A. Ömer Türkeş
Dave Eggers’in 2013 yılında yayımlanan ve gerek ABD’de gerek çevrildiği ülkelerde yankı uyandıran romanı “Çember”, toplumu iletişim teknolojisinin tehlikelerine karşı uyaran distopik bir roman.
1970 Boston doğumlu Eggers, anne ve babasını kaybettiğine 21 yaşındaydı. Kardeşlerinin bakımını üstlenmek için üniversiteden ayrılarak yerel bir gazetede çalışmaya başladı. 2000 yılında yayımlanan ilk kitabı “A Heartbreaking Work of Staggering Genius” yaşantısının bu dönemini günlük biçiminde aktarmıştı. Kitabın kısa zamanda çok satarlar listesine ve Pulitzer ödülü finalitlari arasına girmesi ona edebiyat dünyasının kapılarını açtı. O günden günümüze dek yazdığı her roman çok satarlar listesine girmekle kalmadı, çok sayıda saygın edebiyat ödülüne de değer görüldü. Eggers’in ünü edebiyatın dışına da taşacak adı Utne Reader’ın ‘Dünyayı Değiştiren 50 İleri Görüşlü Kişi’ ve Time dergisi’nin ‘Dünyanın En Etkin 100 Kişisi” arasında gösterilecekti…
Dave Eggers’in kitapları türkçeye de çevriliyor. “Hızımızı Tadacaksınız” ve “Kral İçin Hollogram” romanları hakkında yaptığım yorumlarda Eggers’ın “Amerikan Rüyası”nı çağrıştıran hızlı yükselişinin Eggers’in sistem eleştirisi ile çeliştiğini söylemiştim.
Hızımızı Tadacaksınız
Dave Egger’in “Hızımızı Tadacaksınız” romanı 2002’de yayımlandı. Egger bir yol hikayesi anlatıyor, geniş bir coğrafyaya ama dar bir zamana sığdırılmış bir yolculuk… Neden yola çıktığını, nereye gittiğini, ne aradığını, kime kızdığını, bundan sonra nasıl yaşayacağını bilmeyen iki kaybedenin hikayesi özelinde, isyan ve arayıştan yoksun bir kuşağı, bu çağın gençlerini selamlamış Egger .
Dave Eggers’in “Hızımızı Tadacaksınız”ı Jack Kerouac’a ve “Yolda” romanından esinlenmiş. Ancak geçen zamanın farkında Eggers. Bir zamanlar insanı insan yapan değerlerin yitirildiğinin, düzenin insanları biçimlendirdiğinin, kendimize ait olduğunu sandığımız zamanın aslında sisteme ait olduğunun, sınırsızca ve özgürce kullanılamayacağının farkında. İşte bu nedenle, başka bir hayatı arzulamasına rağmen önüne koyulana boyun eğmek zorunda olduğu biliyor. Kerouac’ınkilerin tersine Eggers’in kahramanları günleri saymak zorundalar. Onlar için zamanın değerli oluşu, bu zaman içerisine maksimum eylem sığdırmak -skor yapmak- ve bunu kişisel bir tad almaktan ziyade gösteriye dönüştürmek kapitalizmin ruhuna ne kadar uygun değil mi? Will üretim tarzıyla onun bireyde vücut bulmuş ideolojisini şöyle özetleyecektir; “Bu hafta boyunca dakikaları, saatleri değerlendirmek gerekiyordu; onları almak, sarmak, parlatmak ve olabildiğince uzağa fırlatmak(…) Bu haftanın her saatini, her saat daha önce (en azından bizim gibi insanlar tarafından) hiç yapılmamış bir şeyler yaptığımızı anlatabilelim istiyorduk”.
Kerouac’ın romanlarında yolculuk “özgürlüğü, kaygısızlığı, dertlerden azadeliği, hızı ve hareketi hissetiren, karmaşalıktan ve anlamsızlıktan uzaklaştıran” bir anlam taşıyordu. Günümüz insanı için yollar, gidilen yerler, karşılaşılan insanlar uzaklaştırmıyor, tersine küreselleşen kapitalizmin her yere yayılmış devasa gücünü hissettiriyor. Her yeri birbirine benzeten böyle bir sistemde çok daha hızlı araçlarla çok daha uzaklara gitmek mümkün olsa bile yolların çok kısa kalması kaçınılmaz. Kısalan yollarla birlikte özgürlük hayalleri de küçülüyor, basitleşiyor, bir şeylerden bıkıp usanmanın kışkırttığı yolculuklar aslında gerçeklikten kaçmaktan öte bir anlam taşımıyor. Tam bu noktada yol metaforunun sonuna gelindiğinin, gidecek başka bir şehir olmadığının farkına varıyoruz.
“Kral için Hologram”
“Kral için Hologram”da da bireyle ekonomik süreç arasındaki yıkıcı ilişkiyi -üstelik önceki romanlarından çok daha fazla vurgu yaparak- öne çıkarmış. Kaybetmeye daha baştan mahkum olduğu bir oyunda kalmak için son umudunu Arabistan çöllerinde arayan Amerikalı bir danışmanın traji-komik hikayesini anlatıyor.
Eggers “Kral için Hologram”da kapitalizmin bu yeni evresinin, küreselleşmiş dünyanın işleyişinin acımasızlığını yine bir satıcı üzerinden sergilemiş. Romanın anlatım potansiyelini kullanarak çok daha kapsamlı bir görünüm sünuyor okuyucuya. Üretim planındaki değişim, küçük ölçekli üretimin iflası, uzak doğu pazarının yükseliş, insanların değerlerinin sayılarla ifade edildiği bir dünya ve bu devasa dünyada yapayalnız ve küçücük kalmış bireyler…
Alan Clark, içi boş, içinde samimiyetten eser kalmamış bir halde kah umutlarına kah geçmişin güzel anılarına sığınıyor. Ama düşünceleri onu nereye götürürse götürsün, yenildiğinin farkında. Bu yenilgide kendisinin, kendisinden ziyade kapitalizmin bir zaferi olarak hayata geçen ideolojisinin rolü olduğunun da farkında.
Eggers, kapitalizmin bu yeni ama eskisinden daha vahşi aşamasını karakteristik görünümleriyle romanına katmayı başarmış. Ancak roman kahramanının dramının önüne geçmesine de izin vermemiş. Ekonomik alt yapı bireyin hayatını belirliyor elbette ama indirgemeci bir belirleme değil. Alan Clark umutlarıyla, beklentileriyle, özlemleriyle, hissettiği hiçlik ve boşluk duygusuyla, yeniden kıpırdanan cinsel arzularıyla okuyucunun yakınlık duyacağı bir insan tipi. Eggers’in abartısız anlatımı, çöl atmosferini canlandıran tasvirleri de hikayenin inandırıcılığını pekiştiriyor.
Dave Eggerse bireyin özgüven yitiminine dair acılı bir soruşturma yürütürken “Amerikan Rüyası”nın çöküşünü de ilan ediyor. “Kral için bir Hologram” yalnız Amerikalıları değil, küreselleşme oyununa katılan herkesi içine çeken bir çöküş sürecinin romanı.
Ve Çember
“Çember”de de benzer bir çelişkiyi farkedeceksiniz. Dünyanın Akil Adamları arasında sayılan Eggers onuncu kurmaca kitabı “Çember”de “Akil Adam”ların yarattığı felaketin hikayesini anlatıyor.. Distopik ama son derece tanıdık bir manzara seriyor gözler önüne. Google, Facebook ve Apple gibi devlere göndermelerle Eggers, Çember’de internetin bir sonraki evresini hayal ediyor ve dijital mecralardaki yaşamlara dair sürükleyici bir öykü anlatıyor. Gerçek olamayacak kadar mükemmel bir teknoloji şirketinde işe başlayan Mae Holland’ın Çember macerası, katıldığı ağlar ile yeni katmanlar kazanıyor ve özgürlük yavaş yavaş esarete, mahremiyet hırsızlığa dönüşüyor. Kameralar her şeyi kaydediyor, bulut tüm izlerimizi yedekliyor, birileri bizi her zaman gözetliyor: Çember hepimizi içine alarak kapanıyor ve kaçacak yer bırakmıyor.
Mae Holland 24 yaşında bir genç kız. Üniversiteyi bitirdikten sonra bir süre doğduğu kasabadaki bir kamu kuruluşunda çalışmış, kasabanın renksizliği ve işyerinin köhneliğinden bunalarak -arkadaşı Annie’nin referansıyla- Çember adlı dev bir teknoloji şirketinde işe başlamış.
Devasa bir alana yayılan “yerleşkesi” ve onbini aşkın çalışanıyla Çember, bir şirket olmanın çok ötesinde; sanki kendi başına bir ülke, bambaşka bir evren. Kütüphaneleri, misafirhaneleri, yemek salonları, çalışma birimleri, teknolojik donanımı, tıp merkezi, spor ve eğlence alanlarıyla bu evrenin görkemi Mae’i kısa zamanda etkileyecektir. Çalışanlar arasındaki sosyal ağa katılma zorunluluğu, herşeyin kayıt altına alınması, sürekli denetim altında olduğunu bilmek ilk başta rahatsız edici gelse bile bu ışıltılı hayat ve ona sunulan imkanlar taşralı genç bir kız için çok çekicidir. Mae de yavaş yavaş Çember’in kurallarına uymaya ve yükselmeye başlar.
Çember’in kurucusu olan “Üç Akıllı Adam”ın en büyük projesi her yeri -dünyada olup biten her şeyi herkesin izlemesini sağlayan- taşınabilir mini kameralarla donatmak ve “şeffaflık” sağlamaktır. Oysa kamuoyunda Çember’in şeffaf olmadığı yönünde itirazlar ve soruşturma girişimleri de vardır. Ancak ne zaman biri çıkıp Çember’in tekeli ya da kullanıcılarının kişisel verilerinden haksız kazanç elde etmesi hakkında konuşmaya başlasa o kişinin çok geçmeden sabıkası bulunduğu ya da en azılısından bir sapık olduğu ortaya çıkar. Şirkette giderek yükselen Mae, mini kamerayı üzerinde taşıyan ve kendisini şeffaflaştıran ilk denek olmayı kabul edecek ve Çember’in görünen yüzü olacaktır. Kazandığı şöhretle başı dönen Mae, tanıştığı gizemli bir şirket çalışanının ve eski sevgilisi Mercer’in çember kapandığında şirketin herkesi denetlediği totaliter bir sistem kurulmasının kaçınılmaz olacağı yolundaki itirazlarına kulak vermez. Ne yazık ki çemberin kapanması çok yakındır…
Distopya mı?
Yaklaşık 500 sayfalık romanda şirkete, çalışanlara ve teknolojiye ilişkin anlatı ve yorumlar elbette çok daha kapsamlı ve ayrıntılı. “Çember” bu karamsar hikayesiyle yayımlandığı günlerde tartışma yaratmış ve hikayeyi destekleyen temalarıyla Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” and George Orwell’in “1984” romanlarıyla karşılaştırılmıştı. Buna Yevgeniy Zamyatin’in “Biz”ini de ekleyelim. Saydığım romanlarda geleceğin totaliter yönetimleri ve yönetimlerin baskı ve denetimi altında yaşayan ürkek, sinik toplumlar anlatılıyordu. Ve her üç roman da uzak gelecek tasavvurlarıydı. “Çember”in zamanı ise günümüze çok yakın. Dünyanın gidişatını değiştirecek teknolojik yenilikler önemli bir yenilik içermiyor. Aslında bugünün iletişim teknolojisine bir kaç küçük ekleme yapmış Eggers. Facebook, Twitter, Selfie, webcam teknolojilerinden -daha doğrusu çılgınlığından- yola çıkarak bu çılgınlığın gidebileceği istikameti tayin etmeye çalışıyor. Zamanla ilgili farklılık diğer romanlarla ilgili bir başka farkı doğuruyor: Zamyatin, Huxley ve Orwell’in insanları totaliterizme maruz kalmışlardı. Eggers’in kahramanları teknolojiye ve teknolojinin sunduğu “imkanlara hayranlıkları, teknolojiye biat etmişlikleri, refah ve güvenliği özgürlüğe tercih etmeleriyle totalitarizmin gönüllü destekçileri.
Thomas Moore “Utopya”sını 1516 yılında yazdığında gelecek 400 yıl boyunca insanları peşinden sürükleyecek bir düşünce biçiminin tohumlarını atmıştı. Ütopyacı düşünceler 20.yüzyılın ilk yarısına dek daha iyi bir dünyanın mümkün olduğu inancını canlı tuttular. Ne var ki yüzyılın sonraki yarısında, muhtemelen II.Dünya Savaşı’nın ve reel sosyalizmin yarattğı hayal kırıklıklarının da etkisiyle, ütopyacı düşünce düşüşe geçti. Pekçok ütopik metin üretildi belki ama hiçbiri toplumda heyecan yaratacak, barındırdığı düşler uğruna insanları harekete geçirecek düzeyde değildi. Kısacası, Krishan Kumar’ın “Ütopyaya Genel Bakış” kitabındaki ifadesiyle, “Ütopya, bu yüzyılın gidişatında, hem biçiminde hem de alıcısında parçalanmıştı.”
Söz konusu düşüşün, parçalanmanın, en hafif deyimiyle değer kaybının nedenini tartışmak bugünün ve yarının dünyasını, insanlığın gidişatını ortaya koymak açısından açısından önemlidir. Zira daha iyi bir dünyanın mümkün olduğunu ileri sürmek siyaset, sosyoloji, bilim hakkında konuşmak demektir ve böyle bir konuşmanın hem tarih bilinciyle, hem felsefeyle tahkim edilmesi gerekir. Kısa bir yazının meseleyi kuşatmak bir yana özetlemesi bile mümkün görünmüyor. Öyleyse ilgi alanınımızı daraltmak zorundayız. Bu yazıda ütopyanın “karbon kopyası” diyebileceğim distopyalar, özellikle de şu anda yaşadığımız hayatın distopik metinlere yansıması üzerinde durmak istiyorum.
“Karbon Kopya” dememin nedeni ütopyaların barındırdığı iyimserlikle distopyaların -kara ya da karşı ütopyaların- karamsarlığının tam bir zıtlık oluşturmasından… Ne var ki bu zahiri bir zıtlık. Zira gerek ütopyalar gerek distopyalar aynı “şimdi” noktasından hareket ederler. Her iki düşüncenin hedefinde şimdinin/bugünün eleştirisi vardır. Siyasi, toplumsal ve ekonomik sisteme hakim olan ve insani ilişkiler bütününe yayılan adaletsizlik gelecek bir zamana yansıtılarak -birinde çözümlenmiş diğerinde daha da cehennemi halleri üzerinden- açığa çıkarılır. “Biçimsel anlamda geleceğe uzanan bu türden metinler özde şimdiyi yeniden üreterek yadsımaktadır.” Özetle söylersek eğer; Ütopyacılık ya da Distopyacılık özünde -şimdinin- muhalif ve radikal bir yeniden-üretimidir. “Tüm ütopyacıların ve distopyacıların sorunu ve nesnesi şimdiki zamandır ya da teknik deyişle ‘şimdiki zamanın muhalif bir yeniden-üretimi’ ve ‘reddidir.’ Geleceği ister pembe ister karanlık tonlarla tasvir etsinler, bu zıt kutupların ikisisinde de murad edilen “şimdi”nin adaletsizliğini bir başka boyutta olanca çıplaklığıyla sergilemek, eleştirmek ve insanlığı bugünün kötü gidişine karşı harekete geçirmektir. Thomas Moore’un, Campanella’nın, Bacon’ın ütopyalarında betimlenen adil, insani düzenler yaşadıkları çağın siyasi ve toplumsal ilişkilerinin bozukluğunu açığa çıkartma işlevi görürler. Buna karşılık ilk distopik örneklerde -mesela Samuel Butler”in “Erewhon”, Mary Shelley’in “The Last Men”, Alfred Kubin’in “Diğer Taraf”, Jack London’ın “Kızıl Ölüm ” romanlarında- tasvir edilen acınası dünyalar da yine üretildikleri çağın ilişkilerinden ilham almıştır.
Ütopya düşüncesinin çöküşe geçmesiyle distopya üretimindeki artış eş zamanlıdır ama Zamyatin’in “Biz”, Orwell’in “1984” ya da Huxley’in Cesur Yeni Dünya” romanlarının yarattığı ilgi ve heyecan çabuk sönümlenecektir. Kumar’a göre onların izinden giden distopyalar “ortak hayal gücünü gerçekten yakalamamış ya da açık bir tartışmanın odağı olmamıştır. Huxley’inkine ya da Orwell’inkine rakip olarak zorlayıcı suretini çağdaş dünyanın üzerine damgalayacak hiçbir yeni karşı-ütopya çıkmamıştır. Bunun yerine, ütopyada olduğu gibi, parçalanma ve daralan bir odak ortaya çıkmıştır.”
Kısacası ütopya ve distopya birbiriyla bağlantılıdır. Daha doğrusu distopyacı düşünce ütopyacı düşünceden ayrı tutulmaz. Ütopyanın gücü ve imgelemi distopyanın itici gücü ve vazgeçilmez materyalidir ve ütopya canlılığını yitirdikçe, distopya da sönükleşir; “ütopyanın dünyada bir cennet vizyonu ile esin verme gücünü çıkarın, karşı-ütopya da bu umutların alaycısı ve bu vizyonun dünyevi bir cehennemden söz eden düşmanı olarak buna paralel işlevini yitirir.”
Distopyaların karanlık gelecek tahayyülleri barındırması yazarların kötümserliğinden ya da felaket hikayelerine meyyal okuyucuları cezbetmek isteğinden kaynaklanmaz. Distopik romanlarda dikkat çekilen, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin tek başlarına daha güzel, daha insani, daha huzurlu bir dünya yaratmaya yetmeyeceği gerçeğidir. Tersine, iktidara bir avuç siyasi elitin el koyduğu, kitlelerin kaderinin vahşi kapitalizmin ellerine terk edildiği, bilim ve teknoloji alanındaki ilerlemeye siyasi ve toplumsal ilerlemenin eşlik etmediği bir dünyada bilim ve teknoloji ürünleri felaketlerin önünü alamayacak, ama halkları baskı altına almanın araçlarına dönüşecektir. Tıpkı Alfred Einstein’ın söylediği gibi; “Teknolojik gelişme patolojik bir suçlunun elindeki bir balta gibidir”…
20. yüzyıl distopyalarının iki kaynaktan beslendiği söylenebilir; bir yandan totaliterlik düşüncesi, diğer yandan -ve ilkine bağlı olarak- bilim ve teknolojik gelişmelerin daha güzel bir dünya sağlamaktan ziyade daha despotik yönetimlere yol açma potansiyeli. Nitekim bu tedirginlik savaş sonrası yayımlanan ilk örneklere yansımıştır. Mesela Robert A. Heinlein “Dünya Batıyor”(1952) romanında mikrop savaşının, Nevil Shute “Kumsalda”da(1959) nükleer savaşın yol açtığı salgın hastalıkları, daha doğrusu dünyanın “nihai son”unu konu edinirler. İkisinde de kazanan yoktur, haklı-haksız yoktur, kaybedense insanlıktır.
Antikapitalist söylemlerden Malthusçu zihniyetlere dek geniş bir siyasi yelpazede tartışılan ekolojik felaket senaryoları en çok da bilimkurgu ve distopya edebiyatında işlenmiştir ve işlenmeye de devam ediliyor. “Malthusçu zihniyet” ifadesi komplo teorisi gereği değil. ABD’de bu tarzda etkin baskı gurupları gerçekten var. Brian Stableford’un “Ekoloji Ve Distopta” makalesinde belirttiği üzere ABD’de -1950’lerde kurulan “Nüfus Konseyi”nin devamı olan- “Sıfır Nüfus Artışı” gurubu 1970’li yıllarda nüfus artışının olumsuz etkileri üzerine kurgulanmış bilimkurgu ürünlerine gerek sinemade gerek edebiyatta destek olmuştu. 70’li yıllarda bu tarz romanlarda yaşanılan patlamada yabancı düşmanlığı ile el ele giden, kirlilik temasıyla tahkim edilmiş nüfus artışı korkusunun önemli bir payı vardır. Korkular sinema, Tv dizileri ve edebiyata ifadesini “zombi”lerde bulan korku imgeleriyle yansıyacaktır.
Distopya yazarları iktidarını ve meşruiyetini bilim ve teknolojiden alan kapitalizmin içinde yaşadığımız evresini gelecek bir zamana taşıyor ve o meşruiyeti sağlayan ideolojinin çatlaklarında dolaştırıyorlar okuyucularını. Bu rasyonelize edilmiş, sterilizasyonu tamamlanmış, tehlikeli unsurlardan arındırılmış, tarihi lağvedilmiş, insanları düzene kayıtsız şartsız boyun eğdirilmiş geleceğin dünyası bugünkü kimi gelişmelerle mukayese edildiğinde, romanlar ‘fantastik’ niteliklerini bir anda yitiriveriyorlar. Bilimkurgu türü içinde de mütalaa edebileceğimiz bu tarz romanlarda genellikle teknolojik araç ve gereç tasvirleri üzerinde durulmuyor ama o araç ve gereçlerin, aslında o ideolojinin hayatı ne hale getirebileceği gözler önüne seriliyor.
Rasyonel Aklın Eleştirisi:
“Çember”, bu kara ütopya, yalnızca teknoloji eleştirisi içermiyor, aynı zamanda gündelik yaşantının aldığı biçimlere, evlilik müessesine, iş yaşamındaki çirkinleşen rekabete, üniversite ve eğitim kurumlarına da yöneliyor.
Gönüllü kulluk ya da suç ortaklığını sağlayan şey rasyonellik kavramı. Kitlelerin karşısına “Tutku, Katılım, Şeffaflık”, “Şeffaf değilseniz Neyi Gizliyorsunuz?” ya da. “Mahremiyet Hırsızlıktır” gibi sloganlarla çıkan Çember şirketi her şeyin denetlendiği, her eylemin görüldüğü, insana dair her verinin kaydedildiği bir toplumda suçun azalacağını savunuyor. Bugünün kirli siyasetinden, suçun yaygınlaşmasından, terör saldırılarından bıkmış insanlar için ne kadar masum, ne kadar demokratik, ne kadar akla yatkın -yani rasyonel- talepler değil mi?
Oysa kapitalizmin iktidarını kuran da aynı rasyonellik kavramıydı. Dave Eggers, teknolojiyi elinde tutanların iktidarı da elinde tutacaklarının -tuttuklarının- farkındalığıyla yazmış “Çemberi”. Internet, cep telefonu, sosyal medya siteleri kullanıcılara hayatı kolaylaştırmayı vaat ederken, günümüzde ve gelecekte işi kolaylaşanın iktidar sahipleri olduğunu sürükleyici bir hikaye ile anlatmış.
Kapitalist ekonomik etkinliğin burjuva özel hukuk ilişkisini ve burokratik iktidarın biçimini belirtebilmek için, ilk kez Max Weber, “rasyonellik” kavramını olumlu anlamıyla kullamıştı. Bilimsel ve Teknolojik gelişme denilen olgu ile sosyal yaşamın gelişmesinin/rasyonelliğinin paralelliği, Aydınlanma’dan beri yakamızdan hiç düşmedi. Gündelik yaşantılarımız çoğunlukla, aklın egemen kılındığı ve böylelikle doğruluğu/geçerliliği ‘bilimsel’ olarak da onaylanmış bir sistem ve onun bize sunduğu ürünler içinde sürüp gidiyor.
“Çember” ve pek çok distopik romanda çok iyi açığa çıkarıldığı gibi, toplumun artan “rasyonelleştirilmesi”, bilimsel ve teknik ilerlemenin kurumsallaştırılmasına bağlıdır. Tekniğin ve bilimin, toplumun kurumsal alanına sızdıkları ve böylelikle kurumların kendilerini dönüştürdükleri ölçüde, eski meşrulaştırmalar tasfiye edilirler. Öykü boyunca, yıllar süren mücadeleler sonucu kazanılmış hakların, insan hak ve özgürlüklerinin, burjuva hukuk ve demokrasisinin sistemin sağlıklı işlemesi adına yok edilişini izleriz. Bir bilimkurgu metninin geçmiş, gelecek ve şimdi arasındaki bağları ortaya çıkarması, beklenen ama her zaman gerçekleşmeyen bir zenginliktir. Bu Stuart Hall’in, “teknolojiler diğer teknolojilerin ve onlara eşlik eden bilinç biçimlerinin yerini almazlar. Tüm sahayı yeniden örgütler, biçimlendirirler” önermesinin edebi karşılığıdır.
Teknoloji eleştirisine övgüler yağdıran bu yazı ve katıldığınız bu söyleşi, teknolojinin sağladığı olanaklar ile yazıldı ve dolaşıma çıktı. Üstelik buradaki kullanımı ile, teknoloji hiç de zararlı ve yıkıcı bir görünüm arzetmiyor. Ancak, bütün bir sistem içerisinde, bu tür WEB sitelerinin istisna olduğunu unutmamak gerekli. Tersi bile olsa, teknoloji yalnızca kullanılan bir araç değildir. Bu konuda Mcluhan, “Toplum üzerinde etki eden şey, mesajın içeriği değil, brüt ideolojik unsur olarak teknolojinin kendisidir” derken, Heidegger’in “tekniğin özü de, asla ve hiçbir şekilde teknik bir şey değildir. Bunun için yalnızca teknik-olanı tasarladığımız ve öne çıkardığımız ve bununla yetindiğimiz veya ondan kaçındığımız sürece, tekniğin özüyle bağımızı asla kuramayız. Her yerde özgürlükten yoksun ve tekniğe bağlanmış haldeyiz; onu tutkuyla olumluyalım veya olumsuzlayalım. Tekniği nötr birşey olarak gördüğümüzde mümkün olan en kötü tarzda tekniğe teslim oluruz; çünkü bugün özellikle pek rağbet gören bu tasarım, bizi bu tekniğin özü karşısında büsbütün körleştirir” düşüncesini bir anlamda özetlemektedir.
İnternet ve diğer teknolojik iletişim araçları ile ilişkilendiğimizde ideolojik hegemonyanın alanına girmişiz demektir. Teknolojik gelişmeler, kendilerine bir kez hayranlık uyandırdıklarına, onun ardında duran maddi zenginliğin ve tarihsel bir üretim tarzının, bundan böyle kendisini gizlemesine gerek kalmaz. Peki buna direnmek, başka bir dünya kurmak mümkün olabilir mi? “Çember”de felaketin farkına varan bir roman karakterininin sözletiyle cevaplayalım;
“Sesli bir azınlığın nihayet ayağa kalkarak fazla ileri gidildiğini, daha önceki insan icatlarından çok daha sinsi olan bu aracın denetlenmesi, düzene sokulması, bazı şeylerin geriye çevrilmesi gerektiğini ve her şeyden öte, katılmamayı seçme imkânına ihtiyacımız olduğunu söyleyeceği günü bekliyorum”.
Dave Eggers “Çember” romanıyla teknoloji ve iletişim fetişinden rahatsızlık duyan, sosyal alemlerde katılmadıkları için çağdışı sayılan, denetim altına alınmayı red eden azınlığın sesi oluyor.