Cumartesi , 20 Nisan 2024

EDEBİYAT VE ŞEHİR

A.Ömer Türkeş

1972 doğumlu Miéville, Cambridge Üniversitesi’nde sosyal antropoloji öğrenimini tamamladıktan sonra akademik kariyerini uluslararası ilişkiler alanında sürdürmüş  ve bu alanda “Eşit Haklar Arasında: Uluslararası Hukukun Marksist Bir Teorisi” isimli doktora tezi ile dikkat çekmişti. Ancak uluslararası tanınırlığını “Kral Fare”nin ardından birbiri sura yayımladığı romanlarına borçlu. 1998 yılında yayımlandığında, “Kral Fare” “İngiliz fantezisinde yeni ve şaşırtıcı bir ses”,  yazarı China Miéville ise “gerçek bir büyücü, bir sihirbaz, bilim adamı ve şairin güçlü bir karışımı”  tarzında övgülerle karşılanmıştı. “Kral Fare”ile hem Uluslararası Korku Cemiyeti hem de Bram Stoker odullerine aday gosterilmiş,  sonraki her romanında önemli ödüllere değer görülmüştü. Her romanını farklı bir türde yazmayı amaçlayan Miéville, “Perdido Street Station”(2000), “The Scar” (2002), “Iron Council” (2004), “Un Lun Dun” (2007), “The City & the City” (2009) romanlarında bilim kurgu, fantastik kurgu, western, macera ve polisiye kalıplarını kullanmış, çok sayıda saygın ödüle değer bulunmuş ve başta Almanca, Fransızca, İspanyolca, Japonca ve İtalyanca olmak üzere pek çok dünya diline çevrilmişti.

Türkçeye çevrilen üçüncü romanı “Şehir ve Şehir”in girişinde China Mieville’in teşekkür yazısıyla karşılaşacaksınız:

“Çok şey borclu olduğum sayısız yazar arasında, bu kitabın ortaya çıkmasında katkıları olan Raymond Chandler, Franz Kafka, Alfred Kubin (“Diğer Taraf”), Jan Morris (“Hav”) ve Bruno Schulz’a çok teşekkürler”…

Hemen altında Polonyalı –Yahudi- yazar Bruno Schulz’un “Cinnamon Shops and Other Stories” kitabından bir alıntı(epigraf) yer alıyor;

“Şehrin derinliklerinde, deyim yerindeyse, çift caddeler, birbirinin tıpatıp aynısı olan sokaklar, uyduruk, gercekte var olmayan, hayali yollar vardı.”

Romanı okumaya başladığınızda gerek tesekkürün gerek epigrafın hiç de boşuna olmadığını farkedeceksiniz. China Mieville “Şehir ve Şehir”de birbirini kesen cadde ve sokaklarıyla iç içe geçmiş ama birbirini görmeyecek kadar düşman kesilmiş hayali Beszt ve Ul Qoma kentlerinde geçen bir cinayet hikayesi anlatıyor. Ana karakteri şehir olan bir  hikaye bu…

Kentler Arasında

Gece yarısı bir cinayet mahallindeyiz. Maktül, yüzü kesilerek öldürülen genç bir kadın. Soruşturmayı Müfettiş Tyador Borlu yönetiyor.

Çok ekonomik bir dil, girişteki birkaç cümlede kentin criminal yanını gösterebilmiş;

“Kaykay sahası ona göre ayarlanmış besbelli. Birkaç yıl önce yapılmış burası. Mahallenin gençleri sıraya bindirmişler işi. Gece yarısından sabah dokuza kadar serseriler, dokuzdan on bire kadar çeteler, on birden gece yarısına kadar da kaykaycılarla patenciler kullanıyormuş.”

Ya da;

“Beszel’deki fahişeler, özellikle böyle mahallelerde, önce çocuklarının yiyecek ve giyecek ihtiyacını karşılamaya bakardı; sonra da kendileri için feld ya da kokain alırlardı. Karınlarının doyması ve saç kremi gibi küçük ihtiyaçlarsa en son karşılanırdı.”

Sahne herhangi bir cinayet romanında okumaya alışık olduğumuz diyaloglarla sürmekle birlikte kent, semt ve insan isimleri biraz şaşırtıcı; Besz kenti, Leskov mahallesi, Kordvenna bölgesi, Yovic Koprusu, Pocost Koyu, Komiser Kerevan, Komiser Gadlem, Başmufettiş Marcoberg, Müfettiş Tyador Borlu, polis ekibinden Bardo, Yaszek, Naustin, Corwi, Shulban, Shushkil, Briamiv… Ancak satır aralarında Amerika, İngiltere, Balkanlar, müslümanlar, yahudiler gibi sözcüklerin geçmesi şüpheleri biraz olsun dağıtıyor.

Sayfalar ilerledikçe zaman ve mekan algımız düzelecek ve romanın dünyasını kavrayacağız: 2000’li yıllarda, Balkanların biraz ötesinde, deniz kenarına –muhtemelen Karadeniz kıyısına- konuşlanmış bir kentteyiz. Roman kahramanı ve anlatıcısı Komiser Borlu’nun rehberliğinde Bezst kenti yavaş yavaş aydınlanıyor. Aslında sadece bir kent değil kent devletidir Beszt. Komşusu Ul Qoma kent devleti ile yüzlerce yıla dayanan düşmanlıkları öyle bir hale gelmiştir ki mahalleler, sokaklar birbirini çapraz keserek birbirlerinin içine geçtiği, özellikle gecenin karanlığında hangi sokağın hangi kente ait olduğu zar zor seçildiği, kent sakinleri birbirlerinin yanı başından yürüyüp gittiği halde, Besztlilerin Ul Qoma’ya, Ul Qoma’lıların Beszt’e ait herhangi bir şeyi görmesi, işitmesi, hissetmesi yasaklanmıştır. Yasağı ihlali en büyük suçtur. İhlalin yapıldığı an devreye giren İhlal teşkilatı her iki kent için de en büyük korku kaynağıdır.

Hikayeyi kavramak açısından İhlal teşkilatını ve ihlalin mantığını kavramak önemli; “İhlal, bir şehirden diğerine acılan bir geçitte değildi. Kaçak giriş çıkışlarda da değildi. İhlal, aslında geçiş tarzındaydı. Çapraz hatlarla bölünmüş bir alandaysanız Besź tarafındaki evinizin arka penceresinden bir Ul Qomalının bahcesine ister bir kedi, ister kokain ya da silah atın, bu ihlal demekti. İhlal sizi bulurdu. Tek bir kuş tüyü ya da bir lokma ekmek bile atsanız, bu ihlal demekti. Peki ya nükleer bir silah çalıp gizlice Copula Salonu’ndan sınırı geçerseniz? İki şehrin arasındaki kontrol noktasından geçerseniz? Sucların çoğu bu yoldan işleniyordu. Bu durumda ihlal yapılmamış oluyordu.”

Müfettiş Borlu olayı çözmeye çalışırken cinayetin Ul Qoma’da işlenip cesedin Beszt’e bırakıldığını fark eder. Ancak ceset sınırdan kuralara uygun bir şekilde geçirildiği için ihlal söz konusu değildir. Bu durumda katili ortaya çıkarabilmek için iki kentin polis teşkilatlarının işbirliği gerekecektir.  Borlu Ul Qomalı meslektaşı Quissim Dhatt’la beraber işe koyulur.

Kurban Ul Qoma Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nde doktora yapan Amerikalı bir kız öğrenci. Ancak bilgi her iki kent için de tehlikeli bir donanım. Nitekim iki kent arasındaki düşmanlığın tarihini, iki kent arasında saklandığı rivayet edilen üçüncü bir kentin – Orciny’nin- var olup olmadığını araştıran, yasaklanmış kitapları okuyan kurban de her iki kentin milliyetçilerinin düşmanlığını kazanmış, ölüm tehditleri almıştır. Soruşturma sürerken bir başka öğrenci daha kaybolur. Üstelik soruşturmayı derinleştiren Müfettiş Borlu’nn hayatı da tehlikededir. 

Hikaye sınır noktasında gelişen heyecanlı bir kovalamaca sahnesiyle son bulacaktır…

Diğer Eserleri

“Şehir ve Şehir” okuduğum üçüncü China Mieville romanı. Ve hiç şüphesiz en iyisi. “Fareli Köyün Kavalcısı” masalından esinlenerek kurguladığı “Kral Fare”de fantastik öğeleri günümüz dünyasının ilgi ve korkularıyla kaynaştırmıştı.

“Kral Fare” kuşkusuz bir kent romanıyıdı; geçmişi ve geleceği, görünen modern yüzüyle görünmez kaotik yapısıyla Londra’nın romanı. Metropol paranoyalarını, nihilist şiddetini, yalnızlığını ve umutsuzluğunu simgelemek için fantastik öğeleri kullanırken görsel bir dil kullanmış yazar. Giriş bölümündeki Londra’nın köhnemiş mahallelerin tasvirleri, Hugo’nun “sefiller” romanındakine benzer kanalizasyon yürüyüşleri, kentin altında sürdürülen bir başka hayat, disko müziğine kendinden geçmişçesine kapılmış gençler… Bunların hepsi modern bir kentin karanlık bilinçaltının yansımaları. Son yıllarda Türkçe yazılan romanlarda genç kuşak yazarlar tarafından dillendirilen metropol korkularının Londra’ya özgü biçimlerini izlerken fantastik edebiyatın sadece bir kaçış edebiyatı olmadığını bir kez daha anlıyoruz.

“Kral Fare” için günümüzde geçen karanlık bir ütopya diyebiliriz.  Mievielle’in insanlar, fareler, kuşlar ve böceklerle, davul ritmleriyle ortaya çıkardığı çağdaş korkular, kişisel ve sınıfsal sancıları yansıtmıyor mu?  “Şehir ve Şehir”in girişindeki Kafka teşekkürü boşuna değil. Çok önce Brecht, Kafka’nın “Dava”sını böyle bir bakışla değerlendirmişti. Brecht’e göre “Dava”daki en önemli nokta, büyük kentlerin sonu gelmez, karşı konulmaz büyümesinden duyulan korkudur. Bu kentler dolaylı ilişkilerin uçsuz bucaksız labirentini, modern ya­şama biçimlerinin getirdiği bölünmeleri, karmaşık, karşılıklı bağımlılıkları dile getirirler. Ve bu kentlerde yaşayan küçük burjuvaların hissettiği yalnızlık ve yabancılaşma hayatın atomize oluşundan, “yabancılaşma olgusunun insanı artık neredeyse bütünüyle kendi buyruğu altına alacak boyutlara varmış olu­şundan, insanları kendi gölgelerinden ibaret kişilere dönüştür­müş bulunuşundandır”. 

“Perdido Sokağı İstasyonu”nda dünyaya benzeyen ama evrendeki koordinatları bilinmeyen bir mekana taşıyordu okuyucusunu. Fantastikle bilimkurgunun, masalla kara ütopyanın, gothikle retro-fütüristiğin  tuhaf bir karışımı olan  roman “steampunk” türündeydi. Romanın mekanı Yeni Crobuzon adlı karanlık, kaotik ve kriminal bir kent. Çeşitli ırkların, türlerin, ırk ve türlerden  melezlenmiş canlıların bir arada yaşadığı, bilimle sihirin birbirinden ayrılmadığı, rasyonel aklın hüküm sürmediği ama iktidarın bir avuç zorbanın elinde olduğu ürkütücü bir atmosfer hakim.

Fantastik öğelerin kullanılması romanın tarihi kadar eski olmakla birlikte Fantastik Kurgu dediğimiz tür, bütün roman türleri arasında en yenilerden biri. Ama burada “fantastik” kelimesini gerçeküstü öğeler ya da hayal ürünü hikayeler içeren romanları işaret etmek için kullanmıyoruz. Bu yeni türün ilk ayırd edici özelliği zaman ve mekandan kopuştur. Bambaşka bir evrenin başlangıç koordinatları bilinmeyen bir zamanına gönderilir okuyucu. Yazar verili dünyadan olabildiğince uzaklaşır; gerçek dünyaya fantastik öğeler katmak yerine, tamamen hayal gücüne dayanan bir dünyaya göç eder. Aklınıza gelebilecek her şeyiyle; mitolojisi, coğrafyası, tarihi, ırkları ile, yani her detayıyla yazara ait yeni bir dünyadır bu. İçinde yaşadığımız gerçeklikle kurulan yegane bağ dil aracılığıyladır. Ancak türün ustaları burada bile kendi terminolojilerini, kendi kelimelerini, dillerini kurmaya, dilin taşıdığı önsel anlamlardan, hatıralardan, ideolojik yüklemelerden olabildiğince kaçınmaya çalışırlar. Yeni bir dünya tasarlarken içinde yaşadığımız dünyadan büsbütün kopmak mümkün olmaz elbette. Bu dünyanın değerleri başka dünyalarda yeniden tesis edilirken murad edilen insanlık adına genel doğruları bulup çıkartmaktır.

“Elçilik Şehri” ile bu kez “hard science-fiction” türünü denemişti. Bilimkurgu ile felsefe ve siyasetin içiçe geçtiğï “Elçilik Kenti” türün meraklıları kadar edebiyatseverleri de heyecanlandıracak bir roman.

Önceki romanlarında kurmaca kentler yaratma ustalığına tanık olduğumuz China Mieville evren yaratma konusunda da çok başarılı. Başka bir evrenin içine girmek, başka bir zamana ayarlanmak, başka canlı türleri ile karşılaşmak -anlatıcısı insan da olsa- her zaman şaşırtıcıdır. Hikayenin içine girmeyi zorlaştırabilir ki pek çok okuyucuyu “hard science-fiction”dan uzaklaştıran neden tam da budur. Ne var ki romanlarında söz konusu tedirginlik duygusunu yok etmeyi başarıyor

Belli ki ütopya kurmak tam da Mievile göre bir iş. Sadece edebi açıdan değil, siyaseten de önemsiyor ütopyaları Mieville. “Utopyanın Limitleri” adlı makalesinde şöyle açıklıyor ütoptaya ilgisini; “Yapabileceğimiz kadar sert biçimde ütopya kurmalıyız. Mutlu bir insanlıkla birlikte uçan adalar, kendi kendini oluşturan mercan resifi mahalleleri, kemik iliğinden çoğaltılmış fotosentez yapan arabalar hayal etmeliyiz. Büyük Kaya Şekeri Dağlan hayal etmeliyiz çünkü onlan hayal ederken ne yol haritalarına ne de onlann absürtlüklerine takılıp kalınz.Ütopyalar yeni Rorschach’lardır. Kaygılarımızı ve düşünlerimizi ortaya döker ve sonra kağıdı katlayıp açınca bunlardan şaşırtıcı yeni şekiller çıkarırız. Bir miktar niyet içerse de yaptığımız şey kesin ve net bir planlamanın çok ötesindedir. Ütopyalarımız keyif sürmek ve imrenilmek içindir .Onlar kaygılanmızdan oluşur ve bizlere şimdi şu andaki halimizi, bizlerin ütopya önceki halini anlatırlar. Ütopyalarımızı yorumlamak gerekir, tabi düşmanlarımızın ütopyalarını da.”

Romanın ve ütopyanın sadece kurmaca olmadığı fikriyatından hareketle yazmış “Elçilik Kenti”ni. Hem ütopyanın sınırlarının hem de sınıflı toplumda farklı sınıfların farklı ütopyalar kuracaklarının farkındalığıyla “Elçilik Kenti”ne bu çatışmayı da taşımış. Ancak çatışmayı nihai sonuna vardırmıyor. Kendilerini kıyametin içinde bulan Arieka’lılar için bir umut var ama inşa edilmesi gerek. Tıpkı Mieville’in makalesinde yazdığı gibi; “Evet, umut etmek de umutsuzluğa düşmek de kötüdür. Kötü bir umut ve kötü bir umutsuzluk karşılıklı olarak birbirlerini inşa ederler(…) Umut var evet ama onun gerçek olması, dikenli olması, çeliğe su verilmesi için tek başına ona güvenemeyiz. Umudu test etmeli, makul miktarda neredeyse umutsuzluğa maruz bırakmalıyız.”

Türün büyük ustası Ursula K. Le Guin’in övgülerini de ekleyelim:  “Bu genç yazarın kendisini göstermesini ve bilim kurgu sanatını, son zamanlarda ‘güvenli’ okuyuculuğa yatırım yapan yayıncılığın gerileticiliği ile postmodernizmin bütün formlar ve formsuzluklarla ortaya koyduğu hayret verici değişim ve gelişim vaatleri arasında sıkıştıran ataletin dışına çıkardığını görmek bir sevinç kaynağı. Elçilik Kenti tam anlamıyla yetkin bir sanat eseri.”

Görünmezlik

“Şehir ve Şehir”de ise fantastik öğelere hiç yer vermemiş. Bunun yerine gerçek dünya üzerinde hayali kentler kurmuş, Kafkaesk bir atmosfer yaratmış. Miéville hayali dünyalar yaratmayı, kentler kurmayı, masallar anlatmayı seven; fantastik olanı yer yüzüne indirmeyi, gerçeküstüyle gerçekliği örtüşmeyi çok iyi beceren bir yazar.

Romanın Raymond Chandler tarzı polisiye kurgusu üzerinde yer darlığı nedeniyle durmayacağım ama polisiye kurgunun romanın ve anlatılan şehirlerin mimrisi ile uyumunun mükemmelliğinin de hakkını vermek isterim.

“Şehir ve Şehir”in hikayesi savaşlarla kaynayan, görünmez ama keskin sınırlarla bölünmüş bir dünyanın temsili olarak okunabilir. Beszt ve Ul Quma arasındaki tarihi düşmanlık, bu düşmanlıkla kurulmuş kimlikler, budalaca böbürlenmeler, kentleri ekonomik felaketlere sürükleyen anlamsız rekabetler, ve sonuçta totaliter yönetimlere mahkum toplumlar…

Hikayeyi günümüz dünyasının siyasi ve toplumsal bir yansıması ya da hicvi niteliğinden çıkarıp çok aha derin katlara açan başka bir etken daha var.  Görmemek, görüp de görmezden gelmek zorunluluğu… İnsanların bakmamayı, baksa da görmemeyi öğrenmesi… Hikayenin kilit noktası niteliğindeki bu düğümü, insan ilişkilerine dair çok güçlü bir metafora dönüşüyor.

Bir İhlalci’nin sözlerinden alıntılıyorum:

“İşimiz sadece şehirleri ayrı tutmak değil. Beszel ve Ul Qoma’daki herkesi tek tek ayrı tutmak. Biz, son kanalız: İşin çoğunu şehirlerdekiler yapıyor. Sistem işliyor, çünkü herkes görmemeyi başarıyor. Bu çok önemli.”

Miéville hemen her toplumda farklı tezahürlerle ortaya çıkan ama görmezden gelinen insani ilişki kopukluğunu çarpıcı bir hikaye haline getirmek için çok yaratıcı ve irkiltici bir kurgu yaratmış. “Şehir ve Şehir”in birbirini kesen sokaklarda dolaşan, bitişik apartmanlarda oturan, ortak bahçeleri, parkları kullanan ama ihlal yasakları nedeniyle birbirini görmeyen insanları sanki gerçeküstü bir hikayenin içindeler. Ne var ki bizim yaşadığımız gerçek onlarınkinden hiç de farklı sayılmaz. İnsan isimlerini, sarı-kırmız-yeşil renginin konbinasyonlarını, mlyonlarca insanın konuştuğu bir dili, giderek bir ulusun varlığını yıllarca yasaklı tutmuş bir ülke için “Şehir ve Şehir”in hikayesi fazlasıyla gerçekçi. Belki de bu nedenle romanda Kürt ve Türk sözcüklerine de rastlıyoruz.

Kukusuz bizi hedef alarak yazmamış romanını Mieville. Bakmamak, görmemek, farkına varmamak, sürekli bir dalgınlık halinde yaşamak metropol hayatının yarattığı bir davranış bozukuluğu. Bireysel, toplumsal ve siyasal boyutları olan bir bozukluk. Özellikle göçmenleri; farklı ırklara mensup, farklı dilleri konuşan, farklı dinlere inanan insanları kuşatan görünmezlik perdesi kent yoksullarını da örtmüyor mu?  Ya da köşe başında açlıktan ve soğuktan titreyen bir sokak hayvanı gördüğümüzde görmezden gelmiyor muyuz?

Marksist bir yazar olarak China Mieville “Şehir ve Şehir” sınırlar ve sınıflarla bölünmüş bu iki yüzlü metropol yaşantısını edebiyatın bütün yaratıcı gücünü kullanarak sorguluyor, saçmalığını açığa çıkarıyor ve yargılıyor. Fantastik edebiyatla büyüyen bir kuşaktan gelmiş, fantastik edebiyatı seven bir yazarın çağının sorunlarını ele alış tarzı kuşkusuz alışılageldik biçimlerden farklı olacaktı. Ama eleştiri gücünden bir şey kaybetmemiş;  Mieville romanlarındaki hikayeler, hikayelerdeki metaforlari simgeler, farklı türler, hatta her ayrıntı günümüz metropollerinde karşılaştığımız görüntülere karşılık geliyor.

Karanlık kentlerin mimari tasvirleriyle ışıldayan “Şehir ve Şehir” şaşırtıcı, heyecanlı, eğlenceli ve etkileyici bir roman.

*2023 kış dönemi A. Ömer Türkeş ile yapılan ‘Çağdaş Dünya Edebiyatı seminer metnidir

Takvim

Mart 2023
P S Ç P C C P
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728293031  

timeline

Aylık

ÖZGÜR ÜNİVERSİTE YOUTUBE