağandır. Ama sürekli olarak cesareti kırılıp hiçbir şey yapmamak doğru değildir. Cesaretinizin kırılması normaldir. Oysa uzun süreli hüzün, duyguda zehirlenme manasına gelir.
Yaşamak demek kendini tanımak demektir. Bu bilgiye dayanarak, başkalarıyla ve kendimizle ilişki kurabiliriz.
Duygularımızı gizlemek, bastırmak veya yok etmek bir hatadır çünkü bu şekilde gideceklerini düşünüyoruz.
Duygular kaybolmazlar; kalırlar ve aynen bir hapishanedeki tutsaklar gibi kilitlenirler. Bu ise sadece kafa karışıklığına, ilgisizliğe ve duygusal tahrişe (zedelenmeye) yol açar.
Duygular dışarıdan kontrol edilemez, onları içeriden kontrol etmemiz gerekir. Bu nedenle duygusal sağlığımıza dikkat etmeliyiz, çünkü bu duygularımızın toksik hale gelmesini önleyecektir…
- Kişi, yaşamış olduğu zedeleyici olayı sık sık anımsar ve aynısını tekrar yaşadığını zanneder. Kişi, zedeleyici olayı rüyasında da sık sık görür ve korku ile uyanır.
- Toksik duygulara sahip bir kişi ne pahasına olursa olsun sevilmek ister. Ancak duygusal sağlık, mutlu hissetmek için başkalarına güvenmek değil; öncelikle kendinize gösterdiğiniz sevgiye güvenmek demektir.
- Zehirli duyguları taşıyan/yaşayan kişi, sahip olduğu maddi varlıklar sayesinde başkaları tarafından kabul görmeye ve tanınmaya çalışır. Ancak duygusal olarak sağlıklı olmak, kendinizi olduğu gibi kabul etmekle mümkündür.
- Toksik duygulara sahip olan kişi, dışarıda takdir arar. Oysa duygusal olarak sağlıklı olmak, kendinize değer vermek demektir.
- Toksik duygulara sahip insan, başkalarının görüşlerine çok fazla önem verir. Öte yandan bu, duygusal açıdan sağlıklı, motive edici olumlamaların yardımıyla yaşamaya değer olumlu bir benlik imajı geliştirmek anlamına da gelir. Kendinizi hangi durumda bulursanız bulun, çevrenizde olup bitenler değil, kendi içinizde neler olup bittiği çok daha önemlidir.
Hiç kimse sürekli korku, ızdırap ve başarısızlık hakkında konuşarak bir krizin veya yaralanmanın üstesinden gelemez, mutlu olamaz.
Nasıl düşünürseniz ve konuşursanız, öyle yaşarsınız. Konuştuğumuz konular bizde iz bırakan olaylardır.
Duygusal esneklik, güvenmemiz gereken önemli bir araçtır. Yanılmamıza, öfkelenmemize, ağlamamıza vb neden olmasına izin vermeliyiz.
Aynı zamanda kendimizi affetmemize, iyileşmemize ve yeniden mutlu olmamıza da müsaade etmeliyiz.
-
- Olumlu eylem yoluyla toksik bir duyguyu değiştirebiliriz.
- Kişi, onu hayata bağlayan ve ona yaşam sevinci veren olaylara odaklanmalı; toksik (zehirli duygular taşıyan) kişilerden uzak durmalıdır.
- Hayatınızda sorunlar ve zorluklarla karşılaşırsınız; hatırlamaktan hoşlanmadığınız kaçınılmaz durumlar ve anlar yaşarsınız. Hâlbuki bunların hepsinin üstesinden gelebilecek gücünüz vardır. Bu gücün farkına varmanız ve bunu aktif hale getirmeniz lazımdır.
- Aynı zehirli duygularda ısrar etmek, bir insan olarak yaşamamızı, öğrenmemizi ve gelişmemizi engeller.
Unutmayın! Sağlıklı olmak, aşkı bulmak, mutlu ve zengin olmak, başarılı olmak, dolu bir hayatı yaşamak sizin elinizdedir.
ABD doğumlu İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni Thomas Stearns Eliot, negatif (olumsuz) psikoloji noktasında dikkat çekici bir benzetme yapmıştır:
Negatif insanlara (toksik insanlara) maruz kalmak, radyasyona maruz kalmak gibidir. Kısa süreli, düşük dozlara dayanabilirsiniz. Ancak sürekli maruz kalmak, sizi öldürür!
– Bir diyardan diğerine göç olayının, yer değiştirmenin sağlıklı olduğuna işaret ediyorsunuz. Mesela hayvan kümelerinin (kuş, memeli, sürüngen vs) yer değiştirmek suretiyle hayatta kalma şanslarını artırdıklarından bahsediyorsunuz. Kızılırmak’taki bir yılanın Karadeniz yoluyla ta Akdeniz sahillerine kadar gidip çiftleştikten sonra geri dönebildiğine dair örnek veriyorsunuz. Bunun yanında, gurbette yaşayan göçmenlerin olumsuz davranışlarına da değiniyorsunuz. Bu durumu bedensel ve ruhsal açıdan izah eder misiniz?
Bütün göçlerin motivasyonunda şu vardır: Canlılar bulunduğu yerlerde iyi yaşamadıklarını veya üreyemediklerini sezdiklerinde ve farkına vardıklarında, farklı iklimlere ve bölgelere göç ediyorlar.
Bir anlamda var olma ile yok olma (survival question yani hayatta kalma ile beka meselesi) arasında bir seçim yapma sorunudur. Buna göre ya yok olup gidecek yahut hem kendini yaşatacak hem de üremek suretiyle soyunu devam ettirecektir.
Doğal olarak göçmenler, bu süreçte düşündüğüyle yaşadığı arasında büyük farklıklarla karşılaşırlar. Bu da büyük hayal kırıklığına sebep olur.
Hindistan kökenli ABD vatandaşı psikanalist Salman Akthar, göçü, psikolojik olarak şöyle tarif eder:
Göç, bir ülkeden diğer bir ülkeye gidilmesi sonucunda oluşan bir psikolojik süreçtir. Bu süreç, göçenin kişiliğini anlamlı ölçüde etkiler. Göçmenler, göç nedeniyle birtakım kayıplara uğrarlar. Örneğin; alıştığı yemekler, dinlediği müzik, sosyal ilişkileri, konuştuğu dil, sahip olduğu değer yargıları, sosyal rolleri, mesleği, konuştuğu dilin işlevsiz kalması ve kimlik kaybı. Bu yabancılaşmaya, aşırı güvensizliğe ve orientation (yönelim ve uyum sağlama) bozukluğuna sebep olur.
Her şey, göçmene yeni ve yabancıdır. Sahip olduğu sosyal ve kültürel değerlerin işlevsiz olduğunu görür, toplumsal rolünü yitirir. Geldiği ülkenin dilini bilmemesi, gurbette sosyalleşmemesine yol açar.
Sonucunda göçmen, yeni bir orientation (yönelim-uyum) ve sosyal rollerin tanımına tekrar ihtiyaç duyar. Buna yeni sosyalizasyon (sosyalleşme) denir. Bu ise var olan aşırı güvensizliği ve uyum bozukluğunu artırır. Giderek korkuya sebep olur.
Saydığımız sosyal ilişkiler, başlangıçta göçmenlerin büyük çoğunluğunda fonksiyonsuz kalırlar yani herhangi bir işe yaramazlar. Bu da korku ve güvensizliği artırır. Her iki duygu, birtakım psikolojik bozuklukların ortaya çıkmasına neden olabildiği gibi bazen de hızlandırır.
Ek olarak göçmenler, gurbetçi konumlarından dolayı birçok risk faktörüne maruz kalırlar. Bu risk faktörleri, onların sağlığını tehdit etmektedir.
Bunları şöyle sıralayabiliriz:
- Aile içi yaşam,
- Göçten kaynaklanan ayrılıklar ve parçalanan aileler,
- Göçün etkileri ve sonuçları,
- Göçten dolayı konuştuğu dilin geldiği ülkede fonksiyon görmemesi,
- Göç nedeniyle önceki mesleğini kaybetmesi,
- Anaokulunda ve normal okuldaki eşitsizlikler ile ayrımcı uygulamalar,
- Yerli halktan daha kötü evlerde oturulması,
- İş yerlerinde daha ağır ve zor şartlarda çalışma zorunluluğu,
- Yaşamda oluşan akut (çetrefil, içinden çıkılmaz) olayların fazlalaşması ve uzak mesafelerde bulunması/ikamet etmesi yüzünden zamanında müdahale etmenin azlığı veya imkânsızlığı.
- İşsizliğin, gurbet eldeki yerli halk arasındakinden daha fazla olması,
- Yerli halkın göçmenlere karşı önyargılı olmaları,
- Ayrımcılık, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık.
– Kulak çınlamalarının tedavisi konusunda da öncü bir rol oynamışsınız. Çınlamanın psikolojik yönü ve EMDR ile tedavisi hakkında bir çalışmanız da bulunuyor. Bu önemlidir, zira çınlamayı tam giderecek bir tedavi yöntemi şimdiye kadar henüz bulunamadı. Gördüğüm kadarıyla ilk başaranlardan birisiniz.
Ben, esas olarak farklı travma (ya da örselenme, beden ve ruh açısından etkili/ciddi yaralanma belirtileri) ile ilgili bilgi ve tedavi yönteminiz hakkında görüşlerinizi soracağım. Sözgelimi gece yarısı eşini boğmaya kalkışan eski bir polisi (veya özel harekât görevlisini) tedavi etmişsiniz? Keza siyasi mültecilerin (özellikle mahkûmlar ve işkence görenlerin) çok değişik travmatik hallerinden bahsediyorsunuz. Bunlar arasında suskun kalanlar da olabiliyor. Bazı örnekler vermeniz mümkün mü?
Olağanüstü bir durum olan psikolojik travma, ruhsal bir şoktur ve çoğunlukla aniden oluşur. Bu durumda kişinin yaşamı, sağlığı ve bedensel entegrasyonu direkt veya indirekt (dolaysız ya da dolaylı) tehdit altındayken kişilerde korku, dehşet ve şok durumu ortaya çıkar. Bu da kişilerde strese sebep olur. Sonuçta bütün duyu organları uyarılır, kişide şiddetli korku, çaresizlik ve kontrol kaybı gibi durumlar oluşur. Uzun vadede süreklilik taşıyan psikolojik bozukluklara sebebiyet verir.
Travmalara neden olan başlıca etkenler şunlardır: Deprem, sel, kasırga gibi doğal afetler, kazalar, yangınlar, insanların şiddetine maruz kalmak, işkence, tecavüz, rehin alınma, toplama kamplarında tutulma, cezaevinde kötü şartlarda tutulma vb. İlaveten bu şartlarda işkenceye maruz kalma, savaş koşulları altında yaşama, insanların öldürülmesine ya da dövülmesine şahit olma, sürgün edilme, zorunlu göç ettirilme vb.
İnsanlar tarafından yaratılan travmaların sebep olduğu psikolojik bozukluklar, genellikle daha ağırdır. İyileşmeleri daha uzun sürer ve tedavileri daha zordur. Diğer faktörler ise, travma esnasında kişinin kaçması yahut travmaya karşı mücadele etmesi imkânıyla bağlantılıdır.
Kişi travmaya maruz kaldığında feryat, korku, şaşkınlık, hiddet ve öfke durumları oluşur. Bu normal bir reaksiyondur. Kişi, büyük bir ihtimalle kendiliğinden iyileşebilir. İyileşmediği takdirde kişide olaya dayanamama, şaşkınlık ve dezoryantasyon (uyumsuzluk, yönelimsizlik) oluşur. Bu, patolojik bir reaksiyondur. Kişi bu esnada, olayı bastırmaya ve inkâr etmeye çalışır.
Bazı durumlarda kişide uyuşma, aldırmama durumu oluşur. Bunu başaramazsa, bir tarafta korku ve kontrol kaybını, diğer tarafta ise travmatik olayı yeniden yaşar. Kimi zaman da olaylara dayanamaz, duygularını bastırmak için çeşitli ilaçlar ve maddeler alır. Böylece ilaç ya da madde bağımlılığı gelişir.
Olayın devam etmesi halinde, kişide olay, resim ve düşünce bazında canlı kalır. Buna “Hypermnesia” denilir. Bu durumun artarak devam etmesi durumunda kişide psikosomatik (psikolojik bedensel yakınmalar), dissosiyatif (çok kişiliklilik hali) bozukluklar ve sürekli devam eden kişilik değişiklikleri ortaya çıkar. Kişi, bazen “kendisini tanımadığını ve değiştiğini” söyler.
Travma sonucunda ortaya çıkan psikiyatrik bozukluklar çok farklı olabilir. Bazen bir bozukluktan bir diğerine dönüşebilir. Bazen de birkaçı bir arada bulunabilir.
Başlıcaları şunlardır: Akut stres bozukluğu, uyum bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu, post-travmatik depresyon, yaygın anksiyete (tedirgin/kaygı) bozukluğu ve panik bozuklukları, kısa psikotik bozukluk, dissosiyatif bozukluklar (kimlik bozukluğu, depersonalizasyon yani kişilik bozukluğu, konversiyon yani libidonun başlangıçtaki içgüdüsel amaçlara yönelmesi, bilinçdışına atılmış istekler); somatizasyon bozukluğu yani tıbbi olarak açıklanamayan bedensel semptomların bulunduğu psikiyatrik durum. Aynı zamanda yorgunluk, sırt ağrısı, baş ağrısı, baş dönmesi, mide bulantısı, ellerde ve ayaklarda ortaya çıkan bedensel tepki; devamlı kişilik değişiklikleri, madde bağımlılığı, seksüel bozukluklar, davranış bozuklukları, kendini zedeleme davranışları, değer yargılarında değişiklikler vs.
Travma sonrası stres bozukluğunun görülme sıklığı, travma olaylarının sıklığına ve yaşam şartlarına bağlıdır. Erkekler, kadınlara nazaran bu travmaları daha sık yaşıyorlar. Fakat travmalar, kadınları daha çok etkiliyor. Yapılan araştırmalar, travma sonrası stres bozukluğunun kadınlarda görülme riskinin erkeklere göre iki kat daha fazla olduğunu ortaya koyuyor.
Travma sonrası stres bozukluğunun (PTSD) belirtileri ise şunlardır:
- Kişi, yaşamış olduğu zedeleyici olayı sık sık anımsar ve aynısını tekrar yaşadığını zanneder. Kişi, zedeleyici olayı rüyasında sık sık görür ve korku ile uyanır.
- Normalde aldırış edilmeyecek uyaranlara karşı aşırı derecede duyarlıdır ve küçük uyaranlarla irkilme tepkisi gösterir.
- Aşırı bunaltı ve iç sıkıntısı duyar, aşırı huzursuz davranışlar sergiler.
- Duygusal yaşamda uyuşukluk oluşur. Kişi giderek toplumsal ilişkilere ilgi duymaz hale gelirken insanlardan uzaklaşma eğilimi içine girebilir.
- Erken sinirlenir, kızar, kendisine hâkim olamaz. Uyku bozukluğu yaşar.
- Yaşadığı olayı hatırlamak istemez. Olayı hatırlatan durumlardan uzak kalmak ister. Buna benzer olayları televizyonda gördüğü zaman hemen kendini bir odaya kapatmak ister.
- Konsantrasyon bozukluğu ve unutkanlık yaşar.
- Suçluluk ve utanma duygusu taşır.
- Kişilik değişiklikleri yaşar, izole (tecrit) olur, kendi kabuğuna çekilir. Kimseye güvenmez. Kendini zaman zaman kontrol edemez ve kırıcı olur. Çoğu defa hem kendisi, hem de çevresi onu tanıyamaz hale gelir.
- Karamsar olur. Dünyaya hep olumsuz yönden bakar.
- Başkalarının onu anlamadığını düşünür.
- Sürekli ona hükmeden, ona işkence eden kişinin gölgesinde yaşar. Zaman zaman paradoksal olarak onu ideal kimse olarak görür, uygulamaları ve istemleri kabul eder.
- Kendi özgüvenini ve ümidini kaybeder. Geleceğe şüpheyle bakar.
- Aile ilişkileri bozuktur.
- Kimi zaman intihar düşüncesi gelişir. Hatta birkaç kez intiharı düşünmüş, girişimleri bile olmuştur.
- İç sıkıntılarını, huzursuzluğunu ve suçluluk duygusunu bastırmak için alkol veya uyuşturucu madde kullanır. Sonunda da bağımlı hale gelir.
- Hayattan tat almama, kendisini boşlukta hissetme, ruhsal çöküntüye girme gibi depresyon belirtileri sergiler.
- Yaşadığı olayı veya olayları başkasına anlatmak istemez; sır olarak saklar. Bu sır onun vücuduna zehir gibi dağılır ve onu yer bitirir.
Çok değişik travmalar yaşayan insanları tedavi ettim. Travmalar, her insanda aynı sonuçlara sebep olmaz.
Benim gördüğüm “Özel Tim” gibi güvenlik birimlerinde çalışanlar, daha ağır travma sonucu bozukluklara sahiptiler.
– Sizce “vizyon” nedir; birkaç cümleyle özetler misiniz?
Vizyon gelecekte ulaşmak istediğin yerdir, hayal ettiğin gelecektir. Geleceği gözlerinin önünde canlandırmak ve şekillendirmektir. İşte bu hayal gücüne ve değişim için attığımız tohuma vizyon deniliyor. Vizyon, yenilikçi bir bakış açısı geliştirerek statükoya meydan okumaktır. Kafamızdaki vizyonun, etkileyici olması önemlidir.
Etkileyici vizyon, gelecek ile ilgili bir hayali ortaya koyan, kararlarımıza yol gösterecek kadar amaca odaklı, ancak inisiyatif kullanmayı özendirecek kadar esnek, kolaylıkla anlatılabilen ve değişime konu olanları heyecanlandıracak kadar da gerçekçi bir hülyadır.
Vizyon, insanın bir elinde gerçek dünyayı tutarken, diğer eliyle geleceğin dünyasına uzanarak ona dokunmaya çalışmasıdır. Vizyon, var olan gerçeklerden başlar ama zihinlerdeki sınırları arayıp yeni ufuklar açar.
Ortak vizyon, birçok kişi tarafında kabul edilen ve kendisine tamamen inanılan olaydır. Aynı zamanda bireylerin kişisel vizyonuna uygun olmalıdır. Ortak değer ve ilkeleri içermelidir. Zira hayatta paylaştıkça artan iki değer var: Sevgi ve bilgi.
Vizyonu uygulamak için hedefler iyi belirlenmeli, karar verilmeli ve iyi planlanmalıdır. Bunların uygulanması için iyi bir iletişime gerek vardır. Mesela sık sık kontrol edilmelidir. “Hedefe ne kadar yakınım? Hedefe ulaşmamı engelleyen faktörler var mıdır? Varsa nelerdir?” türünden sorgulamalar yapılmalıdır.
Bir de bazı önermelerin teşhis ve tedavilerine bakalım:
Toplumda sık sık yaşanan kavga, tartışma ve cinayetlerin temel nedeni, ilişkilerdeki saldırgan tutumdur. Kişi kendi duygu ve düşüncelerin varlığını algılanmasını öğrenmeli, uygun şekilde ve uygun zamanda dile getirmesini bilmeli, agresifliği (saldırganlığı) bırakıp uzlaşmacı olmalıdır. Başka düşüncelere ve inançlara karşı hoşgörülü davranmalıdır. Kendini aktif, sosyal, girişken, medeni cesaret sahibi bir insan yapmak için kişi/kişiler çaba göstermelidir.
Kendine güven, kendini başkalarına ezdirme!
Ünlü Alman filozofu ve dilbilimcisi Friedrich Wilhelm Nietzsche der ki:
Kabul etmediğin bir düşünceyi, davranışı uygun bir dille söylemelisin. Her bildiğini, her düşündüğünü söylemek zorunda değilsin. Fakat her söylediğini iyi bilmelisin.
Başka insanları hor görme, insanları olduğu gibi kabul et. Başkalarını değiştiremezsin; sadece kendini değiştirebilirsin. İlişkilerini belirli mesafede tutmayı öğren.
Bunların uygulanması için, kişinin sağlıklı olması gerekir. Bu yüzden sağlığına önem vermelidir insan. Sağlık zenginliktir. Bu zenginliği korumalıdır.
Doğru beslenmeye dikkat edilip önem verilmesi şarttır. Düzenli olarak hareket etmek gerekir. Ruhsal sıkıntılardan uzak kalınmalıdır. Lüzumsuz münakaşalara girilmemelidir. Kendine zaman ayırmak lazımdır.
İnsanı rahatlatan ve gevşeten şeyler yapılmalıdır. Bunun birçok çeşidi var; örneğin, meditasyon ve kas gevşetici alıştırmalar, Autogenes Training (Otojenik Eğitim, bedenin derin gevşetilmesi/rahatlatılması yolu ile otonom sinir sistemi üzerinden kişinin ruhunu, psikolojisini rahatlatma metodu) yapmak gibi. Bu, yani sağlıklı yaşam, başlı başına ayrı bir konudur. Bu konuda birçok şey öğrenilebilinir.
37 yıllık mesleki tecrübelerime dayanarak söylüyorum ki, bunların hepsini insan sonradan öğrenebilir ve geliştirebilir. İsteyen herkese veya kuruma, kişisel ya da kurumsal geliştirme seminerleri ve kursları verebilir, bilgimi paylaşabilirim.
Gelecek yoktur; geleceği kişiler, kurumlar ve toplumlar kendileri yaratır.
– Bir psikiyatrist gözüyle baktığınızda, Türkiye’deki siyasi ve toplumsal ortamı nasıl görüyorsunuz? Siyaset psikolojisi açısından Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı’nın ruh haline ilişkin yorumunuz nedir? Aynı şekilde R. Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener’in siyasi davranışlarını değerlendirmeniz mümkün mü?
Politikadan pek anlamıyorum. Onun için politikacıları burada analiz etmek istemem. Gördüğüm kadarıyla toplum çok gergin. İster üniversite, ister ev, ister iş olsun, sadece günlük ortamınızı düşünün. Her yerde (kutuplaşma ve) gerginlik hâkim.
TV’de programları izleyemiyorum. Tartışmalarda birbirlerine hakaret ve küfür ediyorlar. Caddelerde veya sokaklarda insanlar birbirini dövmeye kalkışıyorlar. Liste devam edebilir. Sakin ve huzurlu insanlar göremiyorum.
Çok gergin bir insan olduğunuzda, sadece zihniniz ve duygularınız değil, bedeniniz de etkilenecektir. Belki de aklınız yaklaşan kararlar, söylenecek şeyler etrafında dönüyor ve hiçbir şey söylemeyip beklemeye karar verdiniz. Uğraşmanız gereken bazı durumlardan ve insanlardan kaçınıyor olabilirsiniz.
Bu tür şeyleri reddedip bastırdığımızda bile vücudumuz bunların hepsinin farkındadır. İnsanlar sorunların çözümünü bulamıyor kendilerini çaresiz hissediyorlar. Bunun yanında duygularını bastırmaya çalışıyorlar.
Bu ise işlevsiz kaldığında ve işe yaramadığında öfke patlamalarına, kin, nefret ve intikama sebep olur. Tıpkı aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi:
– Türkiye’deki demokrasi sorunları ve eksikliği nasıl giderilebilir?
İlk önce genel olarak bir sorunu çözümünü anlatayım. Önce bir sorunun tanımı gerekir. Yani sorun nedir ve tarif edilmesi gerekir.
İkinci aşama sorunun analiz edilmesidir. Sorunun nedenleri nelerdir? Üçüncü aşamada sorunun çözümleri nelerdir? Bu alternatiflerden hangisi bana daha çok uyar, onu daha kolay uygularım ve sonucuna varırım? Bu ve benzeri soruların doğru yanıtı verildikçe ve bulundukça oturup karar verilmesi elzemdir.
Bu aşamadan sonra çözümün plana göre uygulanmasına başlanır. Bunların yapılması için konulardan bilgi toplanması ve iyi iletişim gereklidir. Bunların yanında zaman zaman planın nasıl yürüdüğü de kontrol edilmelidir. Mesela şu tür sorular sorulmalıdır:
Hedefin neresindeyim, hedefe ulaşmada engeller var mı? Varsa nelerdir?
Bu çerçevede Türkiye’de demokrasi sorunu da analiz edilip çözülebilir. Uzun bir süreçtir. İnsanların bunu canı gönülden istemeleri; değerli ve önemli olduklarının farkına varmaları şarttır. Gerçekleşmesi için de üstlerine düşeni yapmaları lazımdır.
– Ülkedeki etnik ve inançsal karşıtlıklar/kışkırtmalar sonucu meydana gelen çatışmaların (Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-İslamcı) çözmenin yolu nedir? Bilhassa Kürt meselesinin çözülememesinin arka planında ve bilinçaltında yatan (siyasi-psikolojik) etkenler ne olabilir?
Çoğunluk veya hükmeden zümreler; diğerlerinin kendileri gibi düşünmesini ve davranmasını istiyorlar. Bu, zaman zaman toplumda toleransın azalmasına ve çatışmalara yol açmaktadır.
İnsanlar, kendileri dışında başka kimselerin de olduğunu idrak ve kabul etmeliler. Başkaları denilen bu ötekilerin görüşleri ve inançları farklı da olabilir. Onların olduğu gibi kabul edilmesinde büyük yarar var. Karşıtlık ve çatışmaların psikolojik/fikirsel çözümünün ön koşulu budur.
Burada bir anımı anlatmak istiyorum. Ben, 11 yaşındayken kuzu çobanlığını yapıyordum. Dağda komşu köyden iki kuzu çobanıyla karşılaştım. Bunlar 16-17 yaşlarında ve Sünni inançlıydılar. Alevi olmam hasebiyle beni yere atarak donumu aşağıya çekmek suretiyle sünnet olup olmadığıma baktılar.
Bu olayın üstünden tam 54 yıl geçti. Halen soruyorum: Neden ve hangi amaçla bunu yaptılar?
Demek ki bunların yetiştiği evde bu gibi konular konuşuluyormuş; “Aleviler sünnet olmuyor” deniliyormuş.
Söz konusu aile içi konuşmadan etkilenip böyle belleyen bir kişi, demokrat olabilir mi? Diğer insanlara tolerans gösterebilir mi? Başkalarının düşüncelerine saygılı olur mu?
Buna karşılık ben, geçmişte şahsıma reva görülen kötü muameleyi yapan bu iki çobandan birinin torununa iki yıl burs verdim.
Demek ki demokrasi evde başlar. Evde diğer insanları hoş görme kültürü olursa ve adalet varsa, orada yetişen çocuklar da büyüdüklerinde demokrat olur, insanları hoş görür ve onlara saygılı olurlar. Kişi neyi görür ve yaşarsa, onu tanıyıp uygular. Doğal olarak daha sonraki evrelerde yani okullarda, iş yerlerinde ve komşularıyla olan ilişkilerindeki deneyimler de hayli önemlidir.
Türkiye’de Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-İslamcı vardır. Bunların birbirini tanımaları ve karşısındakilere hoşgörüyle bakmaları gerekir.
Ötekileştiren tutum ve davranışlardan kaçınmak şarttır. Farklılıklarımız, bizim zenginliğimizdir. İnsanlar, farklılıklardan yeni şeyleri öğrenir ve birbirlerini tamamlarlar.
– 2018-2020 yılları arasında birkaç yayın organında mesleki faaliyetiniz hakkında röportajlarınız yayımlandı. Şimdiki söyleşinize ilave olması babından mevcut yaşamınızda değinmek istediğiniz farklı bir konu var mı?
27 Mayıs 2021 tarihinde SİMED Akademisi’ni kurdum. Çeşitli yerlerde ve değişik konularda yazılar yazdım. Günde 12 saat aktif olarak kliniğimde çalışıyorum. 8 öğrenciye (6 kız, 2 erkek) burs veriyorum.
O günden beri Türkçe iki kitap yazdım: “Beynini Keşfet” ile “100 Soruyla: Nasıl Süper Beynine Sahip olunur?”
Üçüncü kitabım da yakında yayımlanacak: “Aşk, Sevgi ve Cinsellik” konularını içeren geniş kapsamlı bir çalışma olacak.
© The Independentturkish