Cuma , 29 Mart 2024

*Deprem üzerine örnekler ve felsefi bakış

Faik Bulut

Deprem üzerine örnekler ve felsefi bakış

Deprem bölgesindeki insanlarımızın acısıyla sarsıldığımız şu günlerde önemli gördüğüm kimi noktalara değinmek istiyorum.

Her şeyden önce, deprem olgusuna farklı bir açıdan bakabilmek için üç önemli örnek vereceğim. İlki Japonya’dan, diğeri sınırın öte yakasındaki Suriye’nin farklı bölgelerinden, üçüncüsü ise deprem meselesinin nasıl ele alınacağını felsefi bir bakış açısıyla irdeleyenlerden.

2013 yılından bu yana depremler ülkesi Japonya’da yaşayan akademisyen Selin Özdemir, oradaki Tohoku Üniversitesi’nde Uzakdoğu ve Japonya Sanatı Tarihi Anabilim Dalı’nda çalışmakta.

Akademisyen Özdemir, Türkiye’de deprem konusunda bugüne kadar yaşanan maksatlı veya maksatsız ihmal, kusur, hata, kabahat, inşaat sahtekârlığı, imar-inşaat rüşvetleri, arazi spekülasyonları ve benzeri konuları sorguladıktan sonra Japonya’nın deprem tecrübesini şöyle aktarıyor:

“En az Japonya kadar deprem yaşayan Türkiye’nin neden hâlâ bu kadar kayıp verdiğini anlamak kolay ama neden hâlâ önlem alınmadığını, hazırlık yapılmadığını anlamak ise çok zor. Uzmanların sürekli uyarılarına rağmen önlem alınmaması, kesinlikle yetkililerin suçudur.

Depremle yaşamayı hâlâ öğrenemedik. Doğal afetler için ne önlemimiz, ne hazırlığımız var. 1999 depremini Türkiye’de, pek çok depremi Japonya’da bizzat yaşadım. 1999 ve 2023 arasında ne değişti diye kendimizi sorgulamanın zamanıdır.

Japonya’dan elbette jeoloji, inşaat mühendisliği ve deprem teknolojileri konusunda öğreneceğimiz çok şey var. Öğrenmemiz gereken bir diğer şey ise ‘dürüstlük ve iş ahlakı’… Japon toplumu, en küçüğünden en büyüğüne organize olmuş ve birbirine yardımcı olur durumda. Ayrıca kendi içerisinde birbirlerini aynı zamanda organize edebildiği, kakunin denilen bir kontrol mekanizması daha var.

Yapılan en küçük iş bir diğer kişi ve kişiler tarafından defalarca kontrol ediliyor. Hayatın herhangi bir yerinde en ufak bir ihmal söz konusu bile değil. Trenlerde saniye hesabı yapan Japonya, binalarını yaparken de en küçük bir hasara sebebiyet verebilecek her türden ihmali ortadan kaldırıyor.

Her yıl küçüklü büyüklü ortalama 2000 depremin yaşandığı ülkede doğal afetlerin önüne kaderci bakış açısıyla değil, mantığın, bilimin ve teknolojinin kullanıldığı birçok yöntemle geçiyorlar.

Japonya, en erken tarihli olan 599 yılındaki Nara depreminden sonra Japon depremlerinin tarihi kayıtlarını    tutmuş. 1899’da Japon Depremlerine İlişkin Tarihsel Veri Kataloğu olarak yayınlanmış. 1923 Büyük Kantō depreminin ardından, İmparatorluk Deprem Araştırma Komitesi, 1925’te Deprem Araştırma Enstitüsü olarak değiştirilmiş ve 1982’de İmparatorluk Deprem Araştırma Komitesi oluşturmuş.

1950 yılında düzenlenen ‘Yapı Standartları Yasası’ ile deprem, yangın gibi birçok doğal afetin önüne geçilebilecek maddeler ile yapıların ve insanların güvenliği düşünülmüş… Devletin tüm idari mekanizmalarından, inşaat şirketlerine kadar toplumun her birimi bu yasalara harfiyen, kesinlikle uyuyor…

2011’de yaşanan büyük felaket bu kontrol mekanizması sayesinde Sendai’de -eğer tsunami olmasaydı- neredeyse depremi hasarsız atlatmış olacaktı…

Japonlara anaokullarından itibaren ‘depremle yaşamak’ üzerine birçok uygulamalı eğitim veriliyor. Çocuklara da belli aralıklarla deprem olduğunda neler yapılması gerektiği üzerine tatbikatlar yaptırılıyor.

Elbette Japonya’daki yapıların güvenli oluşundan kuşku duymadıklarından olası bir deprem anında herkes soğukkanlı bir şekilde yapması gerekenleri yapıyor ve uyguluyor…”

Türkiye’dekini saati saatine izleyebiliyoruz. Peki, Güneydoğulu Kürtlerin “Binê Xettê” dedikleri sınırın öte yakasındaki depremden haberimiz var mı? Olup bitene birlikte bakalım:

Suriye topraklarındaki depremin dördüncü gününde (9 Şubat 2023) Sivil Savunma isimli kuruluşun duyurduğu bilanço şöyle: 3583 ölü, 6342 yaralı. Ülkenin kuzeybatısında toplam 418 bina çökmüş, ağır hasar gören bina sayısı 1300’den fazla. Ölenlerin yarıdan fazlası çocuk…

Suriye yönetiminin denetim alanlarında 8 Şubat tarihi itibarıyla 1677 ölü, 3335 yaralı var. Kuzeyde (Rojava) özerk (SGD ve bileşenlerinin yönettiği) bölgedeki sağlık birimi ölü sayısını 6, yaralı sayısını 57 olarak bildiriyor. Rakka, Kobani’de az sayıda bina çökmüş durumda.

Özerk Yönetim burada olağanüstü durum ilan etti ve kurtarma ekipleri kurdu. Yardımlarla birlikte bazı ekipleri Halep’teki Kürtlerin yoğun olduğu semtlere gönderdi. Halep çevresindeki kırsal kesimler, altı aydan bu yana Suriyeli birliklerce kuşatma altında olduğundan oralara yardım iletilemiyor. İlgili birimler sadece özerk yönetim bölgelerine değil, diğer muhalif hareketlerin bulundukları kesimlere ve Suriye denetim alanlarına da insani yardımları ulaştırıyorlar.

Menbiç’teki Fırat Hastanesi yönetimindeki (doktor, hemşire, psikiyatristler, ilkyardım uzmanları ve gönüllülerden oluşan) sağlık ekibi, şehir ve çevredeki depremzedelere yardım eli uzatıyor. Kontrol ve tedavinin yanı sıra halkı bilinçlendiren faaliyetlerde bulunuyor.

Cihatçıların işgalinde bulunan İdlib ve çevresindeki kayıp sayısı ise 1900 ölü ve 2950 yaralı olarak belirtiliyor.

Enkaz altında kalan yüzlerce aileyi kurtarma şansı giderek azalıyor. Uzmanlara göre bu haliyle kaldığı sürece depremzedeler en fazla bir hafta dayanabilirler. Mısır kurtarma ekibi, bilhassa Afrin tarafında arama-kurtarma çalışmalarına başladı. Ülke genelinde 1500’den fazla bina çökmüş durumda.

North Press’e açıklama yapan uzmanlara göre; 12 yıllık çatışma sürecince tahrip olan sınır bölgelerinin altyapısı zayıflamış. Özerk Yönetim’in denetimindeki topraklarda son yıllarda Türkiye tarafından atılan bombalara maruz kalan arsa, arazi, bina ve tesisler de göz önüne alınırsa depreme hayli dayanıksız oldukları açıktır.

Birleşmiş Milletler (BM) teşkilatı yardım ekibi, ihtiyaç duyulan malzemenin çok fazla ve şartların gayet kötü olduğunu duyurdu. Aynı kuruluşa göre depremden 80 saat sonra Reyhanlı’dan hareket ederek Cilvegözü Sınır Kapısı’ndan geçen ilk insani yardım konvoyu İdlib bölgesine ulaşacak.

Bölge ahalisi bu tür malzemelere (çocuk bezi ve temizlik maddelerini) şimdilik acil ihtiyaç olmadığını; tıbbi malzemelerle gıda yardımının çok daha acil olduğunu söylüyorlar. Ayrıca depremin yol açtığı felaketi giderici, hafifletici ve iyileştirici maddelerin bulunması gerektiğine de işaret ediyorlar. Kimileri ise Reyhanlı’da bulunan BM depolarındaki malzemelerin eski ve zamanı geçmiş olmasından şikâyetçiler.

Afrin halkı, 8 Ocak’ta malzemelerin dağıtılmasını engelleyen yerel yönetime (Türkiye destekli Suriye muhalefetine) tepki olarak BM teşkilatının depolarını basıp stoklara el koydular. (https://npasyria.com/141040/https://npasyria.com/141065/)

Suriye Başbakanı Hüseyin Arnas, depremin vurduğu Lazkiye ve çevresini dolaştıktan sonra verdiği demeçte, “Burada yıkım çok büyük, umarım Halep benzeri bir yıkımı yaşamamıştır!” dedi. Lazkiye’de 8 Ocak’ta 506 ölü ve 792 yaralı tespit edilmişti.

Suriye yönetimi, 8 Şubat itibariyle Halep’te 812 ölü, 1449 yaralı olduğunu açıkladı. Bugünlerde ülkenin sanayi ve ticaret merkezi sayılan Halep’te akaryakıt kıtlığı nedeniyle arabalar kullanılamıyor; yol ve caddeler bomboş.

Kuzeydeki (Rojava) özerk yönetim, yöre ahalisine ve ihtiyaç sahiplerine akaryakıt yardımı yapıyor. Halk genelde park ve bahçelerde toplanıyor. Toplu taşıma araçları ve kamyon benzeri taşıtlar vasıtasıyla insanlar depremin olmadığı kırsal alanlarla şehirlere taşınıyor. (https://npasyria.com/141080)

Çok sayıda yazar-çizer deprem günlükleri tutmuşlar. Birinde “Suriyelinin ölüm zamanı”, diğerinde “Halep sokakta yatıyor” ibaresi yer almış. Bir başkası ise “Fakirlerin lokman hekimi, ruhları arındırıp sağaltıyor” diyerek mevcut ruh halini paylaşmış.

Suriye hükümeti, uluslararası yardım kuruluşlarına ve BM teşkilatına insani yardım ve dayanışma için açık çağrı yaptı. Suriye’nin baş müttefiki sayılan İran uçakları Şam, Lazkiye, Halep havaalanlarına inerek deprem yardımı yapmaktalar. Tunus ile Mısır uçakları da aynı amaçla seferber oldular.

Ürdün, kurtarma ekibi gönderdi. Fransa da yardıma hazır olduğunu bildirdi. Çin, Belarus, Irak, Lübnan, Cezayir, Bahreyn, Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri yetkilileri hem başsağlığı dileğinde bulundular hem de yardım göndermeyi vaat ettiler. Suudi Arabistan ise, “üzüntüsünü ve olayları yakından izlediğini” basın üzerinden duyurdu. Ertesi günü bağış kampanyası başlatarak Türkiye ile Suriye’ye hava yoluyla yardım gönderdiğini açıkladı.

Suriyelilere gelince, sadece deprem yardımı yapmakla yetinmek yerine ülkeye dayatılan ekonomik kuşatmanın kaldırılmasını istiyorlar. Bu konudaki resmi çağrı Suriye Kızılay kurumundan geldi, “Avrupa Birliği ülkeleri ambargoyu derhal kaldırmalıdır. Tek taraflı dayatılan bu ceza, deprem sonuçlarını daha da vahim hale getirecektir…” dendi.

Bu münasebetle iki ilginç olaya dikkat çekmek istiyoruz:

  1. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, “Diplomatik kanallar aracılığıyla bizden yardım talep etmesi üzerine Suriye’ye deprem yardımı gönderdik” dedi. Olayı yalanlayan Suriye yönetimi ise aşağıdaki açıklamayı yaptı: “Geçmiş on yıllardan beri halkımızı katledenlerle beraber olan bu siyasi varlıktan (İsrail-F.B.) yardım istememiz imkânsızdır! 11 yıldan bu yana yıkıcı bir savaşın arkasındaki güçler olan ABD ve İsrail’i destekleyen Türkiye, bazı Arap ve Körfez ülkelerinin baş hedefindeki Suriye, aynı zamanda hepsinin dayattığı ölümcül açlık kuşatması altındadır. Maksat bize diz çöktürmekti. Yüz binlerce ölü verdik ama diz çöküp boyun eğmedik.”
  2. Suriye’nin bazı Arap ülkelerine bir serzenişi daha oldu: “Depremin ilk anlarından itibaren bazı Arap ülkeleri, hava köprüsü kurarak yardımlarını Türkiye’ye ulaştırdılar. Kurtarma ekipleri gönderdiler. Buna karşılık kardeşimiz sayılan bu Arap yetkilileri, yardımlarının çok azını bize verdiler. Türkiye’ye yardımlar elbette doğru ve yerindedir. Ancak biz de miktar ve öncelik olarak aynısını hak etmekteyiz… Çünkü 12 milyon Suriyeli ikinci öğün yemeğin nereden geleceğini bilemiyor. 3 milyon insan, tek öğünle yetiniyor. Halkın %70’i aile sofrasına yemek koyamıyor…”

Dikkat çeken bir başka nokta da şu: Normalde Arap Birliği’nin üyesi olan, ancak 2011’deki iç savaş nedeniyle üyelikten atılıp siyaseten boykot edilen Suriye yönetimi, depremden sonra bazı Arap liderleri tarafından telefonla arandı; başsağlığı dilekleri iletildi. Akla gelen ilk şey, “Acaba ilişki kurmak için ‘deprem diplomasisi’ mi devreye girecek?” sorusu. Bu gelişmeye itiraz edenler, “Suriye, depremi fırsat bilerek uluslar arası yaptırımlardan sıyrılmak istiyor” iddiasındalar.

Türkiye destekli cihatçıların katı denetimi altındaki ahaliye ulaştırılan yardımlara rağmen Heyet-ul Tahrir’il Şam (Eski El Nusra Cephesi), “Yola çıkan konvoyların Suriye yönetimi tarafından engellendiğini” iddia ederek karşı propaganda yaparken, Şam hükümeti bunu “Batılı devletlerle cihatçıların bir iftirası/karalaması” olarak görüyor.

Suriye açıklamasındaki tespit mantıklı sayılabilir. Çünkü konvoylar Türkiye üzerinden sınırı geçiyorlar. O bölgelerdeki kontrol ve denetimin çoğu Suriye birliklerine değil; Türk ordu birlikleri, Suriye Milli Ordusu ve cihatçı HTŞ birimlerine ait.

Türkiye, yardım konvoylarının geçmesi için sınır kapısını açtığını duyurdu. Oradaki halka göre, sadece Cilvegözü Kapısı yetmiyor, birkaç sınır kapısının daha açılmasında yarar var.

“Deprem diplomasisi” açısından bakılırsa, bu sınır kapısının açılması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Başkanı Beşar Esad’a depremzedeler vesilesiyle başsağlığı dileme amaçlı telefon etmesine de vesile olabilir mi, deyip geçiyoruz.

Depremin Türkiye tarafına dönersek, yazar Zülal Kalkandelen’in Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan 8 Şubat 2023 tarihli makalesi, genel bir çerçeve ve tespit olarak makul sayılabilir:

“Türkiye’deki depremlerde yaşanan yıkımın tek sorumlusu AKP değildir. Ancak son 21 yılda faturanın bu kadar ağır olmasının nedeni AKP’dir. Bu iktidar, uyguladığı piyasacı yönetim ile rant düzenini derinleştirmiş, rüşvet çarkını hızlandırmış, bilime tamamen sırtını dönmüş, kurduğu ‘Şahsım Devleti’nde denetim mekanizmalarını tümüyle yok etmiştir.

Her felaket sonrasında, ‘kader’, ‘fıtrat’ diyerek halkı uyutmaya çalışan siyasal İslamcıların amacı, yıkım düzenini normalleştirip çıkar ağını büyütmektir.

Çok açık ki bu ülkede siyasi bir enkaz var ve halk bu enkaz altında eziliyor. Vakit, ilk seçimde bu siyasi enkazı kaldırma vaktidir!” (https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/zulal-kalkandelen/vakit-bu-siyasi-enkazi-kaldirma-vaktidir-2049377.)

Kanımca meseleyi Türkiye ve hatta AKP-Erdoğan ikilisiyle sınırlamak, küresel dünyadan azade biçimde ele almak yeterli değildir. Nedenine gelince: Felsefi bir bakışla ve sınıf temelinde meseleyi ele almak kapsamlı olduğu kadar deprem sorununu anlamamızı kolaylaştırıcı bir işlev görebilir.

Kısa bir süre önce depremi, felsefi bir bakış açısıyla KOMÜN TV’de gündeme getiren Felsefeci Mehmet Akkaya ile sunucu Emre Erdal’ın önerme ve tespitleri önemlidir. Söyleşinin ana çerçevesi mealen şöyle çizilebilir:

Her ikisi de depremin bir tabiat olayı, bir doğal afet olduğunun altını çiziyorlar. Ancak meselenin felsefi, bilimsel, çevreci ve sınıfsal boyutuna da dikkat çekiyorlar.

Onlara göre: Modern ve post modern uygarlık denen gelişim evresinde insan ruhsuz bırakılmış, robotlaşmıştır. Aldığı yanlış eğitim ve yönlendirme nedeniyle kâr hırsı peşinde koşan bir varlık haline gelmiş; kendine yabancılaşarak hemcinsi insanın sırtına binerek yükselmeyi hedef edinmenin ötesinde insan insanın kurdudur misali “terminatör”, yok edici oluvermiştir.

Hâlbuki komünal dönem ve izleyen süreçlerde insanlar ortak üretici ve tüketiciydiler. Kardeşliğe ve dayanışmaya önem verirlerdi. Kendilerine yetecek kadar üretirlerdi; doğaya dost idiler. Mesela tek katlı barınak ve sığınaklarda yaşıyorlardı. Depremden bu kadar zarar görmüyorlardı. Uygarlaşma diye tanımlanan sonraki süreçlerde ise sömürücü olmanın ötesinde doğayı tahrip ederek ve yağmalayarak ilerlediler.

Antik çağlardaki evler tek katlıydı; nadiren çok katlı (Babil Kulesi, Pramitler gibi) binalar inşa ediyorlardı. Depremlerde can kayıpları daha azdı. Bugün Türkiye’deki deprem sonucu şehirdekilerin kırsal kesimlere, köydeki evlere gitmelerinin sebebi de barınak sadeliği ve güvenliğidir.

Antik dönemde depremin yoğun olduğu Ege’nin Anadolu ve Yunanistan yakasında yaşayan filozoflar kendilerince depremin sebebini anlamaya çalışıyor ona göre fikir ve önermelerde bulunuyorlardı. Örneğin hava, su, toprak ve ateşin hem önemini hem de değişkenliğini yani hareketliliğini vurguluyorlardı. Oysa şimdiki “uygar kuşaklar” havayı, suyu, toprağı ve ateşi hoyratça kullanıyorlar.

Günümüzde HES yoluyla akarsular kirletildi; toprak üzerindeki imar ve inşaatlar neticesinde devasa gökdelenler yapılarak yeşil alanlar yok edildi; maden aramaları sebebiyle Amazon ormanları mahvoldu, dünyanın akciğerleri zehirlendi, atmosfere salınan gazlar yüzünden iklim değişiklikleri yaşanmakta.

Çokuluslu şirketlerin ortaya çıkmasıyla birlikte şirket-devlet yönetimi baş gösterdi. Daha fazla kâr ve sömürü hırsıyla toplumun üst ve alt yapısı bozuldu. AVM denen “tüketim tapınakları” oluştu. Başarı kavramı, şirketlerin sömürücü ve tahrip edici anlayışıyla özdeşleştirildi.

Sonuç olarak dünya can çekişir hale getirildi; ahlâk ve insanı yok sayan iş bitiricilerin yarattıkları ortamlarda, bu can çekişen dünyanın ruhu haline getirilen dinler, Mehdi veya Mesih gibi hayali bir kurtarıcıdan medet uman en altta kalan sınıf ve katmanların biricik teskin edicisi, teselli vericisi ve umudu oluverdi. Oysa dünyadaki dinler, eski sömürü sistemleriyle mevcut küresel vahşi kapitalist sistemin temel dayanağı olma işlevini çağlar boyu sürdürmektedirler…

Ben sohbeti bu şekilde özetleyebildim. Meraklısı bu uzun söyleşiyi şu linkten izleyebilir: https://www.youtube.com/live/CVzBVOzYUe8?feature=share.

12 Eylül Evren cuntası ile Turgut Özal’ın 24 Ocak kararları, Türkiye’deki insanların yozlaşmasının hem ana sebebidir hem de sürükleyici dinamiğinin alt ve üst yapısını inşa etmiştir.

Bu depremde AKP iktidarı, bütün kamu kaynak ve olanaklarını seferber etmek yerine ilan ettiği OHAL aracılığıyla yeni yasaklar koymaya ve böylelikle toplumun dayanışmacı girişimlerinin önünü kesmeye kalkışıyor.

Diyanet İşleri ise toplu seferberlik ilan edip birçok bakanlıktan daha büyük bütçesinin bir kısmını depremzedelere ayırmak yerine camilerden “sela” vermekle yetiniyor.

Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali İhsan Göker’in “Deprem veya binalar öldürmez, Allah öldürür. O da eceli geleni. Depremde ölenler aynı anda Mars’ta bile olsalar yine öleceklerdi. Ölüm mekâna değil zamana bağlıdır” demesi de bundandır.

İslami kesimde popüler medyatik bir şahsiyet haline gelmiş olan Türk Gaziantep İslam Bilim ve Teknoloji Üniversitesi Rektörü Nihat Hatipoğlu’nun atv’de “Deprem Özel Programı”nı düzenlemesi de depremzedelerin yaralı yüreklerini “din-iman” ile teskin etmeyi amaçlamaktadır.

TV kanallarında olaya farklı bakış getirecek bir felsefeci çıkarılmıyor. Oysa felsefecilerin bu konuyu ele alıp tartışmasında sayısız yarar var.

Salt AKP iktidarını seçim yoluyla götürmekle sorunlar bitmiyor. Diyelim ki Millet İttifakı bileşenleri; deprem felaketini önleyici tedbirleri alıp buna dair radikal yasaları çıkarabilecekler mi? Sosyal devlet temelinde toplumun mevcut sosyokültürel durumunda köklü dönüşümler sağlayacak ve bölüşüm ilişkilerini değiştirebilecek bir vizyona sahip olacaklar mı?

Demek ki “Erdoğan-AKP gidecek, her şey güzel olacak” çözümü çok da kolay değil, mesele daha derinde…

*gazetekarınca