Kapitalizmin iç ve dış sınırına dayandığını belirten Fikret Başkaya “Erkek sipermi ve kadın rahmi dahi metalaşmış, bir kâr aracına dönüşmüşken, artık hala gidilecek yol kalmış mıdır?” diye soruyor. Başkaya’ya göre kapitalist sistemin tüm alanlarında bütün gösterge ışıkları kırmızıya dönmüş durumda.
Ahmet Külsoy [email protected]
DUVAR – Özgür Üniversite, 21-22 Ekim tarihlerinde İstanbul’da ‘Neden Kapitalizmin Bir Geleceği Yok’ konulu sempozyum düzenliyor. Şişli Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Evi’nde gerçekleştirilecek konferansın açılış konuşmasını Fikret Başkaya yapacak.
Başkaya ile Özgür Üniversite’yi sempozyumu ve ‘kapitalizmin geleceğini’ konuştuk.
Özgür Üniversite’nin 2017 güz dönemini, ‘Neden kapitalizmin bir geleceği yok?’ temalı bir sempozyumla başlatıyorsunuz. Sempozyumla ilgili sorulara geçmeden önce, biraz Özgür Üniversite’den söz eder misiniz? Neyi nasıl yapmak istiyor, kuruluş amacı ne idi?
Üniversiteler ve bir bütün olarak eğitim sistemi, verili egemenlik sisteminin hizmetindedir. Sistemi yeniden üretmek içindirler. Orada radikal eleştiriye yer yoktur. Oysa, “eleştirel değilse, bilim de değildir” denecektir. Üniversiteler ‘ölü bilgilerin’ depolandığı yerlerdir. Bu yüzden ilerici, devrimci, paradigma yıkıcı ve kurucu fikirler/düşünceler daima o kurumların dışında ve onlara rağmen var olabilmişlerdir. Özgür üniversite, eleştirel düşüncenin, gerçek anlamda bilimsel bilginin ezilen ve sömürülen sınıflar lehine üretilmesi gerektiği, üretilebileceği düşüncesiyle kuruldu.
Esas itibariyle faaliyetlerini dört ana alanda yürüttüğünü söyleyebiliriz: Resmi tarih ve resmi ideoloji eleştirisi; onunla ilgili olarak, Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmaya dikkat çekmek, zira bu ikisi önümüzü görmemizi, yolumuzu bulmamızı zorlaştırıyor; 1980 sonrası dayatılan, neoliberalizm denilen gerici saldırıya, kapitalizme, emperyalizme karşı bilinç ve duruş oluşturmak. Neoliberal saldırı ve Sovyet sisteminin çöküşüyle bir umut ve ütopya zaafı ortaya çıktı. O zaafı aşmak ve yeni paradigmanın oluşması çabasına katılmak…
İşte bu amaçlarla, düzenli dersler, seminerler, konferanslar, atölye çalışmaları, sempozyumlar yaptık, yapıyoruz, kitaplar yayınladık, bir süre Özgür Üniversite Forumu dergisini de çıkardık… Geride kalan dönemde her yaştan, her meslekten on binlerce insan Özür Üniversite’nin kapısından girdi ve bir şekilde herhangi bir etkinliğine katıldı.
‘ÜNİVERSİTELER GERİCİLİK YUVASIDIR’
Yani mevcut ‘üniversitelerin birer bilim yuvası olduğu’ söyleminin bir karşılığı yok mu?
Üniversitelerinin ne olduğuna dair bir dizi tevatür üretilmiştir ki, bunların bu dünyada hiç bir reel bir karşılığı yoktur. İşte söylediğiniz gibi “üniversitelerin bilim yuvaları” olduğu, “her türlü düşüncenin özgürce, sınırsız tartışılabildiği”, “her zaman ‘toplumun bir kaç adım önünde oldukları”, vb… Bunların hepsi yalandır. Tam tersine üniversiteler [akademi] özgür düşüncenin, eleştirel düşüncenin boğulduğu kurumlardır. Birer gericilik yuvasıdırlar ama maalesef retorik farklıdır… Üniversiteler aykırı düşünceye, radikal eleştiriye yaşama şansı tanımaz. Ne demek istediğimi görmek için uzağa gitmeye gerek yok… Son iki yılda Türkiye’deki akademinin manzarası ortada… “Barış olsun” demek bile üniversiteden kovulmak ve 7,5 yıl hapis istemiyle yargılanmak için yeterli… Bu kurumlar mı? “bilim yuvası” sayılacak… Bir öğretmen, Ayşe Öğretmen, Ayşe Çelik, “çocuklar ölmesin” dedi diye sadece işinden/ekmeğinden olmadı, hapishane yolu da göründü… Onun için neden söz ettiğini bilmek önemlidir…
Siz de ‘Paradigmanın İflası’ kitabınızdan yargılandınız, üniversiteden kovuldunuz ve hapse girdiniz. Özgür Üniversite’nin kurulması sürecine dahil olurken “Elim armut toplamak zorunda değil” mi demek istiyordunuz?
Aynen öyle. Nitekim geride kalan dönemde özgür üniversite, devletten ve sermayeden tam bağımsız, gönüllük temelinde bir üniversitenin, bir eleştirel kurumun mümkün olduğunu kanıtlamış bulunuyor. Şimdilerde Özgür Üniversite gibi, devletten ve sermayeden tam bağımsız kurumların, eleştirel odakların çoğalması, etkinliklerinin artması büyük önem taşıyor. Zira, eleştirel düşüncenin yerlerde süründüğü bir zamandayız.
‘BİR ÇOK EMARELER BELİRDİ’
“Kapitalizmin bir geleceği yok” demek iddialı bir söylem. Kapitalizm gününü doldurduysa eğer, bunun emareleri neler?
Esasen bir çok emareler belirdi. Artık kapitalizm gününü doldurdu. Çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan, var olan sorunları da azdırmadan yol alamıyor. Daha doğrusu patinaj yapıyor. Genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkmış bulunuyor… Her canlı organizma gibi, sosyal sistemler de sonludur. Ve kapitalizm bir istisna değil. Esasen kapitalizm kendi iç çelişkilerinin bir sonucu olarak, hiç bir zaman “uyumlu” bir gelişme ortaya koyamadı. Sürekli olarak krizlerle yol alabiliyor ve krizler sistemin mantığında içerilmiş durumdadır.
Krizler ne arızî bir şey, ne de istisnadır. Aslında kapitalizm, uzun insanlık ve uygarlık tarihinde bir sapmaydı. Bir sapmaydı ama aynı zamanda bir küçük bir parantezdi de. Sanayi kapitalizmi tarih sahnesine çıkalıdan beri 250 yıldan az bir zaman geçtiği halde bir ‘uygarlık krizi’ ortaya çıkmış bulunuyor. Öyle bir işleyişe sahip ki, orada ‘öküz arabanın arkasına koşulmuştur’. Kapitalizm dahilinde üretimle ihtiyaçların karşılanma gereği arasında bağ kopmuş durumdadır. Kullanım değeri değil, değişim değeri üretmek esastır. Üretimin aslî amacı kâr etmek ve kârı büyütmektir. Sistem vahşi bir rekabet temeli üzerinde yol alıyor ve rekabet her bir kapitalisti her seferinde daha çok üretmeye zorluyor. Bu yüzden kapitalist, “ileriye doğru kaçmak zorunda olan biridir.” Fakat bir şey daha var: Kârın yüksek olması için ücretlerin düşük olması gerekiyor. Bu da emekçi kitlenin satın alma gücünün azAlması demek. Sonuç ‘aşırı üretim” ve kriz…
İkincisi, kapitalizm sınırsız büyüme/genişleme dinamiğine ve eğilimine sahiptir ama bu dünyanın kaynakları sınırlı. Üçüncüsü de, kapitalistler üretimin doğaya ve insana verdiği zararları dikkate almıyorlar. Alırlarsa kâr oranı düşer.
Öyleyse sürdürülemezliğin sınırı nerede başlıyor?
Eğer bir ekonomik/sosyal/ politik sistem her seferinde çözdüğündün daha çok sorun yaratıyorsa, yaptığından daha çoğunu yıkıyorsa, duvara dayanmış demektir.
Söylediklerinizden kapitalizmin iç çelişkilerinin onu yıkıma/yok olmaya taşıdığı anlamı mı çıkıyor?
Sadece kendi ‘iç sınırı” değil. Aslında kendi dışındaki bir sınıra, ekolojik sınıra da toslamış durumda. Doğal kaynaklar kıtlaşmakta, tükenmekte, pahalılanmakta. Bu durum kapitalizmin kendini yeniden üretmesini problemli hale getiriyor. Fakat sorun sadece bundan ibaret de değil. Bir de “gezegen riski” de ortaya çıktı. Atmosferin ısınması sadece bu dünyada yaşamı zorlaştırmıyor, canlı yaşamı da tehlikeye atıyor. İklim değişikliğinin son derecede tehlikeli durumlar/sonuçlar yaratma potansiyeli var.
‘HER İLERİ AŞAMADA İŞLER DAHA DA ZORLAŞIYOR’
Sistem kendi iç sınırına ulaştı derken neyi kastediyorsunuz?
Kapitalizm hem yatay ve hem de dikey genişleme/yayılma/derinleşme eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistem. Yatay gelişmeden kapitalizmin mekansal genişlemesi anlaşılıyor. Henüz kapitalist ilişkilerin geçerli olmadığı [prekapitalist] alanlara, ülkelere doğru yayılıyor. Kolonyalizm/emperyalizm denilen işte bu.
Bir de daha önce kapitalist ilişkilerin geçerli olduğu alanda derinlemesine genişliyor. Mesela bulgurun, tarhananın, salçanın veya yemeğin marketten satın alınması, vb. bunların aile içinde değil de kapitalist bir işletme tarafından üretilip satılması ki, bu durumda sermaye yeni değerlenme alanlarına kavuşuyor.
Yatay genişlemenin sınırına ulaşalı çok oldu. Şimdilerde dikey genişlemenin (yoğunlaşmanın) da sınırına ulaşıldı/ulaşılmakta. Erkek sipermi ve kadın rahmi, göz retinası dahi metalaşmış, bir kâr aracına dönüşmüşken, artık hala gidilecek yol kalmış mıdır? Ortada metalaşmamış, şeyleşmemiş, bir kâr aracına dönüştürülmemiş ne kaldı?
Bu soruyla iliği, kapitalizmin ‘kendi iç sınırıyla’ ilgili olarak, çok önemli bir şey daha var: Bilindiği gibi bu dünyada değeri sadece canlı emek, eti-kemiği-bilinci olan insan üretebiliyor. Makinalar, robotlar yeni bir değer, bir “fazla değer” üretmezler. Onlar, daha önce harcanmış canlı emeğin ürünü olan değeri içerirler, üretim sürecinde makinada/robotta içerilmiş, onlarda “dondurulmuş” olan değer yeni ürünlere aktarılır. Dolayısıyla her teknolojik yenilik daha az değer üretmek demeye geliyor. Bu da kâr oranlarını düşürüyor. Marx’ın ünlü “kâr oranlarının düşme eğilimi” dediği şey. Bu da demektir ki, her ileri aşamada işler daha da zorlaşıyor, sistemin kendini verili temel üzerinde yeniden üretmesi sorunlu hali geliyor…
Söylediğinizde bir çelişki yok mu? Eğer makina/robot yeni değer-fazla değer üretmiyorsa, yaratmıyorsa, kapitalistler her seferinde en ileri üretim tekniklerine sahip olmak için neden kıyasıya rekabete girişiyorlar?
Makina/robot yeni değer üretmiyor ama daha çabuk ve daha çok üretmeye yarıyor. En ileri üretim teknolojisini kullanma başarısını gösteren kapitalistler rakipleri karşısında avantajlı duruma geliyorlar. Toplam artı-değerden daha büyük pay kapmayı başarıyorlar. Dolayısıyla teknoloji yarışı, sistemin dayattığı bir zorunluluk. Aksi halde yarışı kaybetmek, sahayı terk etmek kaçınılmaz.
‘KAPİTALİZM İÇ VE DIŞ SINIRINA DAYANDI’
Siz, kapitalizmin kendi mantığından ve işleyişinden kaynaklanan sorunlara bir de ekolojik bozulmanın, ekolojik yıkımın eklendiğini ve bu ikisinin diyalektiğinin de kapitalizmin sonu demek olan bir uygarlık krizini ortaya çıkardığını söylüyorsunuz…
Artık kapitalizmin iç ve dış sınırına dayandığı bir vakıa. Bunu görmek için bakmak yeterli ama “bakar kör olmamak” kaydıyla. Zira, tüm alanlarda bütün gösterge ışıkları kırmızıya dönmüş bulunuyor. Bana biri çıkıp “İyi de şu, şu alanda işler yolunda” diyebilir mi? Bir tek örnek verebilir mi? İnsanî, sosyal, ekolojik ve etik bozulma bu düzeye çıkmışken? Maalesef bu kepazeliğin ‘şeylerin normal hali’ sayılabilmesi de son derecede rahatsız edici ve doğrudan ideolojik kölelikle ilgili bir mesele. O zaman önce ideolojik köleliği aşmak, silkinmek, bilinci özgürleştirmek gerekecek. Ancak o zaman yeni bir perspektife yönelmek mümkün hale gelebilir.
Yeni teknolojiler, yeni inovasyonlar sayesinde kapitalizmin bu durumun üstesinden geleceği beklentisi var. Bu yaygın beklentinin bir karşılığı yok mu?
Yazık ki, teknoloji hayranlığı çok köklü. İnsanlar her teknolojik gelişmeyi bir kurtuluş, refaha giden yolda ileri bir aşama olarak görüyor. Bir bakıma ‘modern teknolojiler’ bir tapınma aracına, tuhaf bir tabuya dönüşmüş durumda. İyi de kapitalizm dahilinde teknolojik yenilikler ne amaçla peydahlanıyor? Kapitalistler bu teknolojileri insanlar rahat yaşasınlar diye mi üretiyorlar? Dananın kuyruğu öyle değil. Kârı artırmak için teknolojiyi sürekli yenilemek zorundalar. Öyleyse kapitalistlerin kâr etme gereğiyle toplumsal refahın uyuşması mümkün müdür? Böyle bir algı, teknolojiyi bir “bağımsız değişken” saymakla da ilgili. Oysa teknolojiyi sosyal sistemden soyutlayarak ele almak yanlıştır. Enerji olmadan teknoloji bir hiçtir. Cep telefonu şarj aletine bağlanmadan, enerji olmadan çalışmaz. Bu güne kadar ‘harikalar yaratan’ modern teknoloji toplumun hangi sorununu kalıcı olarak çözdü? Dolayısıyla, şimdilerde teknolojinin genel bir çerçevede bir yıkım ve yok etme aracına dönüştüğünü söylemek bir abartma olmaz…
Eğer söylediğiniz gibi bir çöküş söz konusuysa, artık kapitalizm dahilinde insanlığın bir geleceği yoksa, insanlığı ve uygarlığı ne bekliyor?
Esasen böylesi kritik bir durum ortaya çıkmışken iki olasılık var: Bütün yıkıcı sonuçlarıyla bu çöküşün altında kalmak, barbarlığa ve vahşete razı olmak, ya da bilinçli bir müdahaleyle bu durumdan çıkmak. Bu durumu yaratan kapitalizmden çıkmak. İnsanın insana, toplumun doğaya yabancılaşmasına son vermek. Velhasıl, aracın rotasını kavramın jenerik anlamında komünizme doğru kırmak. Bu ikisi arasında bir orta yol yok.
Bu röportaj gazeteduvar.com.tr’de yayınlanmıştır.