A. Ömer Türkeş
2024 Kış döneminde A. Ömer Türkeş ile gerçekleştirdiğimiz 8 haftalık, Cumhuriyet Romanında Tarihi, Siyaseti, Toplumu, İnsanı İle- Cumhuriyet Yılları seminer dizimizin 7 . haftasında, Murathan Mungan’ın ‘995’ adlı eserini konuştuğumuz seminer için hocamızın gönderdiği metindir…
12 Eylül darbesinin Türk romanına etkisi 12 Mart’tan çok farklıydı. Edebi, siyasi, magazinel, vb. bütün anlatılar yukarıdan aşağıya restorasyona uğrayıp söz kuşatılırken, roman da bundan nasibini aldı. Yeni bir kültürel iklime gimişti Türkiye Cumhuriyeti ve bu iklimde esen bireysellik, cinsellik, özgürlük fırtınaları, edebiyatın merkezi temasını oluşturdular.
Aslında 12 Eylül darbe süreci ile ilgili yazılan roman sayısı -Türk romanında diğer önemli tarihsel/toplumsal olaylara verilen yer ile kıyaslandığında- hiç de az değildir. Ancak edebiyatta derin izler bırakacak, hiç değilse belleklerde yer edecek bir “12 Eylül Romanı” külliyatından söz etmek zor. Bunun nedenleri, darbenin muhaliflik duygusunu zihinlerden söküp atmasında ve 80’lerin kültürel ikliminde solun değer ve kavramlarının dışlanmasında aranabilir. Hala muhalif kalan, meseleye sosyalist bir dünya görüşüyle yaklaşan gençlerin 80’lerde, 90’larda yazdıkları ise edebi açıdan doyurucu değildir. Edebiyattan ziyade tanıklıktır amaçlanan. 12 Eylül darbesinin bireysel ve toplumsal hayatlara etkisi 2000’li yıllarda, darbenin travması atlatıldıktan sonra yeniden ele alınmaya başlanacak ve doyurucu anlatılar sergilenecektir.
Bu olağanüstü durumun 80’lerdeki en iyi örneğinin usta bir yazarın kaleminden çıktığını söyleyebiliriz. 50 Kuşağı yazarlarından Bilge Karasu’nun “Gece”sinde (1985) düşünceler, olaylar, insanlar, metnin kendisi üzerine tartışmalar, sürreal bir tarzda ele alınmış, ama anlatılanların gerçek yaşamla bağı daha da netleşmişti. İşkenceyi, derin devletin şiddetini anlatmış ve yargılamıştı Bilge Karasu – edebi bir metin yazdığını bir an bile unutmadan…
Darbe sürecinin dışındaki olayların yokluğu bir eksikliktir. Sivas katliamı, 28 Şubat süreci ve en önemlisi de 1984’ten günümüze Güneydoğu’daki gayrı nizami savaştan söz edilmemesi, Türkiye’deki baskıcı devlet politikalarıyla ve bunun sonucu olarak yazarların 80’li, 90’lı yıllardaki hassas siyasi meseleler uzak duruşuyla açıklanabilir.
50’li yıllarda hikâyeleriyle edebiyatımıza yeni bir soluk getiren 50 Kuşağı yazarlarının 80’li yılların başlarında yazdıkları romanlar önemlidir. Feyyaz Kayacan’ın “Çocuktaki Bahçe”( 1982), Vüs’at O. Bener’in “Buzul Çağının Virüsü”(1984), Leyla Erbil’in “Karanlığın Günü”(1985) ve “Mektup Aşkları”(1988) romanlarında toplumsal hayatın bunaltısı bireylerin iç yaşantısı üzerinden, modernizmin gerilimleri ile birlikte hikâyeleştirilmiştir.
Bu tarzda anlatılar ve biçim arayışlarının güzel örnekleri Hulki Altunç’un “Bir Çağ Yangını”(1981) ve “Son İki Eylül”(1987), Sulhi Dölek’in “Kiracı”(1982), Zeyyat Selimoğlu’nun “Tutkunun Köşeleri”(1982), Muzaffer Hacıhasanoğlu “Trenler Yine Gidiyor”(1982), Oktay Rifat “Bay Lear”(1982, Selim İleri’nin “Yaşarken ve Ölürken”(1981), “Ölünceye Kadar Seninim”(1983), “Saz Caz Düğün Varyete”(1984), Sevim Burak’ın “Everest My Lord”)1984), Selçuk Baran’ın “Bozkır Çiçekleri”(1987) romanlarında da görülür.
Attila İlhan’ın “Fena Halde Leman”(1980), “Dersadette Sabah Ezanları”(1981), “Haco Hanım Vay”(1984) ile kariyerinin olgunluk dönemin ürünlerini verdiği bu yıllarda Orhan Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları”(1982), “Sessiz Ev”(1983) ve “Beyaz Kale”(1984), Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm”(1983), Mehmet Eroğlu’nun “Issızlığın Ortasında”(1984) ve “Geç Kalmış Ölü”(1984) romanları edebiyat dünyasına parlak bir girişi temsil ederler.
90’lı yıllarda yıllık basılan yeni roman sayısı hızlı bir ivmeyle tırmanmaya, roman türleri de çeşitlenmeye başladı. Bir yandan Yaşar Kemal, Necati Cumalı, Tarık Dursun K., Erhan Bener, Vüsat O Bener, Adalet Ağaoğlu, Peride Celal, Selim İleri, Osman Şahin, Oktay Rifat, Muzaffer Buyrukçu, İnci Aral, Oya Baydar, Pınar Kür, Selim İleri, Vedat Türkali, Attila İlhan, Mıgırdıç Margosyan gibi deneyimli yazarlar, öte yandan İhsan Oktay Anar, Buket Uzuner, Cem Akaş, Ümit Kıvanç, Hamdi Koç, Mario Levi, Süreyya Evren, Aslı Erdoğan, Perihan Mağden, Gülayşe Koçak, Gürsel Korat, Mahir Öztaş, Mehmet Yaşın, Gürsel Korat, Sebahattin Demiray, Elif Şafak gibi genç yazarlar dikkate değer romanlara imza attılar.
Sadece yazar ve roman isimleri bile bu değerlendirme yazısının sınırlarını aşar. Bu nedenle 90’lı yılların önemli birkaç romanını sıralamakla yetinmek zorundayız; Bilge Karasu – “Kılavuz” (1990), Vüs’at O. Bener – “Bay Muannit Sahtegi’nin Notları” (1991), Adalet Ağaoğlu – “Romantik Bir Viyana Yazı”(1991) ve “Yaz Sonu”(1993), Tahsin Yücel – “Peygamberin Beş Günü”(1992), Mehmet Uzun – “Yitik Bir Aşkın “Gölgesinde”(1995), Orhan Pamuk – “Kara Kitap”(1990), “Yeni Hayat”(1994) ve “Benim Adım Kırmızı”(1986), Vedat Türkali – “Güven”(1999), Yaşar Kemal’in Bir Ada hikâyesi”nin mükemmel başlangıcı olan “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”(1999)…
2000’li yıllar
2000’li yıllardan sonra roman üretiminde büyük bir artış yaşandı – yaşanıyor. Söz konuşu artışın son yirmi yılın siyasi, ekonomik ve toplumsal meselelerine ya da doğadan kaynaklanıp insan eliyle felakete dönüşen olaylara sirayet ettiği söylenemez. Ancak yakın tarihe ilişkin toplumbilimsel araştırmaların da henüz çok zayıf, yorumların eksikli ve sansürlü olduğunu unutmamak ve kabahati sadece edebiyata yüklememek gerekir. Ayrıca artış sosyolojik yönden, özellikle edebiyat sosyolojisi açısından titizlikle incelenmesi gerek bir durumdur. Zira polisiyelerden aşk romanlarına, bilimkurgulardan tarihi anlatılara, korku-gerilim romanlarından fantastik kurguya, post modern oyunlardan siyasi metinlere kadar geniş bir tür yelpazesi içerisinde farklı yazınsal arayışlarla kaleme alınan yüzlerce roman 21.yüzyıl Türkiye’sinin ilgilerini, inançlarını, zihniyet biçimlerini, ihtiyaçlarını, gerilimlerini yansıtırlar. Özellikle de söz söylemek ve görünmek, arzusunu…
Söz söylemek ve görünür olmak ihtiyacı gündelik hayat içerisinde twitter, facebook, selfie kültürü ile apaçık ortada. Edebiyatın da bundan payını aldığı, iyi yazmaktan ziyade çok satmanın, değerini satışla ölçmenin yaygınlaştığı bir dönem bu. Böyle bir arzuyu körükleyen etmenlerden birisi hiç şüphesiz medyanın iyi edebiyata değil çok satan romanlara gösterdiği ilgi ve alakalı, medyanın edebiyat üzerindeki gücü ise edebiyat dergilerinin ve edebiyat eleştirisinin güçsüzlüğü ile doğru orantılıdır.
Artık edebiyat eleştirisinin yerine reklam ve tüketim olgusunun etkisiyle, kitabı ve yazarı öne çıkaran deneme, değini ve kitap tanıtım yazılarıyla yetiniyoruz. Edebiyat ürünlerinden yansıyan ideolojiler sorgulanmıyor, çarpıcı bir hikâyenin, birkaç güzel cümlenin peşine düşülüyor. Romanlar çok konuşuluyor ama yapılan yorumlar beğeni ifadelerinin ötesine geçmiyor. Böylesine içi boşalmış yorum çeşidinin bize anlattığı her şeyin meşru sayıldığı bir dünyada, aslında değerlerin ve anlamın yittiği bir dünyada yaşadığımızdır.
Sonuçta hepsi de çok satmasa bile, teker teker değil ama bir bütün olarak ele aldığımızda, -yazım, dağıtım, reklam ve okuma süreçleriyle- romanın kendisinin -içeriğinden ve biçiminden bağımsız olarak- popüler bir kültür metasına dönüştüğünü görüyoruz. Şaşırtıcı değil. Zira edebiyat tarihi boyunca her dönemde popülerlik söz konusuydu. Ancak okuma düzeyi düşük halk tabakalarına hitap eden “ucuz” kitaplara hiç bir zaman bu düzeyde sahip çıkılmamış, böyle bir anlayışla üretilen romanlar edebiyatın içine katılmamıştı. Popüler kültür ürünlerine yönelik bu teveccüh sadece edebiyat değil, başta sinema olmak üzere, diğer sanatsal ürünler için de söz konusu. İnsanların eğitimleri, tercihleri, beğeni düzeyleri arasında herhangi bir sıralama gözetmeyen ve ilk bakışta daha demokratik görünen yeni kültürel zihniyet günümüzde her edebi ürüne saygınlık kazandırıyor. Özellikle son yirmi yılda roman alanında kaba saba olanla rafine olan, neredeyse birbirinden ayrılmaz biçimde yan yana sıralanıyorlar. Her zevke, her kesime hitap etmesi açısından olumlu yanları var. Ne var ki, yazılmış, yayımlanmış ve okunmuş ne varsa eşitleyen “tüketim kültürünün vitrin çoğulculuğunu” savunmaktansa, yazarlar ve ürünlerine değerler ekseninden yaklaşmanın -hala- daha anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Popüler kültürün roman alanına bu denli nüfuz etmesinin yayıncılık sektörünün endüstrileşmesiyle, büyük çaplı üretime duyulan ihtiyaçla ilişkili olduğu ve böylesine büyük çaplı üretimin niteliksel toplamının niceliği kadar doyurucu olamayacağı bellidir. Ancak edebiyatta geleneğin izlerini süren, yazmayı ciddiye alan, romanı yazınsal bir oyun değil sorumlu bir entelektüel faaliyetin ürünü olarak gören çok sayıda yazarımız var. Son yirmi yılda edebi türlerdeki çeşitlenmenin, anlatım arayışlarının ve hatta kurgusal metnin kurmacalığı üzerine yoğunlaşmanın edebiyatımıza olan katkısını, roman yazımında bir kıpırdanış, medyatik ve magazinel olana bir direniş yaşandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Güncel meselelere fazla el atılmasa bile -2000’li yıllarda- Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Osmanlı döneminin yakıcı meseleleri tarihi anlatılarla sergileniyor. Siyasi yelpazenin bütün aktörlerini kapsayan bir hafıza patlaması, ya da tarihin yeniden tanzim edilmesi diyelim buna. Anlatılar vasıtasıyla geçmiş şimdiki anın ihtiyaçlarına göre sürekli yeniden şekilleniyor ve şimdiki anı meşrulaştırıyor. Son yıllarda yazılan I.Dünya Savaşı, Milli Mücadele, II.Dünya Savaşı anlatıları da bu yelpazeyi oluşturan toplumsal kesimlerin düşünce ve algılamalarını, toplumun birleşme ve yarılma noktalarını sergiliyorlar.
Özetlemek gerekirse; dönemin kültürel iklimi Türkiye Cumhuriyet’nin siyasi yelpazesinde yer alan her kesim için yeni anlamlara, yeni kimliklere ihtiyaç doğurmuş, ihtiyaçlar ise en dolaysız biçimiyle kurgusal anlatılarda ifade edilmiştir. Öyle ki, sözünü ettiğimiz dönemde tarihin mikro ya da makro alanlarına girebilecek her türden tarihi olay ve şahsiyet, “aşağıdan” veya “yukarıdan” bir tarih anlayışla romanlara konu edilirken, insanoğlunun tarih öncesinden yakın tarihe, Asya’dan Avrupa’ya, Kuzey’den Güney’e, ele atılmadık hiçbir konu bırakmayan yüzlerce roman yazılmıştır.
Dikkate değer bir başka nokta, yıllardır sessizlik perdesi ile kuşatılmış tarihi dönemlerin ve olguların da romancıların dikkatini çekmesidir. Balkan savaşı, göçler, aile tarihleri, azınlıkların karşılaştığı üzücü olaylar ve Kürt sorunu, 2000’lerden sonra her kesimin ilgi alanına girmiş, pek çok romanda geçmişle hesaplaşma teması öne çıkmıştır.
Özellikle 12 Mart ve 12 Eylül Darbesi’nin travmasını yaşamış kuşaklar kökleri 12 Eylül’e uzanan kırk hayat hikâyeleri anlatıyorlar. Solun ele aldığı yeni temalar arasında en önemlisi ise Doğu’daki savaş ve sonuçlarıdır. Şiddetin gündelik hayatın bir parçası haline geldiği bir coğrafyada evleri yakılmış, göçe zorlanmış, şiddete maruz kalmış, çocukları öldürülmüş insanların çığlık seslerini ya da işkenceleri, yargısız infazları, fail-i meçhulleri, ölüm oruçlarını sergilemek günümüzde sol/muhalif bir edebiyatın başlıca konusudur.
Kentler Cumhuriyet romanı tarihinde daha çok siyasi saiklerle, sosyolojik boyutu öne çıkarak yer almıştı. Ana akım romanın merkezini kırdan kente göç, gecekondulaşma, yoksulluk ve sömürü temaları oluşturur. Bunlar 50’ler sonrası Türkiye’sinin somut gerçekleriydi, büyük kentler kavganın koptuğu yerlerdi ve hikâyelere yansıması kaçınılmazdı. Şimdilerde kentleşmenin yeni bir evresindeyiz; geçiş dönemi bitti, taşlar yerine oturdu, büyük kentler metropole dönüştü; artık metropol kaplıyor gençlerin zihinlerini. Ve gözünü metropolde açan kuşağın romanlarında metropol, özellikle İstanbul, kimi zaman güzellikleri çoğu zaman ürkütücü yanlarıyla artık önemli bir karakter. Bu romanlardaki kişilerse, yazarların da belirtmeden geçmediği gibi, bocalayan bir kuşağın kimliğine işaret ediyor.. Gerilim öğesi kahramanın içine düştüğü o kimliksizleşmeden, o kimliksizleşmeyi derinleştiren akıldışı kentleşmeden çıkarılıyor.
Metropolün küçük burjuva gençliğinin aşkları, kadın-erkek ilişkileri de önemli bir yer tutuyor. Psikolojik sorunlarla boğulan, sonu intiharlarla biten imkansız aşklar okuyoruz. Zaman zaman siyasi meselelere, üniversite olaylarına ya da Kürt sorununa, Doğu’da sürüp giden savaşa da değinilmekle birlikte, öne çıkan bireyin içine düştüğü bunalım. Söz konusu bunalım, baştan kaybetmiş, uyuşturucu ve alkolle tanışmış insan tipleri pek çok romana “underground” bir nitelik de kazandırıyor. Böylelikle toplumun dışına itilenler, mesela eşcinseller, travestiler, transseksüeller de görünürlük kazanıyorlar. Yazarlar kendi çağlarının farkındalığıyla yeni temalar yeni konular, yeni anlatım biçimleri arıyorlar. Onları önemli kılan, kendileri de metropol tarihi içinde biçimlenmiş yazarlarının toplumsal hayatın bu yeni evresini ve bireyin tarih tarafından koşulları belirlenmiş yalnızlığını sadece ele almış olmaları değil; belki de bizim de gördüğümüz ama fark etmediğimiz ya da yeterince hissetmediğimiz bu evreyi, bu hiçleşmeyi birey’in içinde kavrayıp anlayarak edebiyatın gücüyle belirgin kılmaları.
Dönemin bir başka karakteristiği siyasi alanda yükselen gerek islami gerekse de milliyetçi/ulusalcı dalganın roman alanına yansımasıdır. Edebiyat alanında geçmişte marjinal kalmış bu kesimler şimdilerde kendilerini romanlarla ifade ettikçe hem sayısal anlamda hem de belli roman türlerinde yığılmaya yol açıyorlar. Yığılma yine en çok tarih dalında. Milliyetçi/ulusalcı kesimlerin komplo mantığıyla üretilmiş polisiye/casusluk kurgusuna ilgisi de yoğun. “İslami Roman” akımın biçim ve içerik açısından yenilik arayışına girdiğinden söz edebiliriz. Şule Yüksel Şenler, Emine Şenlikoğlu, Sevim Asımgil gibi yazarların cemaatin beğenisine hitap eden “islami bestseller”lerinde karakteristiğini bulan romanlar -geçmişte- popüler aşk romanlarından farksız ve edebi kaygılardan uzaktılar. Çıplak bir ideolojiyi cisimlendiren sterotiplerin sonu başından belli ahlaki aşk hikâyeleri üzerine kurulu akımın edebi değer noksanlığının İslami entelektüelleri de rahatsız ettiğini ve ciddi bir edebiyat ihtiyacı doğurduğunu biliyoruz. İşte bu ihtiyaç, bir süreden beri Nazan Bekiroğlu, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Cihan Aktaş, İskender Pala gibi yazarların hikâye ve romanlarıyla gideriliyor.
2000’li yıllarda eserler veren yazarları sıralarken 2015 yılında kaybettiğimiz Yaşar Kemal ile başlamak isterim. “Bir Ada hikâyesi” dörtlemesini tamamlayarak aramızdan ayrılan Yaşar Kemal’i geriye bıraktığı görkemli miras kadar sergilediği onurlu yazar tavrıyla da anıyoruz. Leyla Erbil, Tahsin Yücel ve Fürüzan da yine onurlu yazar ve aydın duruşuyla anacağımız önemli isimlerdi.
Son yirmi yıla yaptıkları etkilerle Orhan Pamuk, Murathan Mungan, Selim İleri, Hasan Ali Toptaş, İhsan Oktay Anar, Mehmet Eroğlu, Latife Tekin, Sema Kaygusuz, Ayfer Tunç, Ayhan Geçkin öne çıkıyor.
Ve yine 2000’li yıllarda yayımladıkları romanlarla dikkat çeken yazarlar olarak Ahmet Altan, Ahmet Erözenci, Ahmet Tulgar, Ali Teoman, Alper Canıgüz, Aslı Biçen, Aslı Erdoğan, Aslı E.Perker, Ayşegül Devecioğlu, Ayşe Kulin, Barış Bıçakçı, Barış İnce, Başar Başarır, Bora Abdo, Burhan Sönmez, Cahide Birgül, Cem Akaş, Cem Selcen, Doğan Yarıcı, Ebru Ojen, Ece Temelkuran, Elif Şafak, Faruk Duman, Filiz Özdem, Gönül Kıvılcımlı, Gürsel Korat, Hakan Akdoğan, Hakan Bıçakcı, Hakan Günday, Hikmet Hükümenoğlu, Hüseyin Arkan, Hüseyin Kıran, İnci Aral, İbrahim Yıldırım, İsmail Güzelsoy, Kamuran Şipal, Kemal Varol, Mahir Ünsal Eriş, Mehmet Açar, Mehmet Anıl, Mine Söğüt, Murat Gülsoy, Murat Uyurkulak, Necati Tosuner, Nermin Yıldırım, Osman Necmi Gürmne, Oya Baydar, Perihan Mağden, Şebnem İşigüzel, Semih Gümüş, Selçuk Altun, Seray Şahiner, Serdar Rifat, Sezgin Kaymaz, Sibel K. Türker, Şule Gürbüz, Vecdi Erbay, Tahir Musa Ceylan, Tayfun Pirselimoğlu, Tuna Kiremitçi, Türker Armaner, Yavuz Ekinci, Yekta Kopan, Yılmaz Karakoyunlu, Vecdi Çıracıoğlu, Zülfü Livaneli isimleri geliyor aklıma.
2000’li yılların en önemli edebiyat olayını sona bıraktım: Orhan Pamuk’un 2006 yılı Nobel Ödülü’ne değer görülmesi, pek çok usta yetiştirmesine rağmen dil engellerine takılarak uluslararası alanda yeterince görünürlük kazanamayan Türk romanının önünü açabilecek bir gelişmedir.
Kürt Romanları
Osmanlı-Türk romanının geçmişi 1870’lere uzanır. Aynı topraklarda Kürt diliyle yazılan romanların miladı ise 1970’lere denk düşer. Birbirleriyle iç içe yaşamış, aynı kültürel mirası paylaşmış ve benzer bir milli eğitim müfredatından geçmiş iki toplum arasında roman yazımı açısından ortaya çıkan yüzyıllık fark, -kendilerini Türk diliyle ifade etmek durumunda kalmış yüzlerce Kürt kökenli yazarın varlığı apaçık ortadayken- Kürtlerin edebiyatın bu dalına olan meraksızlığı ile açıklanamaz herhalde. Meseleyi yalnızca Kürt diline getirilen yasaklarla çözümlemek da mümkün görülmüyor. Romanın edebiyat tarihinde yerini almasının, burjuva sınıfının kendisinin farkına varması ve ifade etmesiyle aynı ana denk gelişi bir tesadüf değilse eğer, Kürt romanının doğuşunu da bu etnik gurubun kendi kültürel kimliğini -ancak bu yıllardan başlayarak- sahiplenmesiyle ilişkilendirmek yanlış olmaz..
Bu sahiplenmenin yegane alanı romanların üretilme süreci değil elbette, edebiyat eleştirisi de en az roman yazımı kadar önemli oluyor yeni bir kültürün oluşturulmasında. Egemen söylemlerin edebiyat eleştirisi içerisine kodlandığını ve o toplumun geçerli normlarını evrensel ve rasyonel normlar olarak ilan ettiğini biliyoruz. Bastırılmış olan sözün, yapı ve ideoloji çözümleyici eleştirilerle kendisini savunması ve yeniden kurması ise, kültürel alandaki kavganın diğer yüzü. Bu kez, sözkonusu eleştiri ve incelemelerin; bir yandan kendi edebiyatını değerlendirip kendi aynasından yansıyan suretine çeki düzen vermesi, öte yandan, egemen kültürel gelenekten yansıyan resimlerin rötüşlenerek tarihin yeniden yazılması gibi ikili bir işlevi var. Böyle bir tesbitten yola çıkarak, hem Türk romanında Kürt kimliğinin ve tarihinin tasavvur edilişini, hem de Kürtlerin kendi kimliklerini ve tarihlerini değerlendirişini gözlemek açısından da yararlı olacağı kanısındayım.
Osmanlı-Türk romanında Kürt kimliği
Osmanlıda roman yazımının başlangıcı, Osmanlı aydının bir savunma refleksiyle düşünüp davrandığı bir dönemde olmuştu. Dış düşmanlar ezeliydi ama iç düşmanlar yeni keşfedilmişlerdi; Türkçülük akımı ile birlikte, Rum, Ermeni, Musevi gibi cemaatler gayri müslimliklerinden, Kürtler ise etnik kimliklerinden dolayı ideal ötekilere dönüştüler. Böyle bir zihinsel konjonktürde, Osmanlıyı modernleştirecek -kurtaracak- bir araç olarak görülen roman sanatı, ne yazık ki bütün reflekslerin dışa vurulduğu bir edebi alan olarak biçimlendi. Edebiyat, milletin, böyle bir birliğin üyeleri olarak yaşayan insanların, kendini yansıttığı hayali aynaydı. Hem bir milletin tezahürü hem de millet-oluşturma sürecinin bir parçasıydı.(1)
Siyasi gelişmelerle de yakından ilgili olan Osmanlı yazarları, bu millet oluşturma sürecinin özneleri olarak daima Türk-müslüman karakterleri ve konuları işlemişler, ötekilere yer açtıklarında ise, iç veya dış düşman paranoyası ile aşağılayıcı bir dil kullanmışlardır. Ancak, kendi toplumlarının tarihi içinde yer alan, o tarih ve toplumsal deneyimlerle biçimlenen yazarları, o dönemin koşulları ışığında değerlendirmek gerekir. Mesela, Namık Kemal’in, Cezmi adlı tarihi romanında mezhebi meşrebi şüpheli diye nitelediği -Kürtleri de kapsayan- etnik gruplar, Türkçülere göre, Anadolu’nun bütünlüğü için birer tehlike; Kürt, Ermeni, Arap ve Rum topluluklarının, ulus/millet/özgürlük kavramlarını telafuz etmesi ise, Anadolu’ya yapılmış alçakça, ezilmeyi hakeden, kökü dışarda birer saldırıydı.
Milli edebiyat akımının en önemli temsilcisi Ömer Seyfettin, hem Ermenileri hem de Kürtleri öteler hikayelerinde. Yabancı basını izlemesi kuvvetle muhtemel olan Seyfettin, Avrupa devletlerinin, Ermenilere yönelik baskı ve kıyımlardan rahatsız olduklarından haberdardır. Belki de bu nedenle, Osmanlıyı -hiç değilse içe dönük ahlaki ve ideolojik kaygılarla- temize çıkarmayı üstlenir ve Ermeni bir gencin ağzından Kürt-Ermeni halkları arasındaki kavgayı yansıtır. Osmanlı hükümetini aklama çabasının yanı sıra, Ömer Seyfettin, hem bu iki etnik gurup hem de Türk kimliği için bir tasavvur içerisindedir. Benzer bir tasavvuru Bekir Fahri Jönler romanında tekrarlar.
Aynı tasavvurun tersine çevrilmiş halini, Rohat’ın eleştirisinde de görüyoruz. Rohat, Ömer Seyfettin’i eleştirirken, onu Kürt-Ermeni dostluğunu bozmaya çalışmakla suçlamış ve bu dostluğu diğer metin incelemelerinde bir gerçeklik ölçütü, bir veri olarak kullanmış. Oysa, Cumhuriyet döneminin mazlum halkı Kürtlerle, Osmanlının hışmına uğramış Ermenilerin yüzyıllar boyunca Anadoluda sürdürdükleri pastoral hayat, çok kültürlülüğün erdemleri, halkların kardeşliği -kulağa hoş gelmekle birlikte- tarihi vesikalar ışığında pek gerçekçi görünmüyorlar. Ne yazık ki kanlı bir tarihi var Anadolu’nun. Ama başta Türkler olmak üzere hiç bir toplum, kimliğine katmak istemiyor zalimliği. Edebiyat, kimliklerdeki kanı yıkama aracına dönüşüyor. Birinciliği Osmanlıya, İttihat Terakki hükümetine ve Türklere verelim ama elbette Kürtlerin kendilerini bunların dışında görmeleri ya da tutmaları mümkün değildir. Kürtlerin de zaman zaman, yer yer, çeşitli nedenlerle, kendi içlerinde ya da çevrelerinde yaşayan diğer halklar ve azınlıklarla sorunları olmuştur, çirkin ve vahşi saldırıları olmuştur. Kürtlerin yakın tarihinde, 1840’larda Mir Bedirxan’ın beş binden fazla Keldani’yi kılıçtan geçirmesi, Kürtlerden oluşmuş Hamidiye alaylarının 1.5 milyonluk Ermeni katliamındaki rolü, 1915’de Umriye civarında binden fazla Keldani ve Asurinin ruhani liderleriyle birlikte katledilmesi, kimi Kürt ağa ve şeyhlerinin devamlı Keldani, Asuri/Süryani, Ermeni, Musevi köylerine saldırmaları ve daha bunlara benzer nice olay göz ardı edilemez ve hangi nedenle olursa olsun haklı gösterilemez. (2)
Cumhuriyet romanında Kürt Kimliği
Cumhuriyet romanı Osmanlı romanından bir kopuşu yaşamamıştı. Hatta, birkaç milli mücadele romanı dışında, Cumhuriyet’in ilk yıllarında üretilen metinlerin, -genellikle- Osmanlı dönemindeki temaları tekrarladığı görülür. Yani roman, diğer romanlardan miras aldığı bir gerçekliği geliştirip sürdürmüştür. Etnik meseleye, iç ve dış düşmanlara yaklaşım da aynıdır. Üstelik, Cumhuriyet ideolojisinin batılı giysilerine bürünen yazarlar için medeniyet iyiden iyiye fetişleşir bu yıllarda. Türk seçkinlerinin Kürt tasavvuru, kendi modern kimliklerini tarif etmek için çok uygun bir araçtır. Esat Mahmut Karakurt, 1 Eylül 1930 Akşam gazetesinde Kürtleri şöyle tanımlar; bunlara aşağı yukarı vahşi denilebilir. Hayatlarında hiç bir şeyin farkına varmamışlardır. Bütün bildikleri sema ve kayadır. Bir ayı yavrusu nasıl yaşarsa o da öyle yaşar. İşte Ağrı’dakiler bu nevidendir. Şimdi siz tasavvur edin; bir kurdun, bir ayının bile dolaşmaya cesaret edemediği bu yalçın kayalaın üzerinde yırtıcı bir hayvan hayatı yaşayanlar ne derece vahşidirler. Hayatlarında acımanın manasını öğrenememişlerdir. Hunhar, atılgan, vahşi ve yırtıcıdırlar… Çok alçaktırlar. yakaladıkları takdirde sizi bir kurşunla öldürmezler. Gözünüzü oyarlar, burnunuzu keserler, tırnaklarınızı sökerler ve öyle öldürürler.!… Kadınları da öyle imiş!. Aynı coğrafyada, aynı kentte, aynı mahallede, belki de aynı apartmanda yaşadığı bir halka -sanki hiç tanımıyormuşçasına- bu kadar ağır hakaretler yağdıran Esat Mahmut Karakurt’un, onların isyanlarına yer verdiği Dağları Bekleyen Kız romanında da, elbette Kürtler kaba, vahşi ve kötü, Türk subayı ise yakışıklı, cesur ve erdemlidir.
Türk romanlarında Kürt isyanlarına yer veren ilk metinlerin -bugün- popüler türler arasında saydığımız edebi ürünler olması şaşırtıcı değildir. Çünkü, özellikle aşk romanları yazarları, Cumhuriyet’in yaratmak istediği yeni insan tipini, kadın-erkek ilişkileri, aile yapısı ve toplumsal yaşantı etrafında canlandırmayı milli bir görev telakki etmişlerdir. Ağrı isyanının adının anıldığı ilk edebi metin olan Mükerrem Kamil Su’nun 1934 tarihli Sevgim ve Izdırabım’ı da bir aşk romanıdır. Resmi ideolojinin Cumhuriyet kadını ve erkeğinin, balolarda cazbantlar eşliğinde valslerle süslenen aşkları, Ağrı dağındaki gözü dönmüş isyancılar nedeniyle acıya dönüşür. Mürteci Kürtlere bomba yağdırmağa giden bir tayyareci ve sevgilisi arasındaki aşkın hüznünü derinleştirmekte basit bir serüven ögesidir isyan. Bir romansa yakışacak kadar tutarsız öyküde, tayyaresi sakatlanarak dağlara düşen erkek kahramanı masum bir Kürt kızının kurtarması, kızın kalp parçalıyan merbutiyeti nedeniyle kahramanımızın biçareyi yıllarca yanından ayıramaması, Kürt kızının da bir köle sadakati ile onun peşini bırakmayışı, yazarın iki toplum üzerine yaptığı efendi-köle tasavvurunu çırılçıplak sergiler.
Kürtlerden söz eden bir diğer romanda, Refik Halit Karay’ın Yezidin Kızı’nda (1939), aşağılama açıktan açığa değil, Yezidi kızının medeni davranışlarına duyulan hayretin içinde gizlidir. Kürtlerin fiziksel özelliklerindeki ürkütücülük ve kabalık, 1950’lerde Kerime Nadir’in Dehşet Gecesi ve 1960’larda Tarık Buğra’nın Küçük Ağa romanlarında da telaffuz edilir. Kürt sorununa görgü kılavuzları eşliğindeki bu yaklaşımlar, edebi alandan medyaya kayarak varlığını bügünlerde de koruyor. Çünkü her kültür, daha derinlemesine egemen olmak ya da bir biçimde denetim altında tutmak istediği yabancı kültürlere ilişkin tasavvurlar oluşturmak eğilimindedir.(3) Kaba, cahil ve kötü Kürd imajı, medeni, aydınlanmış ve iyi Türk kimliğini üretir. Tabi ırkların yönetilmesi gerektiği, böyle ırkların var olduğu, bunun yanı sıra ana misyonu kendi alanının ötelerine yayılmak olan ve bu hakkı tutarlı bir biçimde kazanan bir ırk bulunduğu (4) inancına meşruiyet sağlar.
Şeyh Sait İsyanını, isyan henüz sürerken anlatan Halide Edib’in Zeyno’nun Oğlu(1926-1928) romanını biraz daha farklı değerlendirebiliriz. İsyanın bir fon olmaktan ileri gitmediği bu roman, aydın Türk kadının, cahil, yoksul ve çaresiz Kürt kadınının elinden tutması ve feodal düzenin yarattığı baskılardan kurtararak İstanbul’a taşıması üzerine kuruludur. Ancak, Halide Edip, karanlık çağların simgesi Şeyh M. ile -Albay Muhsin Bey’’in hanımı- modern Cumhuriyet’in temsili olan Zeynep’in çatışmasını işlerken, o dönemin resmi ideolojisinin dışına taşmış ve Kürtlerin farklı kültürlerini kabulenerek, cehalet ve gerilik gibi kavramların dışında alçaltıcı sıfatlar kullanmamıştır.
Çok partili hayata geçiş ile birlikte köy hayatı romana girmişti. Toplumcu ve gerçekçi bir tarzın giderek edebiyata egemen olduğu 1950’lerde, Kürtler ve diğer etnik guruplar farklılıkları ile değil, gündelik yaşantı içerisinde ve genel bir yoksul köylü kategorisinde yerleştiler hikayelere. Orhan Kemal, Yaşar Kemal ve Kemal Tahir’in Anadolu’daki hayata dair anlatılarında, toplumsal bir tabanı olmayan sosyalist düşüncelerine en uygun müttefik olarak yoksul köylüler ve eşkiyalar ön plana çıkar. Bu köylülerin önemli bir kesimi ise Kürtlerden müteşekkildir. Türk romanında Kürtlere ve Kürt isyanlarına daha geniş yer ayrılması 1960’lı yıllardan sonradır. Kemal Bilbaşar’ın 1966-68 yılları arasında yayınlanan Cemo-Memo, Demirtaş Ceyhun’un 1970 tarihli Asya ve Kemal Tahir’in Kurt Kanunu(1969) romanlarında Şeyh Sait ve Ağrı isyanlarına yer verilmiştir. Kemal Tahir; gerçek vesikaları bir fon olarak kullanıyorum dediği romanında, Şeyh Sait isyanının arkasındaki İngiliz parmağından sözeder. Kürt isyanlarıyla Türk’ü bölmek isteyen dış düşman arasındaki ilişki, tarihi bir paronaya olarak hem sağcı kesimin hem de Kemal Tahir, Hasan İzzettin Dinamo, Atilla İlhan gibi millici solcuların roman ya da tarih metinlerinde sıklıkla tekrarlanır. İç ve dış düşmanlar farklı renklere boyanarak yaşatılırlar.
Doğrudan Kürt halkının hayatı ve sorunlarına eğilen edebi ürünlerdeki artışın başlangıcı olan Kemal Bilbaşar’ın Cemo ve Memo romanları üzerinde biraz durmak gerekiyor. Çünkü hem Rohat, hem Taner Timur, hem de Murat Belge’nin inceleme konusu olan bu metinler, romana farklı sorunsallarla yaklaşılması nedeniyle farklı yorumlara neden oluyorlar. Rohat, Kemal Bilbaşar’ın çözümlemesini yetersiz ve yazarın ideolojisini egemen ideolojiye yakın bulur. Ona göre; Kürt halkının haklı isteklerini bir kenara itmek isteyen yazar, ayaklanmayı adeta toplumun kendi içsel bir sorunu, ağa, şeyh, bey gibi unsurların yoksullar üzerindeki baskısı olarak (5) görmektedir. Ancak, Taner Timur’un incelemesinde aynı romanlar Doğu Anadolu’nun düzenini toplumsal, siyasal ve ideolojik öğeleriyle bir bütün halinde gözler önüne(6) serdikleri için övülürler. Murat Belge ise Cemo ve Memo’nun önemli edebi metinler olduğunu kabul etmekle birlikte, onları gerçekçi toplumsal romanlar olmadıkları için eleştirir.
Asıl çelişkiyi Kürt aşiret yapısı ve toplumsal ilişkilerde değil, Cumhuriyet yönetiminin uyguladığı baskıcı politikalarda gören kimilerine göre Kemal Bilbaşar’ın devlete yönelik eleştirisi hafif kalmış, Kürt halkının kendi arasındaki iktidar ilişkileri ikincil ve önemsiz olduğu halde öne çıkarılmıştır. Oysa; Zozana’da hükümet efendileri Sorikoğlu’nun zülmüne alet olur, burada müteahhide hizmet eden gene hükümet efendileridir. Ule bu ne iştir! Kemal Paşa’nın hükümeti ağanın, beğin hükümeti midir? diye söylenen Memo, devletle barışık kalmaya çalışmasına rağmen bir türlü adam yerine konmayan Kürt köylüsünün giderek bilinçlenmesini ve isyanını anlatır. Roman isyanla biter, Jandarma zülmünden bıkan aşiret halkı karakolu basar. Babası Şeyh Sait isyanına katılmamıştır ama Memo Dersim isyanının içindedir. Sene 1937’dir. Dersim’i kana boğacak tenkil hükümetinin icraatları henüz başlamadan sona erer hikaye.
Yazıldığı yıllar da hesaba katıldığında, aydınlanmacı bir ideolojiye sahip olan Kemal Bilbaşar’ın iyi niyetinden kuşku duymak haksızlık olur. Milliciler’in yaptığı gibi İngiliz provakasyonu olarak nitelemez olup biteni. Bu söylentilerden de bahseder ama en büyük sorumluluğu; kimisi zimmet suçundan, kimisi sahtecilikten, kimisi ırza tasalluttan, kimisi rüşvet almaktan Hozat’a sürülmüş insanlardan oluşan Seyyar Jandarma Alayına verir. Ayrıca, bugün Kürt edebiyatını temsil eden yazarların metinlerine ve eski Kürt hikayelerine baktığımızda, Kemal Bilbaşar’ın anlattığı aşiret ilişkilerinden çok daha derin acılar ve eşitsizlikler görürüz. Mesela, Ereb Şemo’nun Kürt Çoban’”ındaki; Kendi nüfuslarını, iktidarlarını ve zenginliklerini korumak, rençber ve emekçi Kürtleri cahil, sefil ve perişan bırakmak için şeyhler, ağalar ve beyler ellerinden gelen her şeyi yaptılar tarzındaki ifadeler Kemal Bilbaşar ve Taner Timur’un tezlerine daha yakındır. Bilbaşar’ın bakışındaki eksikliği, sorumluluğu devlet politikalarına değil, devletin yolladığı görevlilere yüklemesinde aramanın daha yerinde olacağını düşünüyorum.
Sosyalist düşüncelerin 68 hareketi ile birlikte yaygınlaşarak aydınlar ve yazarlar arasında taraftar bulması, 71 darbesinin atlatılmasından sonra, Kürt sorununu telaffuz eden romanların sayısında büyük bir artışa neden oldu. Bekir Yıldız, Osman Şahin, Dursun Akçam, Ömer Polat, Ümit Kaftancıoğlu, Mehmed Kemal, Lütfi Kaleli, Şükrü Gümüş, Yusuf Ziya Bahadınlı, Ferid Edgü, Mehmet Başaran gibi yazarlar, daha çok ekonomik sıkıntılar içerisinde kıvranan Kürt halkının çaresizliğini, devlet-ağa işbirliği ile sömürülmesini ve nesnesiz başkaldırısını işlediler. Elbette hepsini aynı parantez içerisine almak ve hepsinde aynı sorunsalı aramak yanlış olur. Ferdi Edgü’nün Hakkari’deki hayat karşısında şaşkına dönen aydını ile -mesela- Osman Şahin ya da Bekir Yıldız’ın köylülerini biraraye getiren motif, metinlerinde ora’ya, ora halkına ve ora’daki hayata dair ortak bir vurgu olması ve ora halkının Kürt olduğunun tescil edilmesidir.
Zebercet Coşkun’un yine 1970’lerde yazdığı Haçin romanında -tehciri Kürt-Ermeni çatışmasına bağlayan- devletin resmi bakış açısı hakimdir. Türk romanında, etnik topluluklara yönelik incelikten, tarih bilincinden ve nesnellikten uzak bir söylemi benimseyen pek çok yazar olduğu inkar edilemez. Mesela, bir Kürt gencini anlatan Kopo(1976) ile Milliyet Roman yarışması birincilik ödülü kazanan Mustafa Yeşilova’nın, Karasu(1981) romanında, 1914 Ermeni techirini ele alışı ve techirin nedenini Ermenilerin Türklere yönelik katliamları olarak gösterişi, bu tarz metinlerde tarihi olayların ters-yüz edilmesinin güzel bir örneğidir.
Türk tarih tezleri ve tezlerin –Haçin veya Karasu örneklerinde olduğu gibi- edebiyata yansımalarının merkezinde, emperyalistlere ve onun yerli işbirlikçilerine karşı direnen, ırzına namusuna göz dikilen mazlum Türk insanı tasavvuru vardır. Kürtler ve Ermeniler de benzer bir söylemi -karşıdan- kullanırlar. Kimliğin tasavvuruna göre belirlenir öteki. Mesela, Sovyet devrimine katılan ve Sovyetlerde filizlenen Kürt edebiyatının en büyük isimlerinden olan Ereb Şemo’nun meselesi devrimin haklılığını kanıtlamaktır. O bölgedeki en tehlikeli karşı devrim unsur olarak Ermeni Taşnak partisini gören Şemo, Taşnak Partisini kastederek, bu partiye Ermenistan Kürtlerinin yok edilmesini öngörüyorlardı. Ki arkaları boş kalıp var güçleriyle Türkiye Kürdistanına saldırabilsinler biçiminde yüklenir. Şemo’nun anlatıları ile Rohat’ın eleştirdiği Türk yazarlarının anlatıları arasında ilginç benzerlikler var.
Şemsettin Ünlü’nün Yukarışehir’i de farklı farklı yorumlanmıştır. Taner Timur’a göre Yukarışehir romanı, 19.yüzyılın sonlarında uluslararası kapitalizmle bağlantıları içinde burjuvalaşma eğilimleri gösteren bir taşra şehrinin, bazı özgül nitelikleri çerçevesinde nasıl çatışmalar içine düştüğünün öğretici bir tablosudur.(7) Üstelik, yazarı Türkçü klişelerden mesafesi ve objektif bakışıyla över Taner Timur. Rohat’ın beklentileri ise farklıdır. Çağın önemini, bölgede artan kurtuluş hareketlerinin büyümesini birkaç rastlantısal nedene bağlaması, asıl nedeni Ermeni halkı üzerindeki ulusal baskı olarak görmemesi ve Ermeni halkının kurtuluş yolunu gösterememesi nedeniyle eleştirir Şemsettin Ünlü’yü.
Bir edebi metinden tarihin bu karanlık yüzünü aydınlatmasını beklemek ve o metni itirafnameye dönüştürmek, kültürel kimliklerin edebi metinler üzerinden inşa edilmesinin bir göstergesi olsa bile, Rohat’ın haklı olduğu bir nokta var; Yukarışehir(1986), yazıldığı dönemde pek çok Türk eleştirmen tarafından beğeni görmüş bir romandı. -Taner Timur’u ayrı tutarak- hakkındaki incelemelerin çoğunda, Şemsettin Ünlü’nün Türk-Ermeni meselesine, Doğu insanına değinmiş olmasından duyulan memnuniyet farkedilir. Çünkü, tarihinin kara deliklerinden sözediliyor olması bile Türk romanı açısından önemlidir. Eleştirmenlerin Türk vurgusunun ise, bölgede yaşayan bütün müslüman toplulukları kapsayacak genişlikte olduğu anlaşılmaktadır. Türk aydınlarının, farklılıkları ihmal eden bu doğallaştırılmış Türklük genellemesi, deşifre edilmesi gereken bir tasavvurdur.
84’ten başlayarak yükselen ve Türkiye’nin gelecek 40 yılına damgasını vuran savaşın romanlara konu edilmediğinden söz edtmiştim. Doğrudan savaş sahnelerine yer vererek türünün ilk örneği olan Mehmet Eroğlu’nun “Rojin”i (2013) insanla birlikte doğanın, özellikle hayvanların katlinin acısını çok çarpıcı sahnelerle sergilerken savaş atmosferine derinlemesine nüfuz etmişti. Söz konusu atmosferin bireyde açtığı yaraları anlatan Kaya Sancar’ın “Aşkın ve Kederin Kitabı”(2004), Ahmet Tulgar’ın derin devlet ilişkilerini işlediği “Volkan”ı (2006) ve Mehmet Uzun’un “Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık”ı (1998) dönemi ele alan diğer iyi örnekler. Ayşe Kulin’in “Bir Gün”ü edebi açıdan olmasa bile Kürt meselesini tartıştırmasıyla dikkate değerdi.
Türk romanlarına yansıyan Kürt sorunu ve Kürt kimliğinin yetersizliği açıkça görülüyor. Daha kapsamlı yaklaşımları olan yazarların Kürt kökenli olması beklenilen, bu yazarların hangi kültürün ürünü oldukları ise tartışmalı bir durum. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de kendine kaynak olarak sözlü Kürt edebiyatını, gelenek ve göreneklerini almış Türkçe, Arapça ve Farsça yazan yazarlardan Türkçe’yi kullananlar arasında en önemli isimler olarak Yaşar Kemal, Yılmaz Güney, Seyit Alp, Esma Ocak ve Yılmaz Odabaşı’nı gösteriyor Mehmed Uzun. Çünkü, doğdukları şehirler, Kürt tarihi kültürü, dili, gelenek ve görenekleriyle yoğrulmuş. Tümüyle bir Kürt ruh hali sözkonusudur ona göre. Ancak, dil ve kültür, edebiyat ve dil ilişkileri düşünüldüğünde, yine tasavvurlarla çevrili hassas bir bölgeye girmiş oluruz.
Türk romanında etnik meselelere tarafsız ya da baskı altındakilerden yana taraf olarak bakamamanın önemli bir nedeni de Cumhuriyet yönetiminin getirdiği düşünce yasaklarıdır. Kürt edebiyatı ve dili üzerine yapılan baskıları, aynı yıllarda Türk komünistlerine yapılan baskılardan ayırmamak gerekiyor. Hatta baskının belirleyici niteliği etnik değil ideolojiktir demek daha uygun. Her Kürt değil, kimliğini telaffuz eden Kürt sakıncalıyken, -değil komunist- solcu olduğundan kuşku duyulanların dahi imha edildiği yıllardır sözü edilen dönem. Ayrıca, II.Paylaşım savaşı öncesine denk düşen Kürt isyanlarının yaşandığı yıllarda, SBKP’nin Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilerini bozmama ve Kürt topluluklarını feodal unsurlar olarak görüp önemsememe eğilimi, solcu Türk yazarlarına da yansımıştır. Mesela, Nazım Hikmet İspanya İç Savaşı’nda ölenlere ağıtlar yakmış ama Ağrı’daki isyancılara hiç yer vermemiştir şiirlerinde. Vedat Türkali, Tek Kişilik Ölüm(1990) romanında, Türk solunun Kürtleri ihmal edişini, iki kuşak Türk solcusunu canlandıran anne ve oğul arasındaki diyaloglarda çok iyi vurgular. Sonraki yıllarda ise Türk solu, Kürt sorununu ezen-ezilen ana çelişkisi etrafında değerlendirmiş, Türk-Kürt ayrımı yapmamış, 60’lardan sonra yükselen devrimci hareket içerisinde yer alan Kürt gençleri/aydınları da kendilerini farklı kimliklerde ifade etmek ihtiyacı duymamışlardır.
Yeni Bir Kültürel Kimliğe Doğru
Türk edebiyatında Kürtlere ilişkin yaklaşımların eksikliğinin ve tek yanlı tasavvurlarının kabulü, Kürt aydın ve yazarlarının sorumluluğunu hafifletmiyor elbette. Bir yandan -Türkçeyle de olsa- kendi halklarının tarihini ve sorunlarını romana yansıtmamaları, öte yandan kendi dilleri ile yazmaya, dillerini ilerletmeye gereken önemi vermemeeri nedeniyle, onlar da en az Türk yazarlar kadar sorgulanmalıdırlar. Kürt aydınları durumun farkındadır aslında. Mesela Faik Bulut; günümüz gerçekliğine baktığımızda, Türkiye uyruklu Türk ve Kürt aydınlarının; Güney doğuda -İran ve Irak bölgeleri de dahil- yaklaşık yirmiyıldır süren savaşın, yakılan köylerin, Halepçe gibi katliamların, sayısı milyonları bulan göçlerin yansıdığı sanat yapıtlarını üretemediklerinden yakınır Ehmede Exane incelemesinin girişinde.
Bu olumsuzluklarda Cumhuriyetin baskıcı yönetimi mazeret olamaz. Çok daha ağır baskılar, işkenceler, faili meçhuller ve köy boşaltmalara rağmen mücadelesini sürdüren binlerce insanın mevcudiyeti, Kürt aydın ve yazarlarının bu mazerete sığınma hakkını ortadan kaldırmaktadır. Anadolu’nun dışındaki coğrafyalarda Kürt dili ile yazılmış pek çok edebi metin varken, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Kürtlerin kendi dillerine sahip çıkmayışlarının ve roman alanında sessiz kalışlarının arkasında, bir kimlik tasavvuru oluşturamamaları yatmaktadır herhalde.
Mehmed Uzun, yalnızca romanları ile değil, Kürt dili ve edebiyatı üzerine yaptığı çalışmalarla da farklılaşıyor meslektaşlarından. Yakın zamanda -kısa bir süre için- toplatılan Kürt Edebiyatına Giriş ve Bir Dil Yaratmak adlı kitaplarında, Kürtçe yazılmış romanların ve Kürt dilini canlandırma çabalarının tarihini aktaran Uzun, bir boşluğu doldurma, bir kültür hareketi başlatma çabası içerisindedir. Kürt dili ve edebiyatının Anadolu’daki tarihine kısaca göz atarsak, Mehmed Uzun’un anlatısından anlaşılacağı gibi; 1923 yılına kadar Kürt dili ve edebiyatının merkezi durumunda olan Osmanlı topraklarının -ve İstanbul’un-, Cumhuriyet’in ilanından sonra derin bir sessizliğin içine gömüldüğünü farkederiz. Kürt isyanları ile birlikte Kürtçe yasaklı bir dil olur ve yasaklar 1960 yılına kadar katı bir biçimde sürer. Bu yıllarda Anadolu’dan kaçan Kürtler’in sığındığı Suriye, yeni kültür merkezidir.
Bedirhan kardeşlerin dil çalışmaları Hawar ve Ronahi dergilerine taşınır. Türkiye’de Kürtçenin yeniden matbu ve yasal olarak günışığına çıkışı ise, 1960’larda Musa Anter’in Kımıl adlı kitabında yer alan bir kaç halk türküsü dizesiyle olur; Ape Musa tutuklanır. Anter, 1965 yılında Brina Reş adlı bir de oyun kitabı yayınlar. 1970’lerde Mehmed Emin Bozarslan’ın ölüm temalı öyküleri, İsveç’te yaşayan Mehmut Bakşi’nin 80 sonrası öykü ve romanları, Türkiye’den Suriye’ye göç eden yeni kuşak yazarlardan Şahine Sorekli’nin sürgünlüğü ve aydınları sorguladığı metinleri, yine Türkiye’den İsveç’e göçen ve dünya klasiklerini Kürtçeleştiren Hesene Mete’nin çalışmaları, Kürt dili ve edebiyatını konu edinen Nudem dergisini yayımlayan Firate Ceweri’nin gayretleri, ne yazık ki bir edebiyat kanonu yaratmak için yeterli olamamıştır.
Türkiyeli Kürtlere gelince, bunlar da ancak 1980’lerde roman yazmaya başladılar. Ve yazarların tümü sosyalist hareketlerden, düşüncelerden yoğun biçimde etkilenmiş durumdadır… Bu yakın tarihsel gelişmeye bakıldığında sosyalist düşüncelerin bir anlamda Kürt entellektüel hareketine çok yararı olduğu görülür(9). Ancak, Türk sosyalist hareketinin edebiyatla ilişkisi de sancılıdır. Nitekim Mehmed Uzun; Kürtlerin sanat ve edebiyata ilişkin sürekliliği olan bir gelenekten yoksun olmalarından dolayı, çoğu zaman sanat ve edebiyat yapıtıyla diğer alanların yapıtları birbirine karıştırılıyor.. Hem sanatçı ve yazarlar bunu yapıyor hem de sanatçı ve yazarların kitlesi diyerek edebiyat-siyaset ilişkisinin sorunlarının altını çizmektedir. Faik Bulut da benzer bir tehlikeye işaret eder; kültür ve sanatı ilk kurşun edebiyatıyla dar bir alana sıkıştırmanın Kürt edebiyatına ve düşünce tarzına sığlıktan ve kısırlıktan başka birşey getiremeyeceğini belirtir. Bu yarı üniformalı kültür-sanat, kapsayıcı olamamanın dışında, başka kusurlarla da malül olacaktır.
Dağlardan kentlere dönenlerin, arkalarında bıraktıkları tarihi resmederken elbette nesnel ve soğukkanlı olmaları beklenemez. Bu tarz öyküler mücadelenin edebiyata taşınması amacını taşır. Benzer metinlerin giderek arttığı düşünüldüğünde, bir direniş edebiyatı yaratma gayretinin izleri farkedilecektir. Ancak söz konusu edebiyatı daha işlevli kılacak olan özellik, metinlerin anlatım zenginliğidir. Hem mücadeleyi ele alan, hem de edebi değer çıtasını aşan örnekler de var 80 sonrası -Türk diliyle yazılan- Kürt romanlarında. Mesela, Hasan Bildirici’nin, anne ve babası dağda öldürülen küçük bir Kürt kızının büyük kentteki yalnızlığını hüzünlü bir dille anlattığı Şervan(1999) romanı, ya da Yılmaz Odabaşı’nın, hapislere düşen, işkence gören, bir ayağını yitiren ama partisini de eleştirdiği için dışlanan, inançlı bir Kürt gencinin trajik öyküsünü işlediği Şafak Kaya’da Çıplaktı adlı uzun öyküsü, bu yeni edebi hareket açısından umut verici çalışmalar.
Yukarıdaki örneklerin sayısı, içeriği ve estetik değeri ne olursa olsun, yeni bir edebi hareket olmanın ötesine geçmesi ve Kürt romanına gerçek anlamda katkıda bulunması mümkün görülemez. Çünkü ulusal bir roman ulusal bir dille yazılmak zorundadır. Türk hükümetinin AB ile giriştiği pazarlıklarda, Kürtçenin yetersiz oluşu, hala bir argüman olarak kullanılırken, Kürt aydınlarının kendi dillerini kullanamamaları ciddi bir sorundur. Kürtçenin bir dil olarak geçerliliğini kanıtlayabilecek yegane alan ise edebiyattır ve Kürtçe edebi metin yaratmak, Kürtçeye hakim olmakla, Kürtçeyi kullanmakla gerçekleşebilir.
Bir Dil, Bir Edebiyat Yaratmak
1985’den bu yana, romanlarını Kürt dilinde yazarak bu dili hareketlendirme yönünde büyük bir çaba içerisinde olan Mehmed Uzun, ardı ardına ürettiği romanlarının estetik düzeyiyle de, hem Kürt romanının hem de Kürt dilinin meşruiyetini kanıtladı. Yaşar Kemal’in, Mehmed Uzun’un Siya Evine(Yitik bir Aşkın Gölgesinde) romanına yazdığı şiirsel takdim yazısı, usta bir romancının bir başka roman yazarının hakkını teslim etmesinin güzel bir örneği; Mehmed Uzun’un romanını okuduğumda çok şaşırdım, bir dilin ilk romanı böylesine ustalıkla, böylesine zengin bir dille, üstelik de gelişmiş bir roman dili yaratılarak nasıl yazılmış, diye. Mehmed, önce Kürt dilini ve edebiyatını iyi biliyor, Türk dilini ve edebiyatını da iyi biliyor. Sonra dünyaya açılıyor, dünya kültürünü ve edebiyatını da özümsüyor. Mehmed, Kürt dili için bir tarih oluyor böylece demiş Yaşar Kemal.
Mehmed Uzun, kendisi bir tarih olmasının ötesinde, romanlarında Kürt halkının/aydınlarının tarihini işlemeye öncelik vererek, bir başka misyonu da üstlenmişti. Bilinçli bir faaliyet içerisinde olan Uzun, Kürtlerin tarihlerini bilmeleri gerektiğine inanıyordu: Ters yüz edilmiş, unutulmuş bir tarih sözkonusudur. Tarihini bilmeyen, tarihini kendisine göre yorumlamayan bir entellektüel hareketin, bir siyasi hareketin başarı şansı yoktur. Hikayelerinde tarihi kişiliklere ve bu kişiliklerin dramatize edilmiş yaşantılarına ağırlık vermesi, tarihsel fantazilerin tarihin pırıltılı yüzeyine sarılmalarından farklıdır. Unutulan bir geçmişi ve o geçmiş içerisinde Kürt halkı ve kültürü adına bütün bir ömürlerini feda etmiş insanları yeniden hatırlatması bir yana, anlattığı dönemlerdeki duygu ve düşüncelerin, trajedi ve felaketlerin, çatışma ve çelişkilerin bugünün sorunsalı olmasıyla da, Mehmet Uzun’un romanları bir edebiyat kanonun öncüleridir. Siya Evine’ deki Memduh Selim ya da Bira Quadere’deki Celadet Ali Bedir-han, biraz da günümüzdeki Kürt aydınları değil mi? Unutmayalım, bu romanları yaratan bilgi, duygu ve ruh hali günümüzündür. Dünü edebi olarak yeniden yaratmaya çalışan bilgi ve uğraş, günümüzün ortamında elde edilmiştir ve yaratılanların tümünde bugünün ruh hali, bazen açık bazen de sözcük ve tümcelerin ardına gizlenerek, kendini hissettirmektedir.(10) Mehmed Uzun’un romanlarında, 80’lerden sonra yükselen Kürt hareketinin siyasi ve askeri mücadelesinin eksik yanlarına ve Kürt aydınların tavırlarına dair incelikli bir eleştirinin varlığı da göze çarpar; geçmişteki hatalar, günümüzde de tekrarlanmaktadır.
Sözlü edebiyat ve bu edebiyatın taşıyıcısı olan dengbejler-çirokbejler, yazılı Kürt edebiyatının temelini oluşturabilirler. Çünkü Kürtçenin zenginliğini ve şiirselliğini koruyan en önemli kaynaklardır bu yazıya dökülmemiş hikayeler, masallar ve destanlar. Modernlik peşinde koşanlar tarafından küçümsenen ve köhnemiş zamanlardan kalma alt bir tür muamelesiyle ikincil kılınan sözlü kültür ürünleri, yeni bir kimlik tasavvurunda önemli direniş noktalarıdır. Yeni bir kimlik, tahakküm edenin belirlediği kültür ve yaşam tarzlarını tekrar ederek değil, farklılıklara ve özgünlüklere sahiplenilerek yaratılabilir. Kürt yazarlarının sözlü kültürlerine, dengbej ve çirokbejlerine yeniden sahip çıkmaları işte böyle bir yer kapma, kültürel kimliklerini eşitleme savaşı olarak algılanmalıdır.
Mehmed Uzun’un roman ve anlatıları, daha kapsamlı incelemelerin konusu olmayı hak ediyorlar. Çok geniş bir tarihsel döneme yayılan ilgileriyle bu metinler, -Osmanlıdan günümüze- Türk, Kürt ve diğer etnik gurupların toplumsal yaşantılarını, ilişkilerini, feodal düzeni ve aşiret yapılarını konu edinerek, Anadolu’nun az bilinen bir yüzünü gün ışığına çıkarıyorlar. Varlıklarını korumak adına Osmanlı sultanı ya da Cumhuriyet hükümeti ile işbirliğine giden Kürt aşiretleri, direnişten teslimiyete, oradan ihanete sürüklenen insanlar, cashlar, yoksulluk, cehalet, şiddet; kısaca bütün canlılığıya Kürtler hikaye ediliyor. Bildiğimizi sandığımız, üzerlerinde tasavvurlar oluşturduğumuz, ama bir kaç sözcük, bir kaç türkü, bir kaç filim dışında hiç tanımadığımız bir halkın, kendi halklarının, Kürtlerin gerçek temsilini sunuyor Kürt yazarları.
1- Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik, Metis, 1998
2- Mehmed Uzun, Bir Dil Yaratmak, Belge, 1997
3- Edward Said, Kültür ve Emperyalizm, Hil, 1998
4- a.g.e.
5-Rohat, Çağdaş Türk edebiyatında Kürtler, Fırat yay., 2.baskı 1991
6-Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, Afa, 1991
7-a.g.e
8-Mehmed Uzun, Kürt Edebiyatına Giriş, Belge, 1999
9- Gecikmiş Modernlik, Gregory Jusdanis, Metis, 1998
10- Mehmed Uzun, Bir Dil Yaratmak, Belge, 1997
Murathan Mungan
Şiirleri, öyküleri, romanları, denemeleri, oyunları ve bunları kaleme alırken kullandığı mükemmel dili ile edebiyatımızda ayrıcalıklı bir yeri olan Murathan Mungan’ı tanıtmayı gereksiz bulabilirsiniz. Ancak genç okuyucuları düşünerek kısaca bilgilendirmeke yarar var: 21 Nisan 1955’te Istanbul’da doğdu. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları, memleketi olan Mardin’de geçti. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nü bitirdi. Aynı bölümde “master”ını tamamladı. Bir süre “Dramaturg” olarak çalıştı. Bir gazetenin,“Kültür-Sanat Sayfası” editörlüğünü yürüttü. 1988’ten beri serbest yazar olarak Istanbul’da yaşıyor. Murathan Mungan, 1975 yılından başlayarak çeşitli dergi ve gazetelerde şiirler, öyküler, metinler, deneme, eleştiri ve incelemeler yayımlayarak adını duyurdu. Şiirler, şarkı sözleri, hikayeler, tiyatro oyunları, film senaryoları, romanları, hazırladığı seçkiler ve editörlük faaliyetleriyle ile çok parlak bir edebiyat kariyeri olan, çok sayıda edebiyat ödülüne değer bulunan Mungan’ın yazıları, şiirleri ve kimi kitapları çeşitli dünya dillerinde de yayımlandı. Bütünüyle özyaşamöyküsel bir malzemeden yola çıkan ilk anlatı kitabı “Paranın Cinleri”ni 1997’de yazdı. Her bölümü ayrı bir yazar tarafından kaleme alınan “Beş peşe” romanının yazarları arasındaydı. Üç de roman yazmıştı: “Yüksek Topuklar”(2002), “Çador”(2004) ve “Şairin Romanı”(2011)…
İlk hikaye kitabı “Son Istanbul”1985 yılında yayımlanmıştı. O zamandan bu yana, aralarında erken dönem başyapıtı “Kırk Oda”dakilerin de yer aldığı çok sayıda hikaye üretti. Hikaye kitaplarında ilk göze çarpan ortak özellik -kişi, olay, mekan hatta biçim farklılıklarına rağmen- her bir kitabın temasal bütünlüğe sahip olmasıdır. Dikkatle tasarlanmış, bir roman mantığı içinde kurgulanmış hikaye kitaplarının diğer ortak özelliği dilidir.
Diliyle öne çıkmış, diliyle sevilmiş bir yazarın kullandığı dilin gösterişten ve şatafattan uzak, hatta sade olması bir çelişki gibi görünebilir. Sırrı belki de orada. Hikayenin yapısına, zamanına ve mekanına, kişi ve olaylarına en uygun düşen kelimeler, cümleler, deyişlerle ama mutlaka titizlikle kurulmuş, imgeler ve göndermelerle zenginleştirilmiş buğulu bir dille yazıyor Murathan Mungan. İster yeni zamanlara çevirsin yüzünü ister kadim tarihlere, ister yakın coğrafyalara yerleşsin ister uzak diyarlara, hep aynı dilsel güzellikle kuruyor yazınsal evrenini.
Romanlarında da aynı dili bulacaksınız. İçeriği nedeniyle eleştirdiğim “Yüksek Topuklar”da bile metni kurtaran diliydi. “Çador”da ise dilsel bir şölen vermişti okuyucusuna. Kolayca politikaya indirgenebilecek hikayesine rağmen, “Çador”da siyasi kavgaların çoraklaştırdığı zihin dünyasının ötesine geçmiş, insan özgürlüklerinin yok edilmesiyle yitirilen değerleri sorgulamıştı. Murathan Mungan’ın meselesi kabaca ilerici-gerici, laik-islamcı, batı-doğu eksenleri etrafında dönmüyor, kadınları örtme refleksinin altındaki saikleri, örtünün örttüğü gerçekliği, renkleri, hayatları, hayalleri, iktidarın cinsiyetini sorguluyordu. Ve sadece yüzaltı sayfalık “Çador”da hiçbir fazlalığa yer vermemiş, hikayenin akışını bozup metinini gereksiz ayrıntılarla boğmamış, az sayıda kelimeyle bir dolu meselenin üstesinden gelmeyi başarmıştı. Harcıalem, ölü ve gereksiz olan her şeyi elemiş; şiddeti, kutsalı, saçmayı, genele sıçrama imkanı veren olayları, karanlığı ve kötülüğü kendi merceğinde kırarak roman kahramanında bir duygu ve düşünceyle somutlanan her bir anı içine almıştı.
Kendisini sürekli yenilemesi de üzerinde durulması gereken bir başka ortak nokta. Kadim hikaye geleneğinden moderne, oradan post moderne uzanan, yaratıcılığını akımlara, biçimlere tutsak etmeyen, zenginleştiren bir anlayış. Özetle söylemek gerekirse, Murathan Mungan külliyatının her bir parçası tek bir Murathan Mungan şiiri içinde yazılmış dizeler gibi sıralanıyorlar.
“Sevgilim, ben sende bütün aşklarımı temize çektim” der “Yaz Geçer”in bir dizesinde. “Şairin Romanı”nda da bütün aşklarını, yani bütün şiirlerini, hikayelerini ve romanlarını temize çekiyor sanki Mungan. Başta sevgi ve kör tutku olmak üzere, “yaşama sevinci, yaşama tutunma, devam ettirme, yaşama sürekliliğini kazandırma inadı, inancı” gibi pek çok temasını, dilini ve üslubunu çok farklı bir tür içinde kaynaştırdığı ‘Şairin Romanı’, tadına varabilmek için sindire sindire okunması gereken bir roman.
“Şair’in Romanı”, daha baştan oyuncaklı bir metin olduğunun işaretini ismiyle veriyor; hem kahramanı şair hem de bir şair tarafından yazılmış. Gerçekten de bir yandan Murathan Mungan’ın –şiir sanatı hakkındaki düşünceleriyle- kendisini öte yandan bir şairin hayatını buluyoruz hikayesinde. Konu şair ve şiir olunca, şiirin kaynaklarına da uzanıyoruz. Kıscası “Şairin Romanı” şiire, sanata, yaratma tukusuna, yolculuğa, zamana, mekana, doğaya, bilgiye ve felsefeye adanmış bir roman. Şiire, bilgeliğe ve yaratıcılığa değer verilen bir toplumsal hayata duyulan bir özlem ya da öyle bir toplum düşlenerek yazılmış bir ütopya diyelim isterseniz. Ama bir kez daha yer darlığını bahane edecek, 600 sayfayı bulan romanın hikayesini özetlemekten, felsefi argümanlarını tartışmaktan uzak duracak ve yalnızca biçimsel özelliklerden söz edeceğim.
“Şairin Ölümü” fantastik kurgu türünde yazılmış. Ursula Le Guin ya da Tolkien esintileri taşıdığı çok açık. Murathan Mungan’ın başarısı fantastiği yerelin efsanesiyle, mitolojsiyle, tarihiyle zenginleştirmek. Böylelikle bu türün romanımızdaki en yetkin örneğini veriyor.
Fantastik kurguyu seven okuyucuların kolaylıkla uyum sağlayacağı bir dünya kuruyor Murathan Mungan. Şehirler yaratıyor, dağlar, ovalar, nehirler, ağaçlar çiziyor. Bilinmedik zamanların, bilinmedik coğrafyaların bilinmedik insanlarını, inançlarını, törelerini, örf ve adetlerini canlandırıyor. Ama lafın gelişi değil; kelimenin içini dolduracak, hakkını verecek biçimde canlandırıyor. Dilin hünerlerini kullanarak canlandırdığı bu dünyaya adım atmakta hiç zorluk çekmiyoruz. Bu tuhaf dünyada geçen, yolculuklar ve cinayetlerle tempo kazanan hikayenin çözümüne yaklaştığımızda kurgunun çift zamanlılığını fark ediyoruz. Yazar farklı zamanları büyük bir ustalıkla eşleştirdiğinde, olaylar çözüme kavuştuğunda, hikayedeki hiç bir ayrıntının boşa yazılmadığını anlayacaksınız.
Kimisi yaratma tukusu, kimisi bilgelik, kimisi görev, kimisi intikam duygusuyla yola çıkan roman kahramanlarının Anakara adı verilen topraklarda yaşadığı maceralar da diyebilirdik “Şairin Romanı” için. Savaşları, cinayetleri, aşkları, ihanetleriyle kolay okumalara da açık bir roman.
995 km
Murathan Mungan, on iki yıllık bir aranın ardından “995 km” ile yeniden romana döndü. 90’lı yılların “fail-i meçhul” cinayetlerini siyasi bir perspektifle ele alan “995 km” “Kara Polisiye” türünün edebiyatımızdaki -hiç kuşkusuz- en iyi örneği.
Kirli savaş yılları
İsmini roman boyunca öğrenemeyeceğimiz bir adamın sabah saatlerinde gözleri açmasıyla başlıyor hikaye. Mungan kesin bir tarih vermemiş ama -olayların akışından- 1992 yılında olduğumuzu anlıyoruz. Mekan ise Diyarbakır.
Romanın anti kahramanı hakkında ilk izlenimler aynadan yansıyan görüntülerle verilmiş;
“En ufak bir pırıltıdan yoksun soğuk, delici gözleri yüzünün sırvermez duvarını gördü üstündeki örtüyü kaldırıp baktığı aynada, ne zaman aynada yüzüne bakacak olsa kendine güveni yenilenirdi, çünkü kimseye bir şey söylemeyen yüzlerdendi onunki, belki de bu yüzden seçilmişti bu görev için, belki de Allah bile bu okunaksız yüzü, bu ketum gözleri bunun için vermişti ona, dünyaya hiçbir şey söylemesin diye. Ona bakanlar bu yüzde hiçbir şey göremesin diye”..
Zor bir hayatın içinden çıkıp gelmiştir adam:
“Çocukluğunu yaşamamış, başının herhangi bir el tarafından bir gün olsun okşanmamış (…) ömrü de, gençliği de uzak akraba evlerinde geçmişti (…) Kaldığı evlerde en az yer kaplayacak biçimde durmayı öğrenmişti. Kendini silmeyi, varlığını evin enufak köşesine sığacak kadar geri çekerek fark edilmez olmayı.”
İlkokul ikinci sınıfında terk ettiği eğitimini camilerdeki okuma yazma kurslarında ilerletmiş, bir cemaatin ileri gelenlerinden ve cemaatin askeri kanadı Cihadın Askerleri’nin mollası olan Hoca tarafından keşfedilerek korumaya alınmış. Cemaatin ileriye dönük politikaları gereği Jitem’e katılması/sızması sağlanınca zorlu bir askeri eğitim almış.
O şimdi üstlerinin gösterdiği hedefleri -yani şahısları- yok eden bir tetikçi. Bu sefer listesinde ömrünü Kürt halkına adamış, “Koça Çınar” diye anılan yetmiş yaşlarında bir gazeteci-yazar var; Salim Baran.
Neden öldürülmesinin emredildiğini bilmeksizin Salim Baran’ı tuzağa düşürecek ve uğursuz görevini tamamlayacaktır. Hiç pişmanlık duymaz, tersine 41. görevini tamamlamanın huzuruna kavuşmuştur. Şimdi iz bırakmadan uzaklaşmak zamanıdır; Diyarbakır’dan Antepe’e, Antep’ten Adana’ya ve en nihayetinde üstlerinin emriyle Alanya’ya kadar uzanan bir yolculuk…
II. Bölüm’de yeni karakterlerle tanışacağız. Fail-i meçhuller üzerine yoğunlaşan iki genç İstanbullu gazeteciye -Kerem’e ve Umut’a- Diyarbakır’a gittiklerinde yabancı bir haber ajansında muhabir olarak çalışan Rojda eşlik edecek. Alanya’da ise intikam hayalleri kuran genç bir ülkücü -Göktürk- çıkacak karşımıza. Ve kaderleri süpriz bir sonda kesişecek…
Politik gerçeklerin bulanık sularında
Siyasi ve toplumsal meseleleri polisiye kurguya yediren romanları sevdiğimi sıklıkla tekrarlıyorum. Kendi ülkelerindeki suçları böyle bir fikriyattan hareketle ele alan pek çok yazar ve roman adı sıralamak mümkün. Polisiye yazımının daha doğrusu suç kurgusunun erken başlayıp çok geç olgunlaştığı ülkemizde de iyi polisiyeler üretildi elbette ama suçun tarihinini açığa çıkaracak, bu tarihi toplumsal tarihe bağlayacak türden romanlar neredeyse hiç yazılmadı, yazılanlarsa yetersiz kaldı. Oysa nice siyasi cinayetlere, katliamlara, yolsuzluklara, skandallara sahne olan Türkiye Cumhuriyeti malzeme anlamında çok “zengindi”.
İşte bu zengin malzemeyi -somut bir siyasi ve toplumsal tarihi- yerli yerinde, edebiyattan ve ayakları yere basan bir roman kurgusundan hiç ödün vermeden kullanmış Murathan Mungan. Tetikçi tiplemesiyle daha ilk sayfalarda yarattığı beklentiyi boşa çıkarmıyor, bir dönemin vehametini hikayesine sürükleyici bir suç kurgusuyla aktarmayı başarıyor. “995 km”yi Henning Mankell’in bir romanından ödünç alacağım bir cümle ile özetleyebilirim;
“Bu, politik gerçeklerin hikâyesidir; bu, doğrularla yalanların birbirinden ayırt edilemediği, hiçbir şeyin açıkça belirgin olmadığı bataklık sularında yapılan bir yolculuğun hikâyesidir.”
Geçekten de at izinin it izine karıştığı yıllardı 90’lar. Devletin içinde yuvalanmış karanlık güçler eliyle pek çok karanlık cinayetin işlendiği, katillerin korunduğu, JİTEM mensuplarının ya da Özel Harekatçılar’ın hatta milletvekillerinin uyuşturucu trafiğine karıştığı, hakikatlerin üzerinin örtüldüğü bir zaman dilimi… “995 km”ye işte bu dönemin puslu atmosferi hakim. Kimsenin kimin kim olduğunu bilmediği bir dönemin aktörlerini sıfatlarıyla katmış hikayesine Mungan; Salim Baran, Tilki Agit, Yüzbaşı, Eğitmen, “Yeşil Kaşkollu Deyyus”, Diyarbakır Emniyet Müdürü, Şeker Paşa, Vezir, Ağralı, Ağralı’nın gazetelere konuşmaya başlayan Özel Harekatçısı…
Dönemi yaşayanlar saydığım sıfatların sahiplerini tanımakta zorluk çekmeyecekler. Mesela Salim Baran’ın Musa Anter’den esinlendiğini söyleyebilirim. Mungan’ın isim ve zaman vermemesi söz konusu bulanıklığa vurgu yapmakla kalmıyor, bu olayların bir anormali olmadığını, başka bir zamanda, başka bir yerde ve başka aktörlerce yeniden sahneye konulabileceğini -hatta konulduğunu- hatırlatmak anlamına da geliyor.
Böyle bir soyutlamayı yapabilmek için belli bir zamanın geçmesi, malzemelerin toplanması, düşüncelerin olgunlaşması gerekir. Nitekim, 1993 yılında başladığı hikayeyi tam otuz yıl sonra tamamladığını söyleyen Mungan, bu gecikmenin nedenini romanda Rojda’nın ağzından açıklamış;
“Birbirinden acı bu olayları dayanılır hale getirmek için daha yumuşak kelimelere ihtiyaç var, kelimelerimin yumuşamasını bekliyorum, bu olaylar üzerinde durup derinleştikçe giderek onlar senin de hatıraların olmaya başlıyor çünkü”. Ve şöyle devam ediyor Rojda; “Her hikâyeye hak ettiği bir alan bırakmak gerekiyor, en zoru da olan bitenleri en nesnel biçimde aktarabilmek.”
Mungan’ın böylesine kirli, böylesine acı olaylarla dolu, utanç verici ama üzerinde artık neredeyse hiç konuşulmayan bir tarihi hem edebi hem nesnel olarak en iyi şekilde aktarabilmek için suç kurgusunu seçmesi isabetli bir karar. Zira, Meksika’lı düşünür Alfonso Reyes’in de ifade ettiği gibi, “yozlaşmış bir toplumda eğer gizli alay ve iki yüzlülük dallanıp budaklanmışsa ve güç tek bir yerde toplanmışsa, suç edebiyatı eşitsizliği, haksızlığı ve kötülüğü gösterir. Suç kurgusu gerçekten de sorunlu bir ülkenin gereksinimlerine adapte olan bir edebiyattır”.
Devlet ve aygıtlarının, emniyet güçlerinin ve ordunun radikal biçimde sorgulandığı siyasi polisiye türününün kendi içinde çeşitlendiğini biliyoruz. “995 km” Fransız “Kara Roman” akımına daha yakın. Bu tür romanlarda cinayetin biçimi ve çözümü önemsizdir. Katil de bellidir, dahası çoğu romanda kahraman katilin kendisidir. Cinayeti ya da suçun işlenme sürecini onun bakış açısından adım adım izleriz. Ama asıl izlediğimiz suça itilen bireyin trajedisi, suç ve birey arasındaki ilişkinin karmaşık gibi görünen basit yapısıdır. “995 km”yi okurken Fransız “Kara Roman”ının en önemli temsilcilerinden J.P. Manchette ve ünlü romanı “Keskin Nişancı” geldi aklıma. Ardından da Manchette’in şu sözleri; “iyi kara roman toplumsal bir romandır, toplumsal eleştiriye dair bir romandır, suç hikayelerini konu eder, ama toplumun -veya toplumun bir bölümünün- belli bir yerdeki, belli bir andaki portresini yansıtmaya çalışır.”
Murathan Mungan’ın “995 km”de yaptığı tam da bu. Güneydoğu özelinden 90’lı yıllar Türkiyesi’nin çarpıcı bir portresini çizerken suçu oyuna çevrimiyor, karmaşık, sofistike cinayetler üzerine kafa yormuyor. Doğrudan suçun ve suçlular dünyasının içine dalıyor, hem bu dünyanın insanlarını, ilişkilerini, değerlerini, hem de güce boyun eğmiş toplumu didikliyor, kirli bir savaşın birey ve toplumdaki kötülüğü nasıl kışkırtığını açığa çıkarıyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse, sadece ele aldığı meseleler bile Murathan Mungan’ı övmem için yeterli olurdu. Ancak “995km”nin fazlası var; biçimi, kurgusu, anlatımı, karakterleri, özellikle ilk bölümde Tetikçi karakterinin iç dünyasının sergilendiği anlarda kullanılan diliyle edebi anlamda çok başarılı bir roman.